BAE ile Yeniden: Zorunluluk mu Arayış mı?

BAE Veliaht Prensinin Ankara siyaseti; ekonomik, askeri ilişkiler için eski ortaklıkların canlandırılması noktasında her iki tarafın da desteklediği zorunlu bir ekonomik uzlaşı doğurdu, fakat bu iyileştirmeyi yeni bir dönem olarak tanımlamak henüz erken bir ifade olur.

BAE ile Yeniden: Zorunluluk mu Arayış mı?

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid el Nehyan (MBZ, Bin Zayid), dün (24 Kasım 2021) Türkiye’ye geldi. Veliaht prensin ziyareti ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile külliyedeki görüşmesi, ikili ilişkiler adına anlamlı ve sembolik bir adım olarak tarihe geçti. BAE ve Türkiye’nin aşağı yukarı Arap ayaklanmalarından sonra ilişkilerinin gerildiği ve 2014 sonrasında işbirliklerinde bir kırılma yaşandığını söylemek mümkündür. Bu duruma rağmen, geçtiğimiz Ağustos ayında önce Erdoğan, BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Tahnoun bin Zayid Al Nehyan’yı Ankara’da kabul etti ve bu görüşme ilişkileri onarmak anlamında bir ilerleme olarak kaydedildi. Görüşmeden iki hafta sonra da Erdoğan, Veliaht Prens bin Zayid ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi ve ardından Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Arap Emirlikleri ile ilişkilerde olumlu bir ivme yakalandığını ifade etti ve “böyle devam ederse ilişkiler rayına girer…Uluslararası ilişkilerde kalıcı düşmanlık veya dostluk yoktur. Bu ilkesizlik değildir. Karşılıklı adımlar atılarak ilişkiler normalleştirilebilir” diyerek iyileştirme sinyalleri verdi.

 

Bin Zayid’in ziyareti öncesinde dün BAE Federal Ulusal Konsey Asya Parlamenter Dostluk Grubu Başkan Yardımcısı Mohammed Isa Al Kashf, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde BAE-Türkiye Parlamenterler Dostluk Grubu Başkanı Osman Ören ile bir araya geldi ve BAE-Türkiye Ortak Ekonomik Komitesi, İş Konseyi Anlaşmasını Yeniledi. Komite görüşmesi sonrasında ekonomi Bakanı Abdullah bin Touq Al Marri, BAE’nin 2017 planları doğrultusunda Türkiye’yi bir ekonomik ortak olarak gördüğünü ve iki ülkenin ekonomik bağlarının istikrarlı bir şekilde büyüdüğünü vurguladı. Toplantıya katılan Ticaret Bakanı Mehmet Muş ise BAE’yi, Türkiye’nin Körfez bölgesindeki en büyük ortağı olarak tanımladı.

 

Basında gezinin detaylarına yönelik yapılan açıklamalara ve ön heyetin yaptığı görüşmelere bakıldığında, temelde iki liderin yıpranan ekonomik ve diplomatik ilişkileri ele alması bekleniyor.  Bin Zayid ve Erdoğan’ın telefonla görüşerek İran üzerinden geçecek bir alternatif ticaret yolunun, BAE’den Türkiye’ye bir ticari koridor oluşturması fikrinde uzlaştıkları da bahsi gecen gelişmeler arasında yer alıyor. Bütün bu gelişmeler ve siyasi söylemlerle, geçtiğimiz yıllarda istenmeyen ülke konumuna gelen BAE’nin Türkiye gündemine hızlı bir geri dönüş yaptığını söylemek mümkün.

 

BAE ve Türkiye, yaşanan siyasi gerilimlerin öncesinde istikrarlı ekonomik ve askeri ilişkiler yürütmekteydiler. Bu nedenle, Arap ayaklanmalarından bu yana tırmanarak artan tansiyonun bu resmi ziyaret ile düşürülmesi ve ekonomik olarak bir öncelik planlaması yapılması oldukça muhtemel bir durum. Peki bu durum her iki devletin politikaları için ne ifade ediyor? İki devletin liderleri ve siyasetçileri sık sık tansiyonu yükselten açıklamalar yapmışken ve Libya’da gerginlikler başka bir ivmeye taşınmışken, neden böylesine bir adım kararı alındı?

 

Bu soruları cevaplamak ve gezinin mahiyetini anlamak için BAE-Türkiye ilişkilerinin kısa tarihi ve Emirliğin dış politika stratejileri yol gösterici olacaktır çünkü BAE’nin değişen ve dönüşen politikası ile Türkiye’nin ekonomik iş birlikleri için ortak arayışları iki devletin hem ayrıştığı hem kesiştiği noktaları belirlemektedir.

 

Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dönüşen Politikaları ve Lider Profili

 

Türkiye-BAE ilişkilerinde AK parti dönemini dikkate alarak bir dönüşüm öyküsü kaleme alacak olursak ilk olarak BAE’nin kendi iç politikasında ve bölgesel tutumunda yaşanan dönüşümü ve lider profilini göz önünde bulundurmak gerekiyor. BAE, federal bir yönetim altında Abu Dabi’nin öncülüğünde 1971’de birleşmiş Dubai, Acman, Füceyre, Resü’l Hayme, Şarika ve Ummü’l Kayveyn isimli yedi emirlikten oluşmaktadır.  Federal yönetimi Arap dünyasındaki en başarılı entegrasyon örneği olarak tanımlanabilir. Buna rağmen, BAE iç ya da dış politikası denildiğinde aslında siyaseten ve ekonomik olarak baskın olan Abu Dabi’nin önderliği ima edilir. Dubai ise, Abu Dabi’den sonra ikinci büyük ve etkili emirlik olarak diğerlerine nazaran karar mekanizmasına yakındır.

 

Türkiye’yi ziyaret edecek olan veliaht prens bin Zayid ise, Abu Dabi Emiri ve üvey kardeşi Şeyh Halife bin Zayid el-Nehyan’ın veliahdıdır. MBZ, Şeyh Halife’nin sağlık koşulları iyi olmadığı için Birleşik Arap Emirlikleri’ni ve Abu Dabi emirliğini temsilen görevdedir. Abu Dabi’nin kurucu emiri Şeyh Zayid’in oğulları arasında en güçlü blok ‘Fatıma’nın oğulları’ olarak bilinir ve Bin Zayid bu kardeşlerin en büyüğüdür. Bu nedenle, yerine görev aldığı emirden daha güçlü bir yerel işbirliği ağı olduğunu söylemek mümkündür. Orta Doğu’daki pek çok genç lider gibi Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi’nden mezun olan MBZ, veliaht prensliği öncesinde de askeri pozisyonlarda çalıştı. BAE’nin askeri ilişkileri ve müdahaleleri noktasında daha keskin ayrımlar yapmasında bin Zayid’in askeri bir geçmişten gelmesinin etkili olduğunu söyleyenler de mevcuttur.

 

BAE’nin 1971’den günümüze uzanan bölgesel politikalarının ilk yıllarda Şeyh Zayid önceliğinde, yeni gelişen ve bağımsızlık kazanan Körfez ülkeleri içinde siyaseten ve ekonomik olarak bir güç inşa etme süreci olarak tanımlanabilir. Bu manada BAE ve Katar’ın 2000li yılların başlarına kadar benzer şekillerde dış politika, güvenlik ve sosyal politikalar yürütme odaklı kapsamlı bir kalkınma planı takip ettiklerini söylemek mümkündür. Dış politikada, Arap ülkelerinin sorunlarıyla ilgilenen, maddi imkânlarını bu manada kullanan fakat Arap milliyetçiliği ve İslamcılık gibi tesiri büyük politikaları kendi iç dinamiklerinden uzak tutmaya çalışan, korumacı bir tutum sergilediği söylenebilir. Bu nedenle BAE’nin Arap baharına kadar yürüttüğü dış politikayı güç ve iş birliği inşasına ek olarak Suudi Arabistan’ı takip etmek olarak tanımlayabiliriz. Bu takip politikası küçük emirlik için hem güvenli bir manevra alanı açmış hem de Suudi Arabistan’la ilişkilerini dengede tutmasını sağlamıştır.

 

Altın Yıllar

 

İkili ilişkilerde son yıllarda yaşanan keskin tansiyona rağmen, iş birliklerinin altın yıllarında ekonomik ve askeri ayakların nasıl işlediğini incelemek, dün gerçekleşen görüşmelerde ekonominin neden öne çıktığını anlamamıza yardımcı olabilir.

 

Türkiye’nin AK Parti dönemi Orta Doğu politikasını tanımlarken Müslüman Kardeşler Hareketine (MK) ve bölgedeki değişim rüzgârına desteği ne kadar belirginse, ekonomik öncelikleri de o kadar önemli ve belirleyici olmuştur. BAE ile olan ilişkisinde de ekonomi kritik bir unsur olarak ön plana çıkmaktadır. Türkiye’nin BAE’ye 2001-2019 yılları arasında toplam ihracatı 71 milyar dolarken Suudi Arabistan gibi ekonomisi ve nüfusu Emirliklerden oldukça büyük bir devlete olan ihracatı 42 Milyar dolardır. Katar’ın son yıllarda öne çıkan siyasi ve ekonomik desteğini göz önünde bulundurarak aynı tarihler için Türkiye’nin Katar’a olan ihracatına baktığımızda rakamın 9 Milyar dolar gibi, BAE ile kıyaslanamaz bir seviyede olduğunu görürüz.

 

Türk basınında MBZ’in ziyaretine yönelik yapılan atıflar potansiyel askeri anlaşmalara da değiniyor ve bu iş birliği kalemi de BAE-Türkiye ilişkilerinin geçmişine bakıldığında beklenen bir gelişme olarak görülebilir. BAE’nin 2011’den bu yana askeri olarak görünürlüğü ve müdahalesi ciddi oranda arttı. Öncelikle Libya’da ve Yemen’de aktif olarak askeri operasyonlarda yer aldı ve eş zamanlı olarak Afrika’da ve Yemen’de askeri üsler inşa ederek, lojistik merkezlerinin siyasi ve askeri güvenliğini garantilemeye çalıştı. Bu durumlar, her ne kadar verilere ulaşmak mümkün olmasa da, BAE’nin askeri ağlarını izleyen araştırmacılar nezdinde bu unsur üzerindeki harcamaların ve iş birliklerinin arttığı gözlemini doğurdu. Türkiye’nin savunma sanayisi Körfez ülkelerine ciddi satışlar yapıyor ve BAE bu noktada en eski ve köklü ortaklıklarından birini temsil ediyor. 2001’den bu yana, BAE’nin askeri mühimmat ithalatına baktığımız zaman ABD (13 Milyar dolar) ve İngiltere (560 Milyon Dolar) ile yaptığı işbirlikleri ön plana çıkıyor. Aynı tarihler arasında Türkiye’nin bu ticaret alanındaki payı 113 milyon dolar. Diğer ülkeler arasında bu oran az olsa da, Türkiye’nin siyasi ilişkilerinin ön planda olduğu Katar’a 22 Milyon ve Suudi Arabistan gibi büyük bir ekonomiye 51 milyonluk askeri ihracatı varken, BAE’nin Körfez’deki en yüksek rakama sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz.

 

Yol Ayrımı

 

Peki tam olarak hangi noktada bu iki devlet ayrıldı ve ekonomik, askeri işbirliklerine rağmen söylemsel gerginlikler ön plana çıktı? Bu noktada, temelde Arap ayaklanmaları sonrası sürece bakışın iki devlette farklı olması, siyasal İslam ve artan söylemsel tansiyon belirleyici birkaç unsur arasında ele alınabilir.

 

Temelde, BAE’nin Orta Doğu’da kendi rejim yapısını ve ekonomik ağlarını etkilemeyecek ölçüde statükoyu yani kurulu düzeni desteklemesi ve Türkiye’nin ise Katar gibi bu düzeni revize etme çizgesine yakın olması asıl belirleyici durumdur. Diğer bir deyişle, Arap ayaklanmaları sonrası süreçte iki devletin bölgesel politika söylemleri karşı çizgiler oluşturmuştur. Türkiye’nin kurulu düzeni desteklediği (Suudi Arabistan’ın rolü) ve BAE’nin reform çağrısı yaptığı (İsrail ilişkileri) durumlar da vardır ama temelde Arap baharı sonrası süreçte düzeni korumak ve revize etmek arasında gidip gelen hegemonik güç döngüsü BAE ve Türkiye için bir yol ayrımı olmuştur.

 

Diğer önemli bir unsur, yine rejim güvenliği ve istikrar ile doğrudan ilişkili olarak, BAE’nin  1980lerde Müslüman Kardeşleri ve 11 Eylül sonrası süreçte radikal İslami grupları baz alarak güçlenen siyasal İslam karşıtı politikalarıdır. Bu noktada BAE’nin Arap ayaklanmalarından sonra ön plana çıkan ve MK özelinde belirginleşen siyasal İslam karşıtlığı politikasının yeni bir tutum olmadığını söylemek gerekir. Körfez’deki pek çok ülkede olduğu gibi, BAE’de de insan sermayesinin ve toplumsal sermayenin 1950 ve 60larda oldukça kısıtlı olması, bu ülkeleri Arap milliyetçiliği politikalarından kaçan MK üyeleri için cazip hâle getirmiştir. Aslında burada bir kazan-kazan durumu oluştu. Yeni kurulan ve refah seviyesi günbegün artan emirliklerin eğitim ve dini hizmetler gibi alanlarda istihdam edilmek üzere Arapça bilen kalifiye elemana ihtiyacı varken, MK üyelerinin de güvenli bir ülkeye ihtiyacı vardı. Bu nedenle 1990lara kadar körfez ülkeleri genelinde MK ve monarşik rejimler arasında kısmi bir işbirliği olmuştur. BAE özelinde ele alırsak, MK üyeleri eğitim ve dini hizmetler gibi alanlarda oldukça bürokratik görevlerde çalışırken, farklı emirlikler içinde yerel MK teşkilatları kurdular. Yerel MK gruplarının faaliyetlerini gerçekleştirirken ülkenin dönüşen ve sekülerleşen yapısına eleştiriler yükseltmeleri, rejim için bir siyasi gerginlik ve tehdit algısı oluşturdu ve tasfiye süreci başladı. Böylece, yerel MK hareketleri BAE içinde Arap ayaklanmaları öncesinde aslında siyasi elitlerin bir kısmı için oldukça sıkıntılı bir pozisyona taşınmıştı.

 

Bu manada, Türkiye’nin Arap ayaklanmaları ve sonrası süreçte, Körfez ülkelerinde tasfiye edilen MK üyelerine ev sahipliği yapması BAE için kendi iç politika ve bölgesel politika öncelikleri için riskli bulundu ve ikili ilişkilerde temel bir gerginlik kalemi oluşturdu. Bu nedenle, BAE’nin 1990lardan bu yana MK ile yaşadığı sıkıntının 2011’den sonra Türkiye ile ilişkisinde bir izdüşümü olduğunu söyleyebiliriz.

 

Önemli nokta ise, MK ile sıkıntıların otoriter rejimle yönetilen bu monarşilerde temelde rejim güvenliği eksenli olmasıdır. Bu nedenle aslında ideolojik bir tutumdan ziyade rejimin sürdürülebilirliği için siyasi elitler nezdinde siyasal İslam’ın mimlendiğini söylemek mümkündür. Yani Türkiye’nin MK’i desteklemesi BAE için ideolojik olmaktan çok güvenlik manasında bir risk teşkil etmektedir. BAE ve Türkiye’nin Arap ayaklanmaları sonrasında ilişkileri düşüşe geçti ve siyasal İslam bu durumda etkili bir faktör oldu fakat tek belirleyici öge olarak bunu öne sürmek ve ideolojik bir çizgide yorumlamak BAE’nin süregelen politikalarıyla bağdaşmıyor.

 

BAE, ulus-devlet sürecine evirilmeden önce de küresel ve bölgesel ticaret ağları ile geçimini sağlayan ve ekonomik iş birliklerini kurumsallaştırmak üzerine devletleşmeye geçmiş büyük bir ticari ağ olarak tanımlanabilir. Bu ekonomi vurgusu devletin siyasi ve sosyal ayaklarını azımsamak için değil, ekonominin devlet politikasındaki rolünü görmemize yardımcı olmak amaçlıdır. Doğal kaynakları Katar ve Suudi Arabistan’a nazaran az olduğu hâlde, ekonomik olarak kalkınmış olması bu kadim ticari geleneğe dayanmaktadır. Aynı ticari kaygılar, Suudi Arabistan’la ilişkilerini hep iyi bir çizgide ilerletirken, İran’la sıkı bağlara sahip olmasına ve İsrail’le anlaşma imzalamasına neden olmuştur. Türkiye ile yaşanan durumda son belirleyici unsur, her iki ülkenin de siyasi elitlerinin söylemleriyle bu diplomatik krizi tırmandırmasıdır. Diğer bir deyişle, söylemsel gerginlik bugün BAE’nin Türkiye’yi ziyaret etmesine pek çok insanın şaşırmasındaki asıl nedendir. 

 

Darbe Girişimine Destek İddiası ve Söylemsel Tansiyon

 

Türkiye’nin 2016’da bertaraf ettiği darbe girişimini BAE’nin fonladığı iddiası bu söylemsel gerginliğin önemli bir halkasıdır. Darbe girişimi Türkiye için hem toplumsal manada hem siyasi elitler nezdinde oldukça hassas ve zorlu bir süreci beraberinde getirdi. Bu noktada, Abu Dabi veliaht prensinin güvenlik danışmanlarından Fetih hareketinin sürgündeki isimlerinden Muhammed Dahlan’ın ismi ön plana çıkıyor. Basında Dahlan’ın darbe girişimini fonlayan isim olduğunu ve FETÖ ile yakından bağlantılı olduğu yönünde iddialar yer aldı. Şunu da belirtmek gerekir ki bu süreçten sonra Dahlan’ın MBZ’e danışmanlık görevinde görünürlüğü azaldı. MBZ’in Dahlan’ı Abu Dabi’nin siyasi tercihlerinden bağımsızlaştırmak istediği şeklinde yorumlar olsa da bu noktada kesin bir şey söylemek mümkün değil. Fakat bu darbe iddialarının gerginliği artırdığı aşikâr. Ayrıca, Dubai merkezli Sky News Arabic ve Al Arabiya gibi yayın kuruluşlarının darbe girişimi gecesinde yaptıkları yayınların Türkiye’yi yıpratma amacı taşıdığı iddiası ön plana çıktı.

 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın darbe girişimi üzerine yaptığı açıklamada, “Körfez’de kimlerin buna sevindiğini çok iyi biliyoruz” ifadesini kullandı ve benzer şekilde, Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu da BAE’yi ima ettiği söylenerek, “Türkiye’deki darbe kalkışmasına, hükümeti gayrimeşru yöntemlerle devirme çabalarına bir ülkenin 3 milyar dolar para desteğini sağladığını biliyoruz. Üstelik bu, Müslüman bir ülke.” ifadelerini kullandı.  Bu demeçlerden bir yıl sonra Çavuşoğlu, bir haber kanalında gündemi değerlendirirken, Türkiye’nin içinde bulunduğu, döviz kurundaki dalgalanmalarının, Türkiye’yi ekonomik olarak yıkma çabası olduğunu ve bunun darbe sürecinde Türkiye’yi desteklemeyen ülkelerin de dâhil olduğu uluslararası bir ağ olduğunu söyledi. Bu ifadelerde kast edilen ülkenin de Birleşik Arap Emirlikleri olduğu yönünde yorumlar ağırlıklı oldu.

Benzer şekilde BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayid, Birinci Dünya Savaşı’nda Medine’yi savunan Osmanlı askeri birliklerinin komutanı Ömer Fahreddin Türkkan’ı itham eden bir Twitter mesajı paylaştı ve Türkiye’nin Arap dünyasında önderlik yapmasına karşı olduğunu belirtti. Bunun üzerine Erdoğan, bakanı terbiyesiz ve petrol şımarığı olarak nitelendirerek; “Medine korumasını yaparken Fahreddin Paşa, ey bize bühtanda bulunan zavallı, senin ceddin neredeydi? Önce haddini bil. Sen demek ki bu milleti tanımamışsın, sen Erdoğan’ı da tanımamışsın, Erdoğan’ın ceddini ise hiç tanımamışsın” gibi bir demeçle bu ithama karşılık verdi. 2014’den günümüze söylemsel gerginlik BAE ve Türkiye ilişkilerinde oldukça ön planda ve bu örnekler sadece bu durumun bir kısa özetini temsil ediyor. O nedenle dünkü görüşme, en azından söylemlerin yumuşaması noktasında kesinlikle yeni bir dönem olarak tanımlanabilir.

 

Bölgesel Etmenler: 2017 Körfez Krizi ve Libya İç Savaşı

 

Son olarak, BAE ve Türkiye tansiyonunda siyasi İslam, Arap ayaklanmaları sonrası karşıt tutumlar ve Darbe girişimine destek iddialarının yanı sıra bölgesel etmenler de etkili oldu. 2017 Haziran ayında Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve Bahreyn Katar’a hava deniz ve kara ambargosu başlattılar. Bu ambargo Körfez tarihinin en büyük siyasi krizlerinden birinin ilk adımı oldu ve yaşanan pek çok diplomatik süreç sonunda 3 yıl boyunca Körfez genelinde pek çok sorun doğurdu. Bu noktada krizin ilk günlerinden itibaren Türkiye Katar’a yakından askeri ve diplomatik destek verdi. Bu durum BAE ve Suudi Arabistan’la olan ilişkisini olumsuz etkiledi fakat Türkiye’nin Arap baharı sonrası süreçte Katar’la benzer şekilde Orta Doğu’da statüko karşıtı reform politikalarını desteklemesi zaten bir gerginlik doğurmuştu. Körfez krizinin 2021 Ocak’tan itibaren yumuşaması ve tarafların müzakere sürecine girmiş olması, BAE ve Türkiye ilişkilerinde bir gerginliğin önlenmesini sağladı.

 

Libya ise BAE’nin hem siyasal İslami gruplara olan tepkisini hem de Orta Doğu’daki statükocu rejimleri korumasını yansıtan bir örnek oldu. 2011 sonrası ilk askeri müdahale süreciyle beraber BAE Libya ile yakından ilgilenmeye başladı fakat Türkiye ve Katar’ın, BAE’nin aksine Libya geçiş hükümetini desteklemesi hem Türkiye’nin Akdeniz’deki çıkarları adına hem de Libya’daki rolü üzerinden BAE ile yeni bir cephede daha sıkıntı yaşamasına neden oldu. Bu konuda da söylemsel manada ciddi gerginlikler yaşandı. Arap Emirlikleri’nin Libya’da devam eden savaşın bitmesi için Birleşmiş Milletler liderliğindeki politik sürece dikkat çektiği ve “kategorik olarak Türkiye’nin Libya’ya askeri müdahalesini reddediyoruz” dediği açıklamasına karşılık olarak Türkiye Dışişleri Bakanlığı yazılı bir duyuru ile tepki gösterdi. Bakanlık sözcüsü Libya tartışmaları üzerine Nisan 2020’deki açıklamasında, “BAE Yönetimi’nin Türkiye hakkında çirkin ve asılsız ithamları, esasen bu ülkenin kendi yıkıcı faaliyetlerini örtme saikinin ürünüdür. BAE, Libya’daki darbecilere yıllardır silah, askeri malzeme ve paralı asker desteği sağlamaktadır. BAE’nin sadece Libya’da değil, Yemen, Suriye ve Afrika Boynuzu dahil tüm bölgemizde uluslararası barış, güvenlik ve istikrarı bozucu hareketleri uluslararası toplumun malumudur. Bu bağlamda BAE’nin, El Şebab başta olmak üzere terör örgütlerine ve Yemen’de bölücü faaliyetlere verdiği destek de sır değildir. BAE Yönetimi’ni, ülkemize karşı düşmanca tavır takınmaktan vazgeçmeye ve haddini bilmeye davet ediyoruz.” ifadelerini kullandı.

Görüldüğü üzere Türkiye, oldukça sert bir dille BAE’nin bölgedeki pek çok politikasına atıfta bulunmuş ve emirliğe eleştiriler yöneltmişti. Henüz iki devlet Libya politikası hususunda bir iyileştirmeye gitmemiş olsalar da liderlerin uzlaşı sürecinde Libya’daki çatışmayı da ayrı bir konu olarak ele almaları muhtemeldir. Bir diğer noktada ise, Türkiye’nin BAE’nin Yemen’deki ihlalleri ve müdahalesi noktasında Libya’ya nazaran daha sessiz olduğunu söylemek mümkündür. Fakat ekonomik işbirliğini önceleyerek, siyasi yol ayrımlarını göz ardı etmeleri de mümkün olabilir.

 

Görüşmenin Ardından

 

Görüşme için Ankara’ya gelen MBZ, görkemli bir törenle karşılandı ve Türkiye medyasında özellikle darbeye destek iddiası ve Israil’le yaşanan barış sürecinde, emirliklere sert açıklamalarda bulunan yayın organları ziyareti destekleyici beyanlara yer verdiler. Bu nedenle, BAE ile ilişkilerin revize edilmesi sosyal medya üzerinde bile çarpıcı yorumlara neden oldu.

 

Dünkü görüşmenin bu bağlamda ikili ilişkilerdeki ekonomik potansiyelin vurgulanması ve canlandırılması açısından ekonomik olarak zor zamanlardan geçen Türkiye için kritik olduğunu belirtmek gerekir. Aynı şekilde, BAE’nin hem Katar’la iyileştirdiği ilişkileri hem de ekonomik önceliklerini düşünerek, söylemsel gerginlikleri rafa kaldırması muhtemel bir sonuçtu ve beklendiği şekilde oldu.

 

İki liderin görüşmesinden enerji, finans ve ticaret alanlarında 10 anlaşma tasarısı çıktı. Fakat yapılan imza töreni ve açıklamalar gösterdi ki BAE ve Türkiye bir süredir bu dosyalar üzerinde çalışıyor ve ılımlı bir sürece girmek için adımlar planlıyorlardı. O nedenle, MBZ’nin ziyaretini ve Mevlüt Çavuşoğlu’nun Aralık’ta Emirliklere yapacağı ziyareti sembolik adımlar olarak yorumlayabiliriz.  Bahsi gecen 10 anlaşmada ise kara para aklanmasından, varlık fonlarının işbirliğine ve merkez bankalarının ortaklıklarına dair pek çok ekonomik unsur yer alıyor. Özellikle, BAE’nin Merkez Bankası ile bir swap işlemi gerçekleştirme ihtimali bugün öne çıkan meselelerden biri oldu.

 

Sonuç olarak, MBZ’in Ankara siyaseti ekonomik, askeri ilişkiler için eski ortaklıkların canlandırılması noktasında her iki tarafın da desteklediği zorunlu bir ekonomik uzlaşı doğurdu, fakat bu iyileştirmeyi yeni bir dönem olarak tanımlamak henüz erken bir ifade olur. Yahut ikili ilişkilerdeki iyileştirme yeni bir dönem olarak tanımlanırken, bu yeni dönemin siyasi uzlaşı ve işbirliğinden ziyade ekonomik çıkarlara dayandığını söyleyebiliriz. Katar ve Suudi Arabistan’ın bu iyileştirmeye karşı tutumu ise bölgesel ilişkilerde Türkiye’nin rolü adına belirleyici diğer bir etmen. Katar’ın Türk savunma sanayisine yaptığı yatırımlar ve Suudi Arabistan’ın hem Türkiye ile henüz hassas olan ilişkileri hem BAE ile ortaklıkları, Krallığın bu noktada tavrını önemli kılıyor. BAE ile ilişkilerin oldukça sert söylemsel zeminden bu noktaya gelmesi, elbet Körfez ülkeleri için de olumlu sonuçlar doğurur fakat gelecek günler bu noktada daha belirleyici tavırlar görmemizi sağlayabilir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.