Beni Vur, Beni Onlara Verme
Mülteci ve göç meselesi vatan, devlet gibi kavramların ötesinde konuşulması gereken meselelerdir. Aksi halde milliyetçi bir dilin kurduğu öteki ve ben ilişkisi, toplumsal gerilimi tetikleyebilir. Sivil siyasetin imkânlarının genişlemesi, toplumsal uzlaşmanın sağlanması ve buradan devşirilen ahlaki zeminin devleti yönlendiren bir erk olarak güçlendirilmesi, Türkiye’de yeni siyasetin topluma mülteci konusu başta olmak üzere güven vermesi açısından önemlidir.
Mülteciler ve mültecilik konusu uzun yıllar Türkiye gündeminin merkezinde yer alacağa benziyor. Konuyu analiz edebilmek için Türkiye yakın tarihi belirgin örnekler sunuyor aslında. Fakat iktidar ve muhalefet başta olmak üzere sivil ve siyasi toplumsal zemin, bir hafıza kaybı yaşamışçasına bu coğrafyanın gerçekliğini göz ardı ediyor. Bu yazı, Dr. Sarphan Uzunoğlu tarafından farklı mecralarda yayımlanmış 50 köşe yazısı mercek altına alınarak hazırlanan Türkiye’de Göç Meselesinin Köşe Yazılarına Yansıması başlıklı rapor ekseninde mültecilerle alakalı toplumu yönlendiren en önemli merkezlerden biri olan medyanın tutumuna odaklanmaktadır.
Rapor, mülteci meselesinin Türkiye’de ne düzeyde tartışıldığını görmek açısından oldukça önemli. Çalışma, ülkede önemli bir kanaat odağı olarak farklı düşünce ve hayat tarzına sahip gazetecilerin mülteci meselesini ele alış biçimlerini analiz ediyor. Genellikle ‘pozitif, negatif ve nötr’ olmak üzere üç kategoride incelenen köşe yazıları, toplumsal zeminde ortaya çıkan ve büyük oranda siyasal partilerin söylemlerini de etkileyen gündemin medyadaki yansımasını bize sunmuş oluyor.
Analitik Görüşler Yerine Politik Konumlanma
Köşe yazısı isimlendirmesi her ne kadar ‘yazar’ın günlük bir mesele hakkında kendi özgün düşüncelerini yansıttığı alan olarak tanımlansa da Türkiye gibi medya-devlet ilişkisi henüz sınırları konulmamış politik manevralarla şekillenen ülkelerde (muhtemelen tüm dünyada) hâkim algının gölgesinden kurtulamaz. ‘Yandaş’ ya da ‘muhalif’ olsun kendi konumlanma biçimini siyasal bir sürecin özerklik alanına hapseden bir gazetecinin özgünlüğünden bahsedebilmek mümkün olamaz sanırım. Yukarıda anılan çalışmada belirgin bir şekilde, uluslararası hukuk bağlamında ortaya çıkan mülteci, göçmen vs. gibi tanımlamaları gazetecilerin yerli yerine kullanamadığı ortaya çıkıyor. Haliyle topluma bir göç dalgasının hangi sonuçlara neden olabileceğine dair analitik görüşler sunmak yerine politik konumlanmanın ortaya çıkardığı hamaset topluma sunuluyor.
Raporda mültecilere yönelik kullanılan ifadelerde veya alınan tavırlarda pozitif yönelimin iki farklı bağlamda değerlendirilmesi gerçekliği önümüze çıkıyor. Örneğin daha muhafazakâr çizgide ve iktidara yakın yayın yapan gazetelerin yazarlarının devletin aldığı karar ekseninde şekillendiğine şahit oluyoruz. Sabah, Yeni Şafak, Milat gibi gazetelerdeki yazıların “mazlumluk, yerinden yurdundan edinilmek, zorla yerinden edilen insanlara kucak açmak” gibi bazı söylemsel simgelerle karşılandığını görüyoruz. Ama daha önemlisi, bu yayın organlarının yazarlarının neredeyse hepsi devletin “kucaklayıcı” tavrını kutsayan ifadelerle meseleye zemin arıyor.
2011 yılında Suriye olaylarının başladığı günden bugüne kadar aslında devletin politikaları ekseninde şekillenen halkın etkisi “kardeşlik” zeminini kuruyor. Aslında devlet burada merkezi bir rol üstleniyor. Haliyle kutsanması gereken şey ‘ensar-muhacir’ ilişkisini belirleyen yegâne etken olarak devlet ve daha da özelde “yeni” Türkiye. Aynı gazetelerin iktidarın daha fazla mülteci alınmayacağına dair çıkışından itibaren mültecilerle alakalı nötr bir tablo sergilediği, haliyle devletin alacağı tavra dair bir pozisyon alacakları ortaya çıkıyor. En nihayetinde bu mecrada, merkezde mültecilerin yaşadıkları insani krizden ziyade devlete sahip çıkma argümanlarının aktif ve etkin olduğuna şahit oluyoruz. Devletin olası bir politika değişikliğinde adı geçen gazetelerin mültecilerle alakalı olumsuz yayınlar yapan medya ile aynı düzleme gelmeyeceği ise tamamen muğlak. Öte yandan mülteciler konusunu daha sınıfsal bir kardeşlik bağı üzerinden ele alan ve olumlu yaklaşan gazetelerdeki köşe yazarlarının daha gerçekçi bir noktada durdukları görülüyor. Mültecilerin yaşadıkları ve yaşayacakları olası problemlerin aslında “sınır, devlet” gibi kavramlardan bağımsız işlenmesi gerekliliği, toplum bazında kurulacak ilişkilerin daha sağlıklı oluşmasını sağlayabilir.
Türkiye’de muhalefet liderinin mültecileri geri göndereceğine dair uluslararası denge ve siyaset mekanizmasından yoksun çıkışı, olumsuz yaklaşımların daha yoğun ve baskın şekilde dile getirilmesini tetikledi. Olumsuz yaklaşımlar genel olarak “Türk halkının yapısının bozulduğu, ekonomik problemlerin mültecilerle alakalı olduğu, sokakların artık güvensiz olduğu” gibi bazı argümanlara dayanıyor. Ama bazı gazete yazarlarının insani denklemi hiçe sayarak kurduğu akla ziyan sözler ise hiçbir zemine oturmuyor. Örneğin Habertürk’ten Oray Eğin “Dışardan gelip Türkiye vatandaşlarının yaşam tarzına saldıran mülteciler” diyecek, Ortadoğu gazetesinden Gürel Yurttaş “Kadınlara taciz eden bakışlar atıyorlar, maske takmıyorlar, kurallara uymuyorlar ve metrobüste insanlara yer vermiyorlar” gibi ifadelerle toplumsal bazda kötülük problemini yeniden yaratacaklar. Sözcü gazetesinden Serpil Yılmaz, Suriyeli iş insanlarının vergisiz ticaret yaptığını ve erkeklerinin çok evlilik yaptığını dile getirmiş. Bu ve benzeri olumsuz iddiaların tamamının halkın hassas olduğu noktalara odaklandığını görebiliriz.
“Ben ve O” İkiliği
Daha da ötesi, mülteciler ile toplum arasında kurulan bir ‘ben ve o öteki’ ikiliğinin derin bir çatışmayı körüklediğine de şahit oluyoruz. Burada insanlık tarihinin en önemli ritüellerinden ‘kurban’ seremonisinin yaratıldığını fark edebiliriz. İnsanlığın, bir varoluş ve adayış biçimi olarak kurbanı, doğanın ben ve sen düzleminden, ben ve o seviyesine geçirerek ürettiği dile getirilir.[1] Çünkü ben ve sen dikatomisi kurban töreni yaratmak için uygun değildir. Zira ben ve sen pratiği bir içkinlik ve aşkınlık bağlamı yaratır. Oysa ben ve o ikiliği, obje ve nesnenin de ortaya çıkmasına neden olur. Bu manada toplumsal zeminde bir “o” nesnesi olarak mülteci, günahlardan arınmanın simgesi bir ‘kurban’ olarak yeniden yaratılmaya uygundur. Çünkü yüz yıllardır sokakların sahip olduğu sorunları mülteciler geldikten sonra başlamış veya sistematik hale gelmiş gibi göstermek bir “arınma” psikolojisinden başka neyi ifade edebilir?
Yaşadığımız sosyal gerçeklik Lars von Trier’in Dogville filminden bir sahne gibi her gün yenileniyor. Filmde neredeyse bir Meryem Ana kadar merhamet ve affa sahip Grace, filmin sonunda kasabanın aslında iyi olmadığını, aksine dışardan gelen bir yabancının içlerindeki kötülüğü yeniden açığa çıkardığını görüyor. İnsan kendi mahallesinin yıllar içinde oluşmuş despotik ahlaki ve insani kuralları benimsemek zorunda kalır, onları içselleştirmez. Bu ahlaki kurallar çoğu zaman sadece kendi tanıdığı insanlardan müteşekkil bir toplumsal bütünlükte bir kimlikte yaratabilir. Ama mahallesinden çıktığında ya da mahalleye bir yabancı geldiğinde bireyin çok kişilikli oluşu ortaya çıkar. Grace kasabaya ilk geldiğinde kasabalının merhameti ile karşılanır. Çünkü merhamet ahlaki özenin ve sunumun/seremoninin bir parçasıdır. Mahallelinin sevecenliği, kimliğinin belirgin bir göstergesi olarak misafirlere sunulur. Ama o artık misafir kabul edilmediğinde kasabalının içinde sakladığı/bastırdığı başka bir kimlik ortaya çıkar. Bu kimlik üçüncü kişinin kim olduğu ile de yakından alakalıdır. Eğer kasabalıdan daha güçlü ise o zaman ‘öteki’ değildir ve kasabalıda saygı ve özenme duygusu üretir. Daha düşkün ve aciz bir konumda ise üçüncü kişi (öteki) tüm günahları yüklenmek zorundadır. Grace, Dogville kasabasında tüm kötülüklerin ve günahların hem nedeni hem de sonucu olarak yeniden yaratılır.
Göçmenler özellikle ekonomik göstergelerin kötüye gittiği günlerden itibaren ülkedeki tüm kötülüklerin ve günahların sebebi ve sonucudur. Daha önce yardımlaşmanın yarattığına inanılan bereket, yerini tek taraflı vermenin getirdiği kıtlığa bırakmıştır. Yukarıda bir gazetecinin “Metrobüste insanlara yer vermiyorlar!” ifadesi, insani varoluşun dışında artık başka bir sınıfsal varlığa tekabül eder. Bu yeni “canlı türü” istila ederek kıtlığa neden olmuştur. Aslında burada ortaya çıkan tablo, başka bir iyiliğin var edilebilmesi için kötülüğün yaratılma zorunluluğudur. Yani “mültecilerin kötü kıldığı bir dünyada iyiliğin ortaya çıkışı mecburen ötekine şiddeti” doğurur.
İyiliğin İnşası ile Üretilen Kötülük
Kötülük tarihsel olarak hep bir iyiliğin inşası veya bahanesi ile üretilmiştir. Terrence Malick’in 2019 yapımı Gizli Bir Yaşam filmi, Nazi Almanya’sında gerçek bir hikâyeye odaklanıyor. Franz, ailesi ile yaşadığı küçük Alman kasabasında içsel bir sorgulamadan sonra Hitler’in askeri olmayı reddeder. O güne kadar oldukça barışçıl görünen kasabada artık insanlar ona ve ailesine karşı merhametsiz davranmaya başlarlar. Çünkü kasabalıya göre Hitler küresel emperyalizme karşı mücadele vermekte ve uluslarının geleceğini inşa etmektedir. Haliyle ona destek vermemek ‘vatana ihanet’tir. Franz idam edilene kadar bu düşüncesini savunur, çünkü ona göre yanlış olduğunu bile bile bir eylemi yapması imkânsızdır. Kötülük problemi, filmde insanların yanlış olsa dahi başka bir büyük iyiliğin kütlesi altında kötülüğün gizlenmesi olarak ortaya çıkar.
Mültecilere yönelik baskının ve ötekileştirme eyleminin daha müreffeh bir toplum ve daha güvenli bir gelecek iddiasının arkasına sığınması da böyledir. Gazetecilerin iyilikleri ön plana çıkarıp toplumun hassas olduğu konularda ahlaki kaygıları öne sürmesi “kötülüğün sıradanlaşması”na neden oluyor. Böylece kabul edilebilir bir kötülük toplumsal uzlaşmanın ilkesi olarak üretilebiliyor. Nihayetinde günlük yaşam edimleri toplumsal bütünlüğü oluşturan kitleler için kötülüğün önündeki ahlaki engeller kalkıp sıradan yapıp etmeler haline gelebiliyor. Dışlama, küçümseme, şiddet gösterme, elindekine göz koyma, onda olanı kendine ait hissetme gibi kötülüğü yaratan eylemler aslında meşru ve haklı gerekçeler üretebiliyor kendine. Hatta bu gerekçelerin dini ve ahlaki kodları da kısa sürede ortaya çıkıp tarihsel referans bulabiliyor. Özellikle Türkiye’de son dönemde muhafazakâr/dindar kitlenin de dahil olduğu ‘vatanın istilası’ başlığı altında mültecilere yönelik tavır ve eylemler bunun ispatı olabilir. Raporda geçen “dindar” mahallenin gazetelerinin o anki devlet politikasına bağlı olarak söylemlerinin esnekliği de, dindarlığın kardeşlik mottosunun sınırlarının din tarafından değil devlet tarafından belirlendiğinin bir manada göstergesidir.
Mülteci ve göç meselesi vatan, devlet gibi kavramların ötesinde konuşulması gereken meselelerdir. Aksi halde milliyetçi bir dilin kurduğu öteki ve ben ilişkisi, toplumsal gerilimi tetiklemek için ikna edici veriler sunabilir. Sınır mefhumunu aşan bu konu, iyiliğin ahlaki nosyonunu yeniden inşa etme istidadı barındırabilir. Köşe yazıları bir konuya toplumsal odaklanmayı sağlayan sembolleri inşa ederler çoğu zaman. Toplumsal yönlendirmeye bu kadar açık bir alanın ahlaki olmayan ve kötülüğün teorik çerçevesini yükselten bir mecraya dönüşmesi korkutucudur. Öte yandan bağımsız bir gözle topluma hakikati sunması beklenen bu alanın devletin manevra alanlarına bağlı olması da başka büyük problemlerin kaynağı olabilmekte. Sivil siyasetin imkânlarının genişlemesi, toplumsal uzlaşmanın sağlanmaya çalışılması ve buradan devşirilen ahlaki zeminin devleti yönlendiren bir erk olarak güçlendirilmesi, Türkiye’de yeni siyasetin topluma mülteci konusu başta olmak üzere güven vermesi açısından önemlidir.