Başkan-Saray-Bürokrasi “Teslis”i
İmparator, Kral, Firavun, Melik, Sultan, Padişah, Hükümdar ve Hakan veya bunlarla dolayımlanan “Devlet”, insanlık tarihinde uzun süre “Tanrılık” veya onun yeryüzündeki “gölgesi “olarak algılandı; “Tanrılık” rolü oynadı. Örneğin: Hegel, devleti, Tanrı’nın (Tinin/Geist) yeryüzündeki tecessümü olarak gördü. Abbasi ve Osmanlı Halifeleri, kendilerini “Zıllullah” olarak gördüler. Firavunlardan biri: “Ben sizin en büyük Rabbinizim” (79/24) dedi.
Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında “zor” la değil, “seçim” ile gelen diktatörlükler/krallıklar (Duverger) kuruldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ve Amerika’da “Demokrasi” ve “Kuvvetler (Yasama-Yürütme-Yargı) Ayrılığı” ilkeleri, Hukuk Devleti, İnsan Hakları ve Anayasal Demokrasi gelişti. Liberal Teori, devletin kutsiyetini ve büyüklüğünü eleştirdi. “Gece Bekçisi/Minimal Devlet” fikri ortaya atıldı. Devlet, ortak akıl ile kurulan kurum, kural ve hukuki yapıların toplamı olarak kamu maslahatını (güvenlik-gönenç) temin eden ve herkesi “temsil” eden şeffaf, denetlenebilir bir yapıya dönüştürüldü. Adaleti temin ettiği sürece böyle bir devlet, Tanrı’nın “Rahmaniyet”inin tecellisi olarak görülebilir. Kur’an, “Şura” ilkesi ile böyle bir devlete kapı açmıştı; Müslümanlar, buna iltifat etmeyerek, çağın ruhuna kolayca teslim oldular.
Ancak, geleneksel dinsel kültürün (kutsiyet) ve kişi kültünün (karizma) egemen olduğu Doğu ve İslam toplumlarında bu gelişmeler olmadı. Devlet, hâlâ olabildiğine büyük ve totaliter olduğu gibi; karizmatik bir lider (kişi kültü) ile de kolayca dolayımlanabiliyor. Lider, bazı toplumlarda zorla (devrim, ihtilal, darbe) işbaşına gelirken; bazı toplumlarda da seçim ile yetkilendirilebiliyor. Kitleler, sorumluluk üstlenerek kallavi sorunlarının çözümünü ortak akıl, kural ve kurum yerine bir kişiye havale etme tembelliğini, sorumsuzluğunu gösterebiliyorlar.
Osmanlı’nın yıkılması ve Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti, zorla/devrimle bir Tek Parti ve Tek-Adam devleti olarak “Cumhuriyet” formunda kuruldu. İki “parti” kuruldu ve “karşı devrim” korkusu ile hemen kapatıldı. 1950’lerden sonra demokrasiye geçildi. Askeri bürokrasinin vesayetinde ve darbelerle 2000’li yıllara geldik. 2000’li yılların başında kurulan AK Parti, demokrasiyi daha da geliştirme iddiası ile işbaşına geldi. İlk 10 yılda da, bu yönde ciddi adımlar atıldı. Bu süreç içinde The Cemaat ile -muhafazakârlık ortak paydasında- iş birliğine girerek legal-illegal yöntemlerle “Askeri Vesayeti” gerilettiler. Daha sonra, kendi aralarında iktidar çatışması (15-Temmuz) yaşayarak Cemaat, “FETÖ” olarak diskalifiye edildi. Bundan sonra, “Başkanlık” sistemine geçildi. Bu süreç içinde R.T. Erdoğan da partiyi tümden ele geçirerek karizmasını/liderliğini pekiştirdi.
Böylece Başkan, Saray (danışmanlar) ve Bürokrasi arasında “Teslis”e benzer bir durum/yapı oluşturuldu. Teslis’de ‘Baba’yı sayın Erdoğan; ‘Kutsal Ruh’u Saray danışmanları (Karadenizlilik); ‘Oğul’u da Bürokrasi temsil etmektedir. Seçilmiş olmak, Baba’ya geleneksel “Hilafet-Saltanat” genetiğinden gelen, kurum ve kuralların ötesinde mutlak bir güç kullanma meşruiyeti vermektedir. Çünkü, sayın Erdoğan, mevcut Anayasa’yı -daha gerilere gitmeyelim- 1980 darbesini yapan darbecilerin işi ve (zımnen) gayrimeşru olarak gördüğü için, İslam’ı/hakikati temsil zannı/iddiası ile kendini, mevcut kurumsal-hukuki yapıya uymakla mükellef görmüyor. Herkesin ağzına pelesenk olan “Hukuk Bitti” olgusunun arkasında yatan gerçek budur. Bu sürece eşlik eden iktisadi “Sermaye Transferi” veya -uzun süreden beri kılıcı düştüğü için- içe dönük “Fetih ve Ganimet” mevzusuna girmek istemiyorum, bu ayrı bir
mevzu.
Saray danışmanlarının, ‘Baba’dan aldıkları yetki ile -çoğu durumda ‘Baba’nın haberi olmadan- Cahiliye dönemindeki putların “şefaat” yetkisine (10/18) benzer bir yetki kullanarak yapmadıkları “iş” olmadığı gibi; emretmedikleri, sözlerini geçirmedikleri kimse ve açmadıkları kapı da yoktur. ‘Oğul’ rolündeki Bürokrasiye gelecek olursak, onlar da Baba’nın görevlendirdiği/atadığı kişiler olarak, Baba’yı “olduğu gibi” taklit etmektedirler. Oğul’un bedeninin tecessüm etmiş hali olarak “Kilise”nin (Bürokratik Oligarşi), inananlara -ve inanmayanlara- neler ettiğini herkes biliyor. “Hal, sâridir” ve “Kır atın yanında duran ya suyundan alır ya da tüyünden alır” atasözlerinde olduğu gibi; kendi altlarına karşı istediklerini yapmaktadırlar. Kilisede kişi narsisizmi ile Tanrı (Baba) rızasının nasıl mezcedildiği bilinmektedir.
Hasılı, görünürde kurumlar, kurallar, hukuk var; ancak pratikte bunların etrafından dolanılıyor, bunlar görmezlikten geliniyor veya iplenmiyor. Halk, “Devlet”e karşı olan güveni (iman) zayıfladığı için, çoğu durumlarda kendi başının çaresine bakıyor. Her gün televizyon haberlerine yansıyan sokak çatışmaları, trafik magandalıkları, kadın cinayetleri…bu durumun bazı semptomlarıdır. Örneğin, Ankara’da, Kızılay’ın göbeğinde artık kimse trafik ışıklarına uymuyor; fırsatını bulan, hemen karşıya geçiyor. Trafik kurallarına riayet, bir toplumun hukuka olan saygısını ele veren iyi/tipik bir göstergedir. Bu durum, “Balık baştan kokar” sözünün topluma yansımasıdır. Türkiye’de hukuk ve kamuya ait hazinenin tasarrufu, Hükümdar’ın tasarrufundan ibarettir.
Çözüm, Allah’ın önerdiği; Batı’nın, uzun süren iç savaşların sonucu tecrübe ile geliştirdiği şeffaf, kutsal olmayan, maslahata, ehliyete-liyakate mebni, ortak aklın ürünü kurum, kural ve hukuk ile dolayımlanmış bir devlet oluşturmaktır. Liberal filozofların dediği gibi, “Devlet” bağlamında: “Güç, tefessüh eder; mutlak/kutsal güç, mutlak tefessüh eder.” Kur’an’da Allahlığın bile “meşruiyeti” kendi koyduğu ahlaki kurallara uymak zorunluluğundan geldiği halde (Sünnetullah); salt güce dayalı ve başına buyrukluk/mutlaklık, matah bir şey değildir. Hele siyasette hiç değildir.