Bayram ile Politik Rejim Arasında Cumhuriyet

Cumhuriyet’in asıl başarısı halkın çoğunluğunun hukuken bir hanedan ismiyle anılmaya pek de hevesli olmamasıdır. Evet, bundan dolayı Türkiye Cumhuriyeti bir politik rejim olarak kendini bir bayram olarak taltif etmekte 101 kere bahtiyar olmuştur.

Bugün bayram, 

Erken kalkın çocuklar

 

Dinî veya ulusal bir bayram olduğunda, çocukluğumdan dilime pelesenk Barış Manço’nun 1985’te altıncı plağı ve kaset olarak eşzamanlı ilk çıkardığı 24 Ayar albümünden epigraftaki Bugün Bayram şarkısı zihnime dolanır. Bugün 29 Ekim 2024. İlk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün “En büyük eserim” dediği Türkiye Cumhuriyeti her yıl olduğu gibi bu yıl da kuruluşunun 101’inci yıldönümünü çoşkulu bir şekilde kutluyor. Bildiğimiz evrenin, gezegenimizin hatta Homo sapiens’e koşut insanlık tarihiyle kıyaslandığından bir asır ve bir fazlası çok da esamisi okunacak bir zaman dilimi olmasa da modern ulus-devletlerin ve öncesindeki hanedan baskın kadim olanların ömürleri bakımından dalya deyip onu da aşmak hepsine nasip olmadığından, 41 kere değil 101 kere maşallah. 

 

Geç Osmanlı-Türk modernleşmesi zaviyesinden bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti bir devlet olarak sıfırdan kurulmadığı için kök/en/lerini -üzerinde yükseldiği devrimlere koşut olmak üzere- 1839 Tanzimat Fermanı’na kadar götürmek çok da abes olmasa gerek. Bu minvalde halefi olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun sadece emperyal geleneklerini değil ödemek üzere borçlarının yanı sıra militer ve sivil bürokrasisini de büyük ölçüde miras alan bir rejim değişikliğidir Türkiye Cumhuriyeti. Bunu elbette bu rejim değişikliğini hafife almak için değil, tam tersine bu yeni politik rejimin ağaç kovuğundan çıkmadığının altını çizmek için ifade ediyorum. Türkiye Cumhuriyeti, halefi olduğu bir politik strüktürün en büyük ve haliyle de en doğal mirasçısı olarak Feroz Ahmed’in meşhur ifadesiyle bir Anka kuşu misali küllerinden yeniden doğmuştur ama yoktan da var olmamıştır. Bu sadece kurumlarının Cumhuriyet’ten eski olmasıyla politik kültüre yansıması bakımından değil, erkek çocuklarını “paşam” diye seven bir sosyal kültürün yansıması olarak da okumanın isabetli olmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının da bu rütbeyle anılan Osmanlı’nın üst düzey askeri ve sivil bürokratları olduğunu akılda tutmak bile bu sosyal yansımayı çözümlemeyi kolaylaştırır. Bunu, Sevr Antlaşması’nın bırakın üzerinden yüzyıldan fazla zaman geçmesini kendi döneminde bile kâğıt ve mürekkep israfı olmaktan fazlası olmamasına rağmen bir ulusun travmasına dönüşen bir sendrom olmasından idrak edebiliriz. 

 

Bilim felsefesi olarak Feyerabend yaklaşımını içselleştirmiş bir siyaset bilimci olarak herhangi bir politik rejimi diğerinden üstün tutmayı anlamlı bulmasam da bireysel yaşamımda -mutlak ve/ya meşruti olması fark etmez- kategorik olarak monarşi ve cumhuriyet arasında bir seçim arasında kalsam -monark olma seçeneğimin de olmadığı varsayımıyla- tercihimi bilakaydüşart cumhuriyetten yana kullanırım. Çünkü günün sonunda tüm ulusun mücessem halinin bir monarkın biyolojik bünyesinde vücut bulması nedeniyle Buckingham Sarayı’nda geniş ailesiyle vergiden muaf servet edinmeleri fikri liberteryan zihniyetimi fazlasıyla rahatsız ediyor. Altı sezon 52 bölüm Downton Abbey dizisini (2010-2015) ve devam filmi Dowtown Abbey’i (2019) izledikten sonra proleter sınıfsal kökenlerimin de etkisiyle kendimi Cumhuriyetçiliğe ya/t/kın bulduğumu itiraf edeyim. Lakin bütün politik rejimlerin aynı devlet ve her fenomen gibi bir ihtiyaçtan doğduğunun ve Hegelyen anlamda ilk önce bir idea, sonra bir ideale dönüşüp kuvveden fiile bir izlek takip ettiğinin farkındayım. Kısacası kavramsal çerçeve, tasarım ve sonrasında inşa sürecinin ilk adımıdır. Öte yandan, politik rejimler kahir ekseriyetle devrimci doğaları gereği kurucularının şekillendirmesiyle vücut bulurlar ve bir politik rejimin ortaya çıkışı nadiren bir plebisitle taçlanır. Kaldı ki böyle bir süreç yaşansa bile halk nezdinde daha fazla etkinlik yakalayanlar, yeni politik rejimin şekillenmesinde daha fazla söz sahibi olurlar. Dahası, ne kavramsal çerçeve ne de pratik hali ilanihaye değişmez değildir. Örneğin, modernite öncesinde cumhuriyet, babadan oğula ya da daha ziyade erkek kardeşler arası el değiştiren bir siyasal otoriteyi tanımlamak üzere bir mekanizmayı anlatırken bugünkü anladığımız anlamda ne halk oyuna ne farklı siyasi partilere dayanan bir politik rejimi betimlemekteydi. O yüzden nasıl ki Roma’da olduğu gibi bir cumhuriyet pek tabii bir imparatorluğa dönüştüğü gibi nadiren de olsa krallarını idam etmek marifetiyle rejim değişikliği çok da garipsenecek bir durum değildi. Örneğin, Fransız Devrimi’nin haberinin Osmanlı sarayına ulaşmasının oldukça temkinli bir şekilde algılanmasının arkasında kadim anlayıştaki cumhuriyet anlayışı belirgindi, yoksa bunu bir vurdumduymazlık olarak betimlemek en nazik ifadeyle kastı aşar. Yöneticiler her ne kadar öyle isteseler de sultaları kendi ömürleriyle sınırlıdır. 

 

Öte yandan hangisi olursa olsun bir politik rejimden beklenen Maslow’un hiyerarşisinden fazlası değildir. Sosyal yönü ağır bassa da aileyi en küçük siyasal ünite olarak betimlediğimizde evin güvenliğini sağladığı ve faturaları ödediği sürece evin reisinin anne veya baba mı olduğu ya da evde totaliter, otoriter veya demokratik bir nizam mı hüküm sürdüğü ev ahalisi için çok da önemli değildir. Benim ve önceki kuşakların kahir ekseriyetle demokrasinin bırakın uğramayı önünden bile geçmediği evlerde baba çoğunlukla evin yegâne iaşe tedarikçisi olarak bugünkü çekirdek aileyle kıyaslandığında göreceli kalabalık aileleri doyurmakla ve güvenliklerini sağlamakla mükellefti. Haliyle de bu baba figürünün eve ekmek getirdiği ve kendi dövdüğü ama annemizden başka bizi kimseye dövdürmediği sürece bağırıp çağırması, bir kulağımızdan girip daha öbürüne ulaşmadan kafatası boşluğunda yankı bile yapamadan kaybolurdu. O yüzden de evde totaliter veya otoriter bir idarenin varlığı pek de umursanacak bir mevzu değildi. Bunu ev ölçeğiyle kıyaslanamayacak kadar çetrefil devlet ölçeğinde düşündüğümüzde sonucun pek de değişmediğini, en başta güvenlik olmak üzere beklentileri sağlayan totaliter ve/ya otoriter rejimlerin, hatta başarısız devlet örneklerinin bile kurulduktan sonra halen varlıklarını sürdürmelerinden anlıyoruz. Elbette devletler yönettikleri halkı başta sansür olmak üzere birçok şekilde çevrelemiş olmalarıyla halkları için en doğru siyasal rejimleri de ihtiva ettiklerini çeşitli propaganda mekanizmalarıyla duyurmaya devam ederler. 

 

Cumhuriyet ve Demokrasi

 

Cumhuriyeti en azından nominal düzeyde cumhurla ilişkilendirdiğimizde halk egemenliğini en çok bu politik rejime yakıştırabiliriz. Bu ise en fazla Soğuk Savaş yıllarında sosyalist ülkelerdeki tek parti yönetimlerinin kendilerinin en hakiki öz gerçek demokrasi oldukları iddiasına benzer. İşin gerçeği ortalama bir medya okuryazarlığıyla bile ucundan kıyısından siyaset hakkında bilgi sahibi olan herkesin fark edeceği üzere cumhuriyet ile demokrasi arasında ancak yekdiğeriyle var olabilecekleri bir korelasyon söz konusu değildir. Mutlak olmadığı sürece bir monarşi pek tabii billur bir liberal demokrasi örneği olabileceği gibi bir cumhuriyet de bir totaliter yapının en kristal örneği olabilir. Kaldı ki demokrasilerin ne kadar demokrat olabildikleri ve/ya kalabildikleri ise bu yazının hacmini ve kastını aşan bir başka tartışma konusudur. 

 

Politik, ekonomik, sosyal veya herhangi bir iktidar kendi varlığını devam ettirebilmek için yaptıklarını meşru kılacak bir yapıyı sadece inşa etmekle kalmaz onu her gün çeşitli propaganda araçlarıyla hitap ettiği kitleye biteviye anlatır. Kısacası, bir iktidar propaganda alanındaki ifadelerini normatif bir kılıfa yerleştirdikçe sansürünü de olabildiğince gizleyebilir. Bütün siyasal yapılar ister iktidarda olsunlar ister muhalefette olsunlar iyi ile kötünün amansız savaşında kendilerini mutlak iyi ve karşı tarafı da mutlak kötü olarak tasvir ederler ve aksini düşünenleri de revizyonist ilan ederek çeşitli düzeylerde etkisiz hale getirirler. O yüzden herhangi bir politik rejim propaganda amaçlı bir değerler manzumesi şeklinde “fazilet” olarak adlandırılabilir ama nihayetinde günlük işleri yerine getirmek üzere idari ve siyasi mekanizmaları işlevsel kılmak üzere bir yapıdan daha fazlası değildir. Kaldı ki sadece cumhuriyet değil her politik rejim mevcudiyetini sürdürebilmek için yalnızca merkezdeki ailelerin çocuklarının değil çeperdekilerin de iyi eğitim almasını sağlayarak sisteme kazandırmak üzere hareket eder, yoksa Enderun olmazdı Topkapı Sarayı’nda zaten.

 

Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin 101’inci seneyi devriyesine erişmesi sadece ortalama insan ömründen uzun, yabana atılmayacak bir zaman dilimi bakımından önem arz etmiyor. Bu önem, Cumhurbaşkanlığı forsundaki kendisinin selefi olarak referans verdiği bütün siyasal ünitelerin bir hanedanlık iken bir cumhuriyet olarak neşv-ü-nema bulmasından kaynaklanıyor. Dahası, atlattığı askeri darbeler sonrasında bazılarının sıra sayısıyla anlattığı kaçıncı Cumhuriyet olursa olsun ya da bulunduğu coğrafyada hemen yanı başındaki rejim değişiklerine rağmen kendini koruyabilmesinde de takdire şayan bir başarı yatıyor. Kanaatimce, Cumhuriyet’in asıl başarısı halkın çoğunluğunun hukuken bir hanedan ismiyle anılmaya pek de hevesli olmamasıdır. Evet, bundan dolayı Türkiye Cumhuriyeti bir politik rejim olarak kendini bir bayram olarak taltif etmekte 101 kere bahtiyar olmuştur.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.