Balzac: Toplumsal Yaşamın Patoloğu

Tutkulu insanları, vahşi ve acımasız bir yükselme hırsı ile dolup taşan insanları resmeder Balzac. Onun kahramanları, bir hedef tayin eder ve o hedefe müthiş bir konsantrasyon ile sarılırlar. Gözlerini başka bir yere çevirmezler, yollarından asla sapmazlar. Durgun insanlar, Balzac’ın ilgi sahasının dışındadır; o, kendini baştan aşağı tek bir şeye -aşka, paraya, sanata, cimriliğe, fedakârlığa, politikaya, cesarete vb.- vakfeden insanlarla alakadardır.

balzac

Stefan Zweig Üç Büyük Usta* adlı deneme eserinde, biri Fransız (Balzac), biri İngiliz (Dickens) ve biri de Rus (Dostoyevski) olan üç büyük romancıyı, kendi penceresinden bizlere sunar. O, bu üç ismi “19’uncu yüzyılın en büyük üç romancısı” olarak kabul eder. 

 

Peki, “romancı” kimdir? “Romancı” derken Zweig’ın kastettiği nedir? 

 

Her roman yazana “romancı” demez Zweig. Ona göre “romancı”, “en yüksek anlamıyla sadece ansiklopedik bir deha, evrensel bir sanatçı ve eserin genişliğiyle içindeki figürlerin zenginliği göz önünde bulundurulduğunda, bir evren yaratan, kendi kişileriyle, kendi yerçekimi kanunlarıyla kendine ait bir dünya kuran ve yanına da kendine ait yıldızlı bir gökyüzü koyan kişidir.” (s. 1-2)

 

Romancı, eserlerindeki karakterlerinin zenginliği ve çeşitliliğiyle bir dünya inşa eder ve bu dünya içimize derinden işler. Öyle ki, biz artık somut şahısları ve hadiseleri, onun inşa ettiği soyut dünyanın kavramlarıyla tarif ederiz. Mesela çevremizdeki kanlı canlı kişilerin yapıp ettiklerine bakar ve onların “bir Balzac figürü, bir Dickens kişisi, bir Dostoyevski karakteri” olduklarını söyleriz. Romancının ortaya koyduğu hayat anlayışı, içinde olduğumuz gerçek hayatı yorumlarken bizim için bir meşale işlevi görür. 

 

Zweig, birbirlerini tamamlayan bu üç romancının her birinin kendine ait bir alanının olduğunu belirtir. Balzac toplumun, Dickens ailenin, Dostoyevski de bireyin romancısıdır. Elbette bu belirlemeden Balzac’ın salt toplumu, Dickens’ın salt aileyi ve Dostoyevski’nin de salt bireyi anlattığı gibi bir neticeye varılmamalıdır. Ne Balzac ne Dickens ne de Dostoyevski tek bir alana hapsedilebilir; zira her üçü de yapıtlarında hem topluma hem aileye ve hem de bireye eğilirler. 

 

Lakin mesele ağırlıktadır; romancının eserlerinde bir meseleye hususi bir hassasiyet göstermesindedir. Zweig da, bu bağlamda, Balzac’ın bilhassa topluma, Dickens’ın bilhassa aileye ve Dostoyevski’nin de bilhassa bireye ayna tuttuğunu vurgular. Gelin bu yazıda, Zweig’ın gözündeki Balzac’a bakalım.     

 

“Boyunduruk altına aldığı dünyaya kendi nefesiyle ruh üflemek” 

 

Balzac, 1799’da, Napolyon İmparatorluğu’nun başladığı bir tarihte, Touraine’de doğar. Çocukluk ve ilk gençlik günleri, Napolyon’un dünyayı kasıp kavuran ve dünya tarihinde eşine az rastlanır maceralı bir dönemine denk düşer. Napolyon’un taşradan merkeze uzanan ve başarıyla sonuçlanan iktidar mücadelesi, onun gibi bir taşralı olan Balzac’ı da tesiri altına alır. 

 

“Onun bütün gençlik arzuları yakıcı bir isimde, tek bir düşüncede, tek bir hayalde eriyecekti: Napolyon.” (s. 8-9)  

 

Zweig’a göre Balzac’ın edebiyatını biçimlendiren en mühim unsur, onun Napolyon döneminin çocuğu olmasıdır. Çünkü 1789 Devrimi ve akabinde gelen Napolyon İmparatorluğu, Fransa’da maddi ve manevi bütün değerleri yerle bir eder. Balzac, değişimin geçmişte görülmemiş bir yoğunlukta yaşandığı bu çağda, bir genç olarak etrafında olup-bitenlere bir mana vermeye çalışırken karşısında hep aynı kişiyi, Napolyon’u görür. Napolyon’daki parçalara değil bütüne sahip olma tutkusu, onun benliğini de sarar. Genç Balzac, dünyayı bir nizama sokmaya azmetmiş bu etkileyici kişiliği kendine örnek alır ve yönünü ona bakarak tayin eder.

 

Fakat bir süre sonra Napolyon rüzgârı dindiğinde Balzac da durulur. Napolyon tecrübesi, dünyanın silahla fethedilemeyeceğini, bir kez daha kafalara dank ettirir. Ama Balzac, fethe kararlıdır ve eğer bu fetih silahla olmayacaksa, sanatla olacaktır. Bir çatı katında kendini yazmaya verir, müstear adlarla ilk romanlarını kaleme alır. Başarısından tatmin olmayınca sanatı bir kenara iter, bir noterde kâtip olarak çalışmaya koyulur. Üç-dört yıl boyunca gözlem yaptıktan sonra fanatik bir hırsla tekrardan yazı masasının başına oturur. Hedefi, rehberi Napolyon gibi, büyüktür: 

 

“Olayların kötü karışımından saf öğeyi, sayıların karmaşasından toplamı, gürültü patırtıdan harmoniyi, hayatın çeşitliliğinden özsel olanı elde etmek, bütün dünyayı kendi imbiğinden geçirmek, onu yeniden yaratmak, en raccourci (eksiksiz bir özet) halinde sunmak ve boyunduruk altına aldığı şeye kendi nefesiyle ruh üflemek, kendi elleriyle yönlendirmek: İşte onun hedefi buydu.” (s. 11)

 

Napolyon gibi Fransa’yı dünyanın kendisi, Paris’i de dünyanın merkezi olarak kodlar. Yaşamın sonsuz çeşitliliğini zihnî süzgecinden geçirir ve bu çeşitliliği anlaşılabilir bir sistem haline getirmek için büyük bir gayret sarf eder. Onun kahramanları, sıkı bir damıtma işleminden geçerler ve nihayetinde bir çoğunluğun karakteristik özelliklerini taşıyan bir “tip”e dönüşürler.

 

Evvela Paris’i ele geçiren ve ardından askerlerini dünyanın dört bir yanına yollayan Napolyon’un ayak izlerini takip eder. O da önce Paris’e el koyar, sonra kahramanlarını taşraya gönderir ve en sonunda ordularını uzak diyarlara salar. Norveç’in fiyortlarında da, Mısır’ın kızgın çöllerinde de onun temsilcileri boy gösterirler. 

 

“Napolyon’un modern tarihte eşsiz oluşu gibi modern edebiyatta eşsizdir. Ama dünyayı fethetmek Balzac’ın gençlik rüyasıydı ve hiçbir şey gerçekleşen çocukluk hayallerinden daha müthiş değildir. Napolyon’un bir resminin altına şunu yazması boşuna değildir: ‘Onun kılıçla sona erdiremediğini ben kalemle tamamlayacağım.” (s. 14) 

 

“Benim burjuva romanlarım sizin tragedyalarınızdan daha trajiktir” 

 

Toplum bir savaş alanıdır Balzac’ın satırlarında ve bu savaş, Napolyon’un muharebe alanlarındaki savaşından daha az acı, daha az kıyıcı değildir. Balzac’ın genç insanları, her şeyden önce acımasızlık kanununu öğrenirler. Sayılarının fazla olduğunu ve bir kavanoza kapatılmış örümcekler gibi birbirlerini yiyip bitirmek zorunda olduklarını bilirler. En alttan gelirler ve gözlerinin önünden akıp giden, arabalara, kadınlara, uşaklara sahip olma isteği onları yakıp kavurur. Gücü ve zenginliği kazanmak ve korumak için, kendileri gibi onlarda gözü olan düşmanlarını bertaraf etmekten başka bir çarenin olmadığı fikriyle hareket ederler. Gözlerini bürüyen kan, onları eskisinden bütünüyle farklı bir kişiliğe dönüştürür.       

 

“Zarafetin, zenginliğin ve gücün bu yeni ve büyüleyici ortamında çevrelerine bakındıklarında, beraberlerinde getirdikleri birkaç şeyin bu sarayları, bu kadınları, bu güçleri elde etmek için son derece yetersiz olduğunu hissederler. Yeteneklerini kullanabilmek için önce onları eritip başka şekillere sokmak, gençliklerini dayanıklılığa, zekâlarını kurnazlığa, güvenirliklerini sahtekârlığa, güzelliklerini kötülüğe, pervasızlıklarını sinsiliğe dönüştürmek zorundadırlar. Çünkü Balzac’ın kahramanları hırs küpüdürler, her şeyin tamamını isterler.”  (s. 15) 

 

Savaş, toplumun her katmanında en yakıcı şekliyle sürer. Üstlerde politikacıların, avukatların, zenginlerin şık elbiselerle yürüttükleri savaş, altlarda yırtık pırtık giysiler içinde hırsızlar, fahişeler, yoksullar arasında da hükmünü icra eder. Sosyal statüleri birbirinden farklı olsa da insanları harekete geçiren dürtü aynıdır. Artık krallara, soylulara, rahiplere ayrılmış özel bir yer yoktur; herkesin her şeye hakkı vardır ve herkes herkese karşı -büyük acılara sebebiyet veren- bir savaşın içindedir. O nedenle Balzac “Benim burjuva romanlarım sizin tragedyalarınızdan daha trajiktir” der.

 

Tutkulu insanları, vahşi ve acımasız bir yükselme hırsı ile dolup taşan insanları resmeder Balzac. Onun kahramanları, bir hedef tayin eder ve o hedefe müthiş bir konsantrasyon ile sarılırlar. Gözlerini başka bir yere çevirmezler, yollarından asla sapmazlar. Durgun insanlar, Balzac’ın ilgi sahasının dışındadır; o, kendini baştan aşağı tek bir şeye -aşka, paraya, sanata, cimriliğe, fedakârlığa, politikaya, cesarete vb.- vakfeden insanlarla alakadardır. 

 

Gücün anahtarı, insanın bütün hücreleriyle kendini tek bir duyguya adaması, dünyayı tek bir sembolle kavramasıdır. Ancak bu tek yönlülük, hayatın akışı içinde büyük bir duygu çeşitliliğini de ihtiva eder. Keskin aklıyla şeytana külahı ters giydiren biri, âşık olduğu bir fahişenin elinde bir budala gibi öğütülür. Napolyon’un ordusunu oradan oraya sürüklemesi gibi, o da kahramanlarını duygudan duyguya sürükler.

 

“Para, hızlı soluyan ciğerlerin oksijenidir” 

 

Balzac için iki tür tutkulu insan vardır: Biri, erotizm düşkünü olan erkekler ve aşk için doğup aşk için ölen kadınlardır. Diğeri ise, paraya tapanlardır. Aristokrasinin ayrıcalıklarına son verildiği bir vasatta, toplumsal sınıflar arasındaki farklılıklar az çok silinir ve para, toplumsal yaşamın itici gücü olur. Artık her insan maddi gücüyle, her tutku maddi fedakârlığıyla, her şey maddi değeriyle ölçülür. 

 

Balzac, bu toplumsal dönüşümü en ince ayrıntılarıyla eserlerine nakşeder. Para, onun romanlarında döner durur. Yalnızca açgözlülerin ve muhterislerin süfli para sevdasını anlatmaz; paranın en soylu, en zarif ve en manevi duyulara kadar sızdığını gösterir. Zweig, paranın bu gerçekçi tasvirini, Balzac’ın cesaretinin nişanesi sayar. 

 

“Para, evrensel harisliğin maddi tortusu olduğundan, bütün duyguların içine sızdığından, toplumsal yaşamın patoloğu olan Balzac, hasta bedenin krizlerini teşhis edebilmek için kanı mikroskopla incelemek, onun içindeki para miktarını az çok belirlemek zorundadır. Çünkü bütün yaşamlar onunla doludur, o hızlı soluyan ciğerlerin oksijenidir, kimse ondan vazgeçemez; haris hırsı, âşık mutluluğu için paradan vazgeçemez, hele sanatçı hiç yapamaz, bunu en iyisi kendisi bilmektedir. Çünkü omuzlarında yüz bin franklık borç yükü vardır, sık sık geçici olarak çalışma sarhoşluğu içinde omuzlarından savurup atabildiği bu korkunç ağırlık sonuçta yine omuzlarına çökmektedir.” (s. 41-42) 

 

Tutku, Balzac’ı en iyi tanımlayan sözcüktü. Zira o da, bize armağan ettiği kahramanları gibi saplantılı biridir. Kendisinin var ettiği, hükümdarı olduğu ve onunla birlikte yok olup gidecek bir dünyayı oluşturmak için kâğıtlarının içine gömülür. Akşam saat sekizde bitkin bir halde yatağa uzanır, dört saat uyur, gece yarısı uyanır ve kendini kaybedercesine bazen 12, bazen 18 saat çalışır.  

 

Aslında zevk peşinde koşmaya, har vurup harman savurmaya herkesten daha meyyal bir yapıdadır. Ancak o, bu hummalı çalışmasını kendisi için hazların en büyüğü kılar. Can verdiği kahramanlarına hayranlık duyar, mimarı olduğu dünya gözlerini kamaştırır. Hayallerine sağlam bir inanç besler, kendi eserlerinde kaybolur. 

 

“Böylesine dizginsiz arzuları olan Balzac, kitaplarındaki saplantılı kahramanlar gibi, sadece onların yerine başka bir şey koyarak tutkularından vazgeçebilmiştir. Yaşam duygusunu kırbaçlayan her şeyden, aşk, hırs, oyun, zenginlik, seyahat, ün ve zaferden, yaratısında yedi kat daha fazla bir telafi bulduğu için el çekebilmiştir.” (s. 26) 

 

“O, sanatçı diye adlandırılamayacak kadar dâhidir” 

 

Zweig, en çok, Balzac’ın topluma karışmadan toplumun röntgenini çekebilmesine hayret eder. Balzac, bir roman yazmadan önce her bir kahramanı için ayrı bir defter açan Zola ya da ince bir kitap için bile kütüphaneleri mesken edinen Flaubert gibi değildir. O, 26 yaşından itibaren toplumu gözlemlemeyi bırakır. Sosyal hayata nadiren karışır, mecburiyet halleri haricinde çalışma koltuğundan kalkmaz. Fakat bakışlarını toplumun üzerinden çekmesine rağmen, toplumsal hayatı bütün çıplaklığıyla gözlerimizin önüne serer. 

 

Her şeyi bilir Balzac; meslekleri, süreçleri, sınıfları, mizaçları bilir. Arsadan borsaya, kimyadan teolojiye, sanattan politikaya, taşradan merkeze, gazetecilikten mimariye her tartışmadan haberdardır. Bir sayfada bir zengin sofrasına oturttuğu okuyucusunu, birkaç sayfa sonra yoksul sokaklarda dolaştırır. Şehri ve insanları tanır, onları kafasının içinde biçimlendirir. Bir olayı, o olayın içinde yıllarca yaşayanlardan daha canlı aktarır. Hatta hiç tanımadığı şeyleri bile bilir. Norveç’e gitmişliği yoktur, ama Norveç’in fiyortlarında bizi gezdirmesini bilir.  

 

“Bu muazzam ve benzersiz sezgisel bilgi Balzac’ın dehasıdır. Bunun dışında sanatçıya atfedilen şeyler, güçleri paylaştıran, düzenleyen, şekillendiren, bir arada tutan ve çözen kişi özelikleri Balzac’ta pek hissedilmez. Hatta şunu söylemek bile mümkündür: O, sanatçı diye adlandırılamayacak kadar dâhidir. ‘Une tolle force n’a pas besion d’art.’ Böylesine bir gücün sanata ihtiyacı yoktur. Bu söz onun için de geçerlidir.” (s. 37-38)     

“İnsani dokümanların en büyük deposu”

 

Zweig, Balzac’ın 40 kadar eserini tamamlayamadığını belirtir ve bunu da insanlık için bir şans olarak nitelendirir. Ona göre, eğer Balzac bütün romanlarını bitirebilseydi, artık erişilemez bir noktaya varmış olurdu. Erişilemezlik ise onu, kendisinden sonra gelenler için korkunç bir engele dönüştürürdü. Oysa bu eksik gedik haliyle Balzac, erişilemez olana varmak isteyen her yaratıcı iradeye ilham verir, onlara bir misal teşkil eder. 

 

“Sosyal hava akımlarının meteoroloğu, istencin matematikçisi, tutkuların kimyageri, ulusal ilksel biçimlerin jeologu, bütün enstrümanları kullanarak zamanın bünyesine giren ve onu dinleyen çok yönlü bir bilgin, aynı zamanda bütün olguların bir koleksiyoncusu, manzaralarının ressamı, fikirlerinin bir askeri olmaktır Balzac’ın ihtirası ve bu yüzden en büyük şeyleri olduğu gibi en küçük şeyleri de resmetmek konusunda yorulmak bilmez birisiydi. Böylece onun eseri, Taine’nin ünlü sözünde belirttiği gibi, Shakespeare’den bu yana insani dokümanların en büyük deposu olmuştur.” (s. 39)

 

Zweig’ın bu muhteşem Balzac portresi, henüz yolu Balzac ile kesişmemiş olanlarda hemen Balzac ile tanışma heyecanı, Balzac ile hemhal olanlarda ise dönüp Balzac’ı yeni bir okumaya tabi tutma isteği uyandırıyor. Bu da Zweig’ın büyüklüğü!  

 

* Stefan Zweig, Üç Büyük Usta, Çeviri: Nafer Ermiş, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.