Bastırılmış Doğanın İsyanı

Şimdi özlenen “belirlilik”, “anayasal güvence” ve “anayasal demokrasi”dir. Norm kafeslerine ayrılmış izole mahalleler değil, her şeyin göz önünde yapıldığı “açık pazar”, “açık toplum”dur.

Bastırılmış Doğanın İsyanı

Türkiye uzun bir süredir tek bir parti tarafından yönetiliyor. Bu süreç başlangıçta çevrenin merkeze yürüyüşü olarak adlandırılsa da yaşanan şey; uygarlığa karşı doğanın isyanı idi.

 

Uygarlığa duyulan tepki aslında modernleşme süreci ve uygulamalarına duyulan tepkiyi sembolize ediyordu. Dahası, rasyonelleşme süreci ve bürokrasiye duyulan tepkiyi. Bunların her ikisi de aynı zamanda ve zorunlu biçimde sekülerleşmeyi de ifade eden süreçlerdi. Doğa da yaşadığımız toplumun kültürel kodlarını.

 

Bunlardan birincisi öykünme ve öğrenme yoluyla sonradan edinilen bilgi ve becerileri; ikincisi, doğuştan gelen eğilimleri ifade ediyordu. Birincisi uygarlığı, ikincisi ise kültürü ifade eden bu iki küme arasında doğaları gereği bir gerilimin olması olağan bir şeydi. Nitekim bizde de bu süreçler yaşandı.

 

Kısacası uygarlık “araçları”, doğa da bizatihi “insanın kendisini” ifade ediyordu. Gerilim de bu ikisi arasındaki uyuşmazlıktı.

 

Tekniğin Egemenliği

 

“Doğa üzerindeki egemenlik” der Horkheimer, “insan üzerindeki egemenliktir”. Bu demektir ki teknik donanımla insan sadece dışsal doğayı egemenliği altına almaz, aynı zamanda içsel doğayı, yani kendisini de egemenliği altına alır.

 

Böylece egemenlik için egemenlik içselleştirilir. Buna rasyonelleşme denir. Her bir eylemin anlamını sadece işlevselliğinden aldığı pratik bir süreç her şeye egemen olmaya başlar. Rasyonelleşme işte bu sürecin adı, davranışların otomasyona bağlandığı bir tür anomi, yabancılaşma sürecinin de anahtarıdır.

 

Literatürde çoğu kez “mutlak aklın” mücessem hali olarak dolanıma giren rasyonellik, aslında örgütlü aklın hesaplı ve sağlaması yapılmış sürümlerinden ibaret bir üretim ve denetim aracıdır. Bir tür iç ve dış doğanın köleleştirilmesi, bunun anlamlı bir amaca bağlanamayan rafine bir aletidir. Rasyonellik en yalın haliyle budur.

 

Oysa anlama sürecinin kendisi olan akletme; rasyonelleşme sürecinden başka, bambaşka bir şeydir. Ve tam da bu yüzden akletme sadece “nasıl” sorusunun emrindeki basit, sıradan bir işgücü, yaptığı işe bağımlı herhangi bir üretim faktörü değil; kendi kendisinin efendisi olan sorumluluk sahibi bir öznedir. Oysa rasyonellik süreci, üretim bandında otomasyona bağlanmış bitevî tekrarların ruhsuz dünyasıdır.

 

Sürecin kendisi öylesine acımasızdır ki, bilim insanları bile bu sürecin teknik birer aygıtı olarak işlevsel birer araç, mavi yakalı birer ücretli hâline getirilir. Çoğu kez adına sanat denilen reprodüksiyon halindeki harcıâlem sinema ve tiyatro eserleri de bu sürecin dolgu maddesi haline gelirler.

 

Ya Sanat, Hakiki Sanat

 

Sanat hayatın kendisi; Tanrı armağanıdır. Sanattır ki bize eşyaya hakiki anlamda tasarruf etme mecrası kazandırır. Ancak onunladır ki, araçsal aklın kalıplarına girmeyen ve hiçbir zaman da giremeyecek olan bir alana yelken açarız. O yüzden sanata bilinç dışının dışa vurumu denmiştir. Müziğe de meleklerin dokunuşu.

 

Sanat aklın değil, bilinç dışının eseridir. Şiir de öyle. Çoğu kez ciddi bir yanılsamayla şiirin de bilincin eseri olduğu düşünülür. Oysa şiirde hakiki sanat ifadesini ancak, her biri ayrı ayrı şahsiyetlere sahip binlerce sözcüğü, sahip olduğu şahsiyetlerden çıkartıp yepyeni bir şahsiyete dönüştürmekte bulur.

 

O olmadan sanat olmaz. Çünkü sanat, yeni ve benzersiz olana denir. Tabii ki her sanat tabiata öykünme, ilhamını oradan alma olduğu içindir ki, taklit içerir. Fakat öyle bile olsa, o süreçte de aslolan kendimizle ve tabiatla vasıtasız temas kurabilme, ona benzemedir. Sanatı özgün kılan da budur. O teması sağlayabilme, oradan esintiler almadır.

 

Rasyonelleşme denilen teknik süreçler geliştikçe, insan doğamıza yabancılaştığımızı hissederiz. Rasyonelleşmenin bedeli budur: Yabancılaşma!

 

Ankara

 

Yakup Kadri’nin Ankara’sını okuyanlar bilir. Oradaki tiplemeler hem Anadolu’dan görünen Ankara resmini hem de tipik taşralı resmini verir. Bir yanda eskinin devamı olan şarklı bir foterli, sözüm ona inkılapçı; diğer yanda ise ondan çekinmekle birlikte aynı eşikten içeri girmeye çalışan ufak tefek, kurnaz bir Anadolu köylüsü.

 

Bu tiplemede ne idareyi ele alan sözde bürokrat ne de idareye karşı daima ihtiyatlı ve idareli bir tavrın adamı olan reaya -resmiyette yurttaş ama ulus bilinci yeterince gelişmemiş bir yurttaş- hakiki anlamda kurallı bir düzenin destekçisi ve savunucusudur.

 

Her ikisinde de içerikten ziyade pragmatist anlamda tüm opsiyonları açık, her an yön ve taraf değiştirmeye hazır bir psikoloji hâkimdir. Burada hem doğaya hem de doğa dışı uygarlığa karşı belli belirsiz bir mesafe vardır. Doğaya mesafelidir çünkü fukaralık yorgunudur. Uygarlığa mesafelidir, çünkü kurallı ilişkiyi değil esnek ilişkiyi sever.

 

Fakat asıl önemlisi mülkiyet anlayışı yeterince gelişmemiştir.

 

Evet, mal canın yongasıdır ama mal da değneğin ucunda, rüzgârın yelindedir.

 

Yüzyıllar hatta bin yıllarca zenginliğin hakiki kaynağı olan toprağın soyut mülkiyetinin devlet tekelinde olması, mülkiyet anlayışının gelişmesi önündeki en büyük engellerden birini oluşturmuştur. O yüzdendir ki toplumun bütün kademelerindeki temel amaç devlet veya bir devletluya kapılanmak, ona yamanmaktır.

 

Devletin en üst kademesindekilerle tüccar sermayesinde bile bu psikoloji hâkimdir. Hepsinin bilinç dışı kapıkulu psikolojisiyle malûl, onunla yaralıdır. Bu yaralı bilinç dolayısıyladır ki, hiç kimse pozisyonundan emin değildir. Anayasa, yasa ve kural; bunların tamamı bu topraklarda daima bir şekil şartı, formalite olarak anlaşılmıştır.

 

Pekâlâ, hâl gerçekten böyle ise, Ankara’nın kraldan fazla kralcı tavrı nedendir?

 

Büyük ekseriyeti, içinde Fransızların da olduğu Alman ve Avusturya orijinli mimarların tasarımlarıyla şekillenen erken Cumhuriyet dönemi Ankara’sı, genellikle yalın ve simetrik cepheleri, anıtsal boyutta merdivenleri ve sütunlu giriş düzenlemeleriyle öne çıkan bir şehirdir.

 

Mimari, yeni devrin zihniyetini de ele vermektedir. Yüksek ve sağır duvarlar, yeni devir bürokrasinin “ruhsuz uzmanlarını” çağrıştırır. Gerçekte o devrin bürokratı her ne kadar rasyonel bir görüntü verse de, zihniyet olarak bunların büyük ekseriyeti şarklı ve gözleri görevinin üstünde değil, efendisinin üzerindeki adamlardır.

 

İrrasyonel Mütehakkim

 

Rasyonelliğin -rasyonelliği profesyonel anlamdaki uzman karşılığı olarak kullanıyorum- patronaj ilişkisiyle zehirlendiği bu dönemin memurlarındaki kraldan fazla kralcı tavrın arkasında yatan en büyük nedenlerden birisi; görevin değil, patronaj ilişkisinin öne çıkması, her şeyi etkisi altına almasıdır.

 

Bunun temelinde de uzman işgücü terbiyesinden mahrumiyet değil, reaya psikolojisi vardır. Çünkü bu topraklar iyi kötü bürokrasi kalemlerinde yetişmiş sağlam bir devlet geleneği ve terbiyesine sahiptir. Sahip olunmayan şey, ulus bilinci ve mülkiyet bilincinin yeterince kökleşmeyişi, bu terbiyeye yeterince sahip olunmayışıdır.

 

Ulus/yurttaşlık ve mülkiyet bilincinin yeterince gelişmediği hiçbir toplumda birey, işine odaklanamaz. Çünkü böylesi bir psikolojide sadece haklar ve kazanımlar değil, rütbe ve sermaye de en tepedeki yetkenin elinde, iki dudağının arasındadır. Bu algı toplum belleğine o kadar yerleşmiştir ki, hiçbir güvence bunu değiştirmez.

 

Bu, dün olduğu gibi bugün de böyledir.

 

İşte bu yüzden devlet kademesinde bürokrat işinde gücünde, büroya bağlı, Batılı anlamda tanımlı bir sürecin parçası, rasyonel bir uzman değil; kulakları yukarıdan gelecek rüzgârlara açık, şahsî otoriteye bağlı irrasyonel bir mütehakkim, bir göz boyayıcıdır.

 

Bu tip memleketlerde tam olarak ne yargıç ne de yargı güvencesinden söz edilebilir. Her şey belirsiz, her şey sürprizlere açıktır. Oysa rasyonellik tanımı gereği sürprizlerin antitezi, karşıtıdır.

 

Netice

 

Erken Cumhuriyet dönemi Ankara’sının soğuk ve sağır duvarları -katı pozitivist ve sözde rasyonel- şimdilerde yerini, her şeyin vıcık vıcık olduğu belirsiz bir Ankara’ya bırakmıştır.

 

Her şeyde olduğu gibi, bir şey haddini aşınca nasıl zıddına dönüşürse, burada da aynısı yaşanmış ve had aşılmış, zemin balçıktan görünmez olmuştur. Artık ne yol belli ne yolcu bellidir. Her şeye ahbap-çavuş ilişkisi hâkimdir.

 

Şimdi özlenen “belirlilik”, “anayasal güvence” ve “anayasal demokrasi”dir. Norm kafeslerine ayrılmış izole mahalleler değil, her şeyin göz önünde yapıldığı “açık pazar”, “açık toplum”dur.

 

İsyan şimdi “uygarlığa” değil, her tarafı azgın sellerin -bunu siz dizginlenemeyen eğilimler ve ahbap-çavuş ilişkileri olarak okuyabilirsiniz- sardığı bataklıklara, “doğaya” ve bunların bağrında bütün bir toplumu saran kolera, tifo, sıtma, verem gibi sosyal, kültürel ve siyasal hastalıklaradır.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.