Batı’nın İsrail Bataklığı

Hem Washington’un hem de Avrupa’nın kendilerini kolay kolay kurtulamayacakları bir “İsrail bataklığına” saplanmış buldukları giderek daha belirgin hale geliyor. Biden, seçim şansını tehlikeye atma pahasına da olsa, İsrail ile birlikte hareket ediyor. Trump’la girdiği çekişmeli yarışta, bir zamanlar Netanyahu’ya saltanatının gün geçtikçe tükenmekte olduğuna dair yaptığı uyarıyı bizzat kendisi yaşayabilir.

biden netanyahu

Batı’nın İsrail’e yönelik, uzun zamandır fanatizmin ötesine geçen, kararlı ve sarsılmaz desteğini nasıl açıklayabiliriz? İster komplo teorisi olarak isterse basit bir açıklama olarak adlandırılsın, yıllar boyu istikrarlı bir biçimde su yüzüne çıkan üç teoriden bahsedebiliriz. Öncelikle İsrail’in Holokost’un ardından Batı için bir tür kefaret işlevi gördüğü düşüncesi var. İkinci olarak genellikle Batı’nın, özellikle de ABD’nin, İsrail’i Orta Doğu jeopolitiğinde vazgeçilmez gördüğü öne sürülmektedir. Son olarak da İsrail lobisinin Washington’dan Londra’ya, Paris’ten Berlin’e uzanan etkili siyasi, ekonomik ve entelektüel gücünün müthiş etkisinden bahsedilir. Bu anlatı, bu etkili ağın tüm dünyaya yayılarak ekonomik ve entelektüel söylem ve etkileşimlerde önemli bir rol oynadığını öne sürmektedir. Bu teorilerin her biri, mesela Yahudi-Hıristiyan geleneği çizgisinde ilerleyerek Siyonizm ile ideolojik ve teolojik yakınlık kuran Hristiyan mezheplerin varlığı gibi, kendine özgü dinamiklere de sahiptir. Benzer şekilde, İsrail’in Ortadoğu’daki asırlık jeopolitik statükonun korunmasında oynadığı yadsınamaz rol, İsrail lobisinin çeşitli devletlerin güvenlik ve jeopolitik ihtiyaçlarının giderilmesinde bir tür komisyoncu ve pazarlamacı işlevleri görmesi de listeye eklenebilir.

 

Bu teorileri hararetle savunanlar ya da karşı çıkanlar açısından, özellikle de Washington’un İsrail’e verdiği destek söz konusu olduğunda, rasyonel açıklamalar yapmak oldukça güçtür. Bu üç teoriden hiçbiri İsrail’e verilen destek karşılığında nelerden vazgeçildiğini yeterince açıklayamamakta, söz konusu ulusal çıkarlardan ve katlanılması gereken manasız jeopolitik bedellerden bahsetmemektedir. Bu yaklaşımlar, İsrail’e verilen desteğin ardındaki rasyonel gerekçeleri yeterince açıklayamamakta, ulusal çıkarlar ve önemli jeopolitik bedeller de dahil olmak üzere İsrail adına yapılan fedakarlıkları izah edememektedir.

 

Batı’nın “Son Tabusu”

 

Edward Said yaşadığı dönemde, ABD’nin İsrail’e verdiği değişmez desteği rasyonel ve çıkar odaklı argümanlara dayandırmak ve açıklamak gibi bir zorlukla boğuşuyordu. Bu durumu bir “tabu” olarak nitelendirmişti. Said, Amerika’nın ya da Batı’nın “son tabusu” olarak nitelendirdiği bu desteği, Orta Doğu’nun on yıllardır taşıdığı bir yük olarak tanımlıyordu. Bu ağır bedel, “İsrail’in güvenliğini” korumak için bazen bölgedeki en temel demokratik taleplerin bile reddedilmesi yoluyla ödetildi. Aynı zamanda, Filistinlilerin acılarını istismar ederek devlet dışı silahlı aktörlerin istemeden de olsa palazlanmasına yol açtı.

 

Dolayısıyla henüz “İsrail meselesi”ne ilişkin tatmin edici ve rasyonel bir cevaba ulaşamadık. Bu durum 7 Ekim’de bir kez daha teyit edildi. Batı’nın İsrail’e verdiği amansız destek, bu kez farklı bir şekil alarak, tamamen irrasyonel bir fona dönüştü. İsrail tabusu Batılı siyasi, medya ve entelektüel elitlerin apartheid hükümetinin stenograflarına dönüşmesine neden oldu. Bu elitlerin söylemleri sadece göze batacak kadar utanç verici değil, aynı zamanda son derece akıl dışıdır. İsrail’in eylemlerini desteklemek için kararlılıkla sundukları argümanlarda temel sağduyu ve etik tutarlılıktan yoksunluk göze çarpmaktadır. İsrail meselesi bir taraftan hassas uluslararası kurallara dayalı sistemden geriye kalan kırıntıları tehlikeye atmakta, diğer taraftan da hem bölgesel hem de küresel jeopolitiği önemli bir stres testine tabi tutmaktadır.

 

Süregelen kriz, ele alınması gereken karmaşık bir sorun olmaya devam etmektedir. Bu karmaşıklık sadece Batı’nın İsrail konusunda karşı karşıya kaldığı ahlaki ve rasyonel ikilemlerde değil Batılı liderlerin güvenilirliği konusunda da kendini göstermektedir. ABD Başkanı Biden’ın kendisini “Siyonist” olarak tanımlaması, Dışişleri Bakanı Blinken’ın “bir Yahudi olarak İsrail’de” olduğunu açıklaması, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un IŞİD’le mücadele eden güçleri Hamas’a karşı kullanma yönündeki cahilce önerisi ve Alman şansölyesinin geç kalmış olsa da “absürt” açıklaması ile yaşanan akıl tutulmasında ön saflardaki yerini alırken; Batı’nın içinde bulunduğu çıkmazın vahametini göstermektedir. Küresel siyasi ve ekonomik sistemin ciddi bir gerilemeyle boğuştuğu bir dönemde, ciddiyetsizliğin can sıkıcı bir biçimde hüküm sürmesi Batılı hükümetleri ve liderleri anlamsızlaştırmaktadır. İsrail’in bir etnik temizlik ve soykırım kampanyasına dönüştürdüğü Gazze saldırılarının neden olabileceği muhtemel jeopolitik çalkantı ve güvenlik krizinden habersizmiş gibi görünen bu siyasi kayıtsızlık, sadece Orta Doğu’da değil tüm dünyada bir alarm işareti olmalıdır. Bölgesel ve küresel jeopolitiğin istikrarının sağlanması, tek başına İsrail’in iradesine bırakılamayacak kadar önemli bir meseledir. Netanyahu’nun mesihçi hayallerinin büyük güçler rekabetini, bölgesel dengeleri ve istikrarsız bir küresel güvenlik çerçevesini içine çektiği kıyamet senaryosuna hiçbir ülkenin yeterince hazırlıklı olmadığı aşikârdır. 

 

Batılı Seçkinlerin Trajedisi

 

Hem Washington’un hem de Avrupa’nın kendilerini kolay kolay kurtulamayacakları bir “İsrail bataklığına” saplanmış buldukları giderek daha belirgin hale geliyor. Biden, seçim şansını tehlikeye atma pahasına da olsa, İsrail ile birlikte hareket ediyor. Trump’la girdiği çekişmeli yarışta, bir zamanlar Netanyahu’ya saltanatının gün geçtikçe tükenmekte olduğuna dair yaptığı uyarıyı bizzat kendisi yaşayabilir. Göreve gelmeden önceki vizyoner taahhütlerinden sistematik olarak vazgeçerek, Amerika’nın küresel sistemdeki jeopolitik konumu hakkında kuşkuları arttırması daha da vahim. Derin bir “ahlaki iflasın” yanı sıra, küresel jeopolitiğin hassas dengesini daha da bozuyor. Ukrayna krizi sırasında kazanılan tüm diplomatik birikimini çarçur etmenin yanı sıra, her daim akışkan olan küresel ittifak tablosuna daha fazla kargaşa pompalıyor. Biden ve tüm Amerikan siyasi liderliği, ABD’nin jeopolitik kredisini İsrail’e açık çek olarak sunarak, küresel jeopolitik istikrarsızlığın genişlemesini hızlandırıyor. Bu gelişmeler, devletleri yavaş yavaş başka bir alternatife, yani tıpkı ABD gibi, küresel istikrar ve barış asgari endişe sergileyen ‘Küresel Güney’e doğru itiyor.

 

Küresel jeopolitiğin, ekonominin ve uluslararası ilişkilerin temelini oluşturması gereken asli değerler, sorumluluk ve hukuk temelli ekseninin bariz bir şekilde bulunmadığı dünyada, elimizde “Homo homini lupus” (İnsan, insanın kurdudur) gibi kasvetli bir özdeyişle yönetilen bir alemden başka bir şey kalmıyor. Bugün zuhur eden ilkel yaklaşım, insanlığın katlandığı büyük bedellere ulaştığı aşamayı açıkça görmezden geliyor. İsrail’in vahşetinin uluslararası ilişkilerde bir referans noktası haline gelme ihtimali, Batı’nın hem geçmişteki Holokost hem de günümüzdeki Gazze vahşeti karşısında nasıl sessiz kaldığını anımsatan endişe verici bir gelişmedir. Ahlaki sorumluluktan yoksun bu aktörler, sadece zaten can çekişen kurallara dayalı düzenin aşınmasını hızlandırmakla kalmıyor, aynı zamanda kendi uluslarının çıkarlarını, bölgesel ve küresel güvenliği de tehlikeye atıyor. Biden, Trump’ın açtığı yolda ilerleyerek, Putin’in tarihsel revizyonizminin Xi’nin sınırsız güç arayışıyla birleştiği istikrarsız bir eksen oluşturuyor.

 

Washington ve Avrupa, Putin ve Xi’nin dünyaya sunabileceklerinden önemli ölçüde farklı bir uluslararası düzen tahayyülü sunamıyorsa, küresel jeopolitiğin hızlı bir şekilde tümüyle anarşik bir aşamaya girmesinin önünde bir engel kalmamıştır. İsrail, 7 Ekim’den önce, kuruluşundan bu yana jeopolitik gücünün zirvesine ulaştığına inanıyordu. 7 Ekim’in ardındansa hem Washington hem de Tel Aviv’in jeopolitik nüfuzları dibe vurdu ve tarihlerindeki en sıradan dönemlerden birini yaşıyorlar. ABD Başkanı bölgeye yaptığı ziyaret sırasında kayda değer bir jeopolitik düşüşle karşı karşıya kaldı. Uzun zamandır Washington’un kontrolünde olan Arap liderlerin kendisiyle temas kurmaktan kaçındığı bu ziyaret, düşüşün derinliğini sembolize ediyordu. Washington, Çin’in rekabeti karşısında küresel jeopolitik ve ekonomik konumunu yeniden ayarlamaya çalışırken, 7 Ekim’in ardından potansiyel bir “medeniyetler çatışması”nın da temellerini attı.

 

Batılı Değer Setinden Geriye Ne Kaldı?

 

Dünyanın geri kalanı açısından, Batı’nın ortaya koyduğu herhangi bir değer sistemi ya da işlevi ciddiyetle değerlendirmek için artık pek bir neden yok. İsrail Batı’nın tutumları açısından geleneksel olarak bir barometre görevi görmüştür. Ancak 7 Ekim olayları bunu bir turnusol testi olmanın ötesine taşıyarak varoluşsal bir krize sürükledi. Washington ve Avrupa, Batı kamuoyunun ve küresel vicdanın sağduyulu tepkilerine çok az dikkat kesilerek ürkütücü bir yabancılaşma evresine girdi. İsrail ve Batı dünyası, kendilerini küresel kitlelerin kolektif vicdanına karşı konumlandırmanın siyasi yansımalarıyla kaçınılmaz olarak yüzleşecektir. Daha da önemlisi ve tehlikelisi, İsrail’in eylemlerinin potansiyel olarak yol açtığı güvenlik krizleri azami dikkati hak etmektedir.

 

Orta Doğu gerçek anlamda 20. yüzyıl boyunca büyük bir çatışma bölgesi olmuş, son elli yıl boyunca da sürekli savaşlara ve işgallere maruz kalmıştır. Bölge, süregelen bu çatışmalar sonucunda negatif enerji biriktirmiş, bu da onu hem bitkin hem de savaş hayaletinin peşini bırakmadığı bir bölge haline getirmiştir. Bu tarihsel anlatıda hem Amerika Birleşik Devletleri’nin hem de İsrail’in işgalleri bölgenin savaş enerjisinin birikiminde önemli rol oynuyor. Bu enerjinin önemli bir kısmı Körfez Savaşı ile başlayan Amerikan işgalleriyle yeni bir enerji dalgasına yol açtı. Aynı yıllar İsrail’in Filistin devletine dair son umutları da yok etmek için kontrolden çıktığı yılların başlangıcıydı. Washington’un bütün bu askeri müdahalelerinin çok az başarı ile sonuçlanmış olması dikkat çekicidir. Özellikle 2003’ten bu yana ABD bölgede konvansiyonel savaşa girmemiş olmasına rağmen kazandığı bir savaş bulunmamaktadır. Bu kritik gelişme, bölgesel çatışmalarda güç asimetrisinin azalan öneminin altını çizmektedir. Ayrıca, devlet dışı aktörlerin teknoloji kullanımındaki gelişmeler, Ukrayna’da görüldüğü gibi, 400 dolarlık insansız hava araçlarının milyonlarca dolarlık tankları etkisiz hale getirebildiği yeni düzende savaşın doğasını yeniden şekillendirmiştir. Çeşitli örgütsel yapıları kullanan devlet dışı aktörler, doğrudan ya da vekalet savaşı imkanları aracılığıyla uzun süreli savaşlara girme kapasitesine sahip olmuş ve böylece konvansiyonel savaş yöntemlerinin yerini alan yeni bir savaş dönemi başlatmıştır. Dahası, bu uyum yeteneği Irak ve Suriye gibi ideolojik ve milliyetçi motivasyonların sınırlı ve sorunlu olduğu bölgelerde de kendini göstermiştir. IŞİD gibi gruplar bile herhangi bir yerel ya da küresel ahlaki destek olmadan uzun süre ayakta kalmayı başarmıştır. Bu dinamiklerin aksine, Filistin davası hem ahlaki ilkelere hem de belirli bir coğrafi konuma dayanan benzersiz bir konudur. Bölgeden ve dünyadan da hakiki bir destek almaktadır. Hamas’ın bir semptom olduğunu kabul etmemek ve İsrail’in Hamas’ı yok etme konusundaki arayışında ısrar etmek Washington için önemli sonuçlara yol açabilir.

 

Küresel ve bölgesel jeopolitik manzarayı iyi kavrayan, sayısız zorluğa rağmen uluslararası düzeyde asgari müştereklerde buluşmanın öneminin farkında olan ve en önemlisi de bütün sıkıntılarına rağmen, insanlığa dair temel ahlaki ilkelere bağlılığını sarsılmaz bir şekilde sürdürenler şimdi hem Washington’u hem de Avrupa’yı kuşatan “İsrail tuzağına” ve bunun yol açabileceği tehlikelere ışık tutuyor. Temel soruya dönecek olursak, görünen o ki Batı liderliği, küresel vicdanın sayısız uyarısına rağmen, İsrail tabusundan kurtulmak gibi meşakkatli bir bir yolda ilerlemek zorunda kalacaklar. Kendi toplumlarında ve dünyada bulunmayan bu “nihai tabu”, Batılı siyasi elitlerin idaresinde varlığını sürdürecektir. Batılı liderler, 7 Ekim olaylarını kendi çıkarlarına doğrudan bir saldırı olarak yorumlayarak, verdikleri telaşlı tepkilerle jeopolitik açıdan net olan bir meseleyi ahlaki ve psikolojik boyutları olan bir ikileme dönüştürmüşlerdir. İşgalin temel bir neden olduğu söylemine girmek yerine, savaş suçları, insani yardım, ateşkesler ve masum hayatların trajik kaybıyla bezeli tam ölçekli bir katliama dönüşen bu durumun sona erdirilmesinin İsrail’in çıkarlarına ters düştüğüne inandıklarını açıkça ifade etmişlerdir. Batı’nın duruşu Freud’un tabu kavramını doğrulamaktadır: “Dışarıdan (bir otorite tarafından) zorla dayatılan ve insanoğlunun tabi olduğu en güçlü arzularına karşı yöneltilen ilkel yasak.” 

 

Bugün gelinen noktada, ABD ve Avrupa devletlerinin ulusal çıkarlarının ötesinde bir muamma olan “İsrail tabusu”nun mantıksal ve etik bir söylemle yıkılamayacağı çok açık. Durum o kadar trajik bir şekilde çetrefilli hale geldi ki, “Amerika’nın sahici jeopolitik çıkarlarını Washington’a anlatmaya ve hatırlatmaya” çalışan anlamsız ve tuhaf bir çaba ortaya çıktı. Amerika Birleşik Devletlerindeki yaklaşık 13.000 lobinin varlığına rağmen, Amerikan siyaseti ve çıkarları için gerekli olan asıl lobinin ihtiyacı açık bir şekilde görülmeye başlandı. Washington’da ve benzer şekilde diğer Batı başkentlerinde, Netanyahu’nun mitolojik fantezilerini dizginleyebilecek, pragmatik bir jeopolitik bakış açısı aşılayabilecek ve kendi ulusal çıkarlarını önceleyebilecek ya da küresel istikrarı önemseyen bir siyasi söylemi teşvik edebilecek bir “Amerikan lobisi” süratle ortaya çıkmadıkça, kendini “Siyonist” olarak tanımlayan bir Amerikan başkanının Washington’un çıkarlarını koruması ve küresel güvenlik istikrarı için endişelenmesi pek mümkün görünmüyor.

 

Bu yazı Ankara Enstitüsü sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için buraya tıklayınız.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.