Bernie Sanders’ın Amerikan Siyasetine Etkisi
Bernie Sanders’ın, ABD seçimleri öncesi Joe Biden lehine beklenenden önce yarıştan çekilme kararı, kesinlikle hikâyesinin bittiği anlamına gelmiyor. Nitekim bunu kendisi de açıkladı. Peki, neredeyse son otuz yıldır aralıksız dile getirdiği fikirlerine sola mesafeli duran Amerika toplumu neden ilk defa bu kadar geniş ölçekte destek verip, Sanders’a teveccüh gösteriyor?
Bernie Sanders, 8 Nisan’da Youtube kanalı üzerinden ‘Bernie’den Özel Mesaj’ başlığıyla canlı yayımladığı mesajla başkanlık yarışından çekildiğini duyurdu. Bu karar sürpriz olarak karşılandı, çünkü Sanders’ın daha uzun bir süre mücadele edeceği tahmin ediliyordu. Demokrat Parti’nin 2016’daki ön seçimlerinde delege sayısında Hillary Clinton’ın gerisinde kalmasına rağmen Temmuz ayına kadar yarıştan çekilmemiş olması, Joe Biden’e karşı da mücadeleye devam edeceğine dair beklenti yaratmıştı.
Sanders’ın beklenenden önce yarıştan çekilme kararı vermesinin iki nedeni olduğunu düşünüyorum. Birincisi, bazı Demokratlar tarafından Clinton’a karşı kaybedeceğinin anlaşılmasından sonra yarışı bırakmamasının Clinton’ı yıprattığı, Demokratları böldüğü ve bu yüzden Trump’a karşı kaybedildiği eleştirisine maruz kalıyordu. Aynısını Biden’a karşı yapmaya çalıştığına dair eleştiriler yükselmeye başlamıştı ve Trump’a karşı ikinci defa kaybedilirse fatura kendisine kesilecekti. Fakat daha da önemlisi, şu anda Covid-19 salgını nedeniyle olağanüstü bir süreçten geçiliyor ve Büyük Buhran sonrası en büyük ekonomik krizin eşiğindeyiz. Seçimler yaklaşmışken ekonomik yükselişi en büyük avantajı olarak gören Başkan Trump bu kozdan mahrum olmuş durumda. Demokratlar parti içi ayrışmaya son vererek bu durumu fırsata çevirip bir an önce Biden’ın etrafında konsolide olmak istiyorlar ve görüldüğü kadar Sanders da buna ikna olmuş durumda.
Fakat yarıştan çekilme kesinlikle Sanders’ın hikâyesinin bittiği anlamına gelmiyor. Nitekim Sanders “yarıştan çekilse de delege toplamaya devam edeceğini, seçim kampanyasının sona ermesinin, hareketinin bittiği anlamına gelmediğini” söyledi. Son konuşmasında hareketinin kaybetmediğini, tam tersine ideolojik savaşta Cumhuriyetçilerin ve/ya Demokratların hâkim oldukları yerlerde olduğu gibi ortada olan eyaletlerde de kazandıklarını iddia etti. Ek olarak daha kısa bir süre önce radikal görülen bedava eğitim, genel sağlık sigortası, saatlik asgari ücretin 15 dolar olması, fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjiye geçme, ilaç ve sigorta şirketlerinin tekelleşmesinin engellenmesi, vergilerin üst tabaka için radikal şekilde artırılması gibi fikirlerin artık ana akım fikirlere dönüştüğünü ve hatta birçok eyalette bazılarının uygulamaya konulduğunu dile getirdi. Bu yüzden mücadeleye daha büyük kararlılıkla devam etme sözü verdi.
Sanders Hareketinin Ekonomik Temelleri
Bernie Sanders bu tespitlerinin çoğunda haklı. Gerçekten de seçim kampanyaları üzerinden yükselmekte olan bir harekete öncülük edip o harekete sol bir kimlik kazandırıyor. Bu hareketi Sanders yaratmış değil aslında. Peki, neredeyse son otuz yıldır aralıksız dile getirdiği fikirlerine sola mesafeli duran Amerika toplumu neden ilk defa bu kadar geniş ölçekte destek verip, Sanders’a teveccüh gösteriyor? Bunu anlamak için 2008 ekonomik krizinin Amerika toplumunu nasıl sarstığını ve on yılların ürünü olan bu krizin toplumu nasıl dönüştürdüğünü iyi değerlendirmek gerektiğine inanıyorum. Çoğunlukla göz ardı edilse de 2008 finansal krizi ile birlikte Amerika toplumu, özellikle de orta sınıfı çok radikal bir dönüşüm yaşadı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası şahlanan ekonomisiyle son derece müreffeh bir ekonomik düzene kavuşan halkın büyük çoğunluğu 1970’lerden itibaren yükselen neo-liberalizm ile sarsılmaya, 90’lardaki küreselleşme ile de güç kaybetmeye başladı. 90’ların ilk yarısında kurulan Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ile Kanada, Meksika ve ABD arasında imzalanan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) küreselleşmeyi Amerika adına kurumsallaştıran adımlar oldu.
Bu süreçte fabrikalar ucuz işgücü dolayısıyla Asya’ya taşınmaya, madenler kapanmaya, sendikalar ise hem üye hem de güç kaybetmeye başladı. Sonuç olarak, milyonlarca mavi yakalı iyi gelir elde ettikleri işlerinden olmaya, sosyal haklarını kaybetmeye ve orta sınıftan alt sınıfa geçmeye başladılar. Onun yerine finans, turizm, yüksek teknoloji ve servis sektörleri devasa boyutlarda büyümeye ve yeni nesil işçi sınıfı ise bu sektörlerde düşük ücretlerle, sendikal haklardan yoksun ve sosyal güvencesiz çalışmaya başladılar.
Finansallaşan ekonomide her alanda devletten aldıkları vergi kayırmalarıyla büyüyen tekeller, çoğalan zincirler sahiplerinin, hissedarlarının ve CEO’larının ceplerini hiç olmadığı kadar doldururken toplumun önemli bir çoğunluğu gittikçe fakirleşmeye, adeta birer lükse dönüşen eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlerin yükü altında ezilmeye devam ettiler. Bu sürecin sonunda Amerika 20. yüzyılın en yıkıcı ekonomik krizi olan Büyük Buhran öncesinin ekonomik eşitsizlik seviyesine iyice yaklaşmış bulunuyor.
Amerika’da Yükselen Gelir Eşitsizliğini Gösteren Tablolar
TABLO-1: Gelirlerin 1970’lerden sonra en tepedeki %1’de yoğunlaşmasını gösteren tablo. Ekonomik krizlerin yaşandığı 1929 ve 2008 rakamları neredeyse birebir aynı.
TABLO-2: En üst tabaka ile orta ve alt sınıfların ekonomik gelirlerindeki değişimi 1980’lerin başından itibaren gösteren tablo.
TABLO-3: 1990’lardan itibaren tepedeki %1’in artan gelirleri ile tabandaki %50’nin azalan gelirlerini gösteren tablo. Orta sınıf olarak kabul edilen %40’lık kesim de ciddi bir gelir kaybına uğramış bu süreçte
Bu son küreselleşme dalgasına rast gelen Körfez Savaşları ve 11 Eylül sonrası ‘terörle mücadele’ operasyonları milyarlarca doların denizaşırı maceralara, işgallere harcanmasına, Amerika’nın Ortadoğu’ya odaklanmasına sebep olurken, Asya ve Güney Asya ülkeleri inanılmaz bir ekonomik yükselişe geçti.
Bill Clinton hükümeti Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasının da verdiği özgüven ve liberal bir okumayla Çin’i uluslararası hukuk çerçevesinde frenleyebileceğini, bu süreçte dışa açılan ve refahı artan Çin halkının demokratik bir düzen talep edeceğini varsayarken, Çin tam tersine önündeki ticari engellerin kalkması fırsatını kurduğu devlet kapitalizmi sistemi sayesinde en iyi şekilde değerlendirerek mucizevi yükselişiyle Amerika’nın en büyük ekonomik ve siyasi rakibi oldu.
2008 finansal krizi yukarıda özetlediğim zeminde gerçekleşip, Amerika finans sistemini yıkılma noktasına getirdi ve yıllar süren bir ekonomik durgunluğa yol açtı. On yıllardır ekonomik olarak güç kaybeden Amerika orta ve alt sınıfları radikal değişim taleplerini iki asrı aşan tarihlerinde ilk defa siyahi bir adayı başkan yaparak açıkça gösterdi. Karizmatik lider Barack Obama alt sınıflardan, siyahilerden, Latin Amerika kökenlilerden, beyaz işçi sınıfından ve gençlerden oluşan seçmen koalisyonu ile adeta bir mucizeye imza attı.
Obama seçim kampanyasında söz verdiği gibi ağırlığı ekonomiye verip, güç, para, enerji kaybedilen Ortadoğu’dan çekilip siyasi ve ekonomik ağırlığı artan Asya’ya odaklanmaya başladı. Obama özellikle ilk döneminde yaptığı hamlelerle ekonomiyi toparlarken, beklenen radikal dönüşümü ise yapamadı. İşsizliği azaltıp, sağlık reformuyla alt sınıfların durumunu görece düzeltse de asıl yardımı Wall Street’e, bankalara, krizden etkilenen endüstriyel devlere yaptı (Ödülünün bir kısmını başkanlığı bırakır bırakmaz Wall Street sponsorlarından bir konuşma karşılığı aldığı 400.000 dolar ile aldı).
Özellikle de 2010’da Demokratların kongrede çoğunluğu kaybetmeleriyle Obama Cumhuriyetçiler tarafından ciddi şekilde sınırlandı ve ilk dönemine göre daha az oyla kazandığı 2. dönemini çok daha sönük geçirerek birçok reform planını da rafa kaldırdı. En kötüsü ise Obama döneminde gelir dağılımındaki eşitsizlik sınırlı iyileşmeye rağmen devam etti.
Sonuç olarak Amerika’nın kaynaklarının ezici çoğunluğunu elinde tutan yüzde 5’lik elit, 2008 krizi sonrası gelişen ekonomik durgunluktan zenginleşerek çıktı, orta sınıfların ekonomideki paylarını kaybetmeye devam ettiler.
Trump ve Sanders’ı Besleyen Dinamikler
Sağda Donald Trump’ı sol da ise Bernie Sanders’ı öne çıkaran 2016’nın radikalleşen seçim ortamını bu çerçeveyi göz önüne alarak değerlendirmek gerekiyor. Çelişkili görülmesine rağmen iki siyasetçiyi de son 40 yılda oluşan bu sosyo-ekonomik zemin besliyor. Hem Trump hem de Sanders küreselleşmenin Amerikan endüstrisine verdiği zararın, Amerika’nın dünyanın polisi olmasının getirdiği ağır ekonomik faturanın, halkın politik-finans çevrelerinin egemenliği altında ezildiğinin farkında olup kurulu nizam karşıtı bir pozisyonu savunuyorlar. Aynı zeminde yükselen bu iki liderin radikal iki karşıt harekete öncülük yapmasında ise Amerika’nın kimlikler üzerinden oluşan fay hatları rol oynuyor. Kısacası, iki hareketin zeminleri aynı olsa da verdikleri tepkilerin siyasi çerçevesini ırk, cinsiyet, yaş, sınıf, eğitim seviyesindeki farklılıklar ile şehirleşme temelinde ayrışan kimliksel dinamikler belirliyor.
Trump beyaz çoğunluğa 2. Dünya Savaşı sonrasındaki ekonomik refahlarına ve küreselleşme ile kaybettikleri kültürel egemenliklerine kavuşma umudu aşılayıp düşman olarak dışarıda küreselleşmeden en çok faydalanan Çin’i, içeride ise buna yol açan liberalleri ve kültürel egemenliklerini sarsan göçmenleri hedef gösteriyor. Fakat kendisi de bir iş adamı olan Trump, neoliberal küresel ekonomik düzeni değil, Amerika’ya getirdiği maddi yükümlülükleri ve yaşattığı kültürel dönüşümü reddediyor. O yüzden bir yandan Amerika’nın öncülük ettiği uluslararası kurumları, antlaşmaları yeniden yapılandırıp siyasi statükoyu hedefe koyarken, diğer yandan da özellikle beyaz muhafazakâr erkeklerin kültürel egemenliğini zorlayan tüm kültürel-kimliksel gruplara (siyahilere, kadınlara, Latin Amerika kökenlilere, göçmenlere, Müslümanlara, eşcinsellere, kozmopolit-çok kültürlü yaşamı benimseyen şehirlilere, gençlere, liberal medyaya) saldırıyor.
Bernie Sanders da en az Trump kadar yapılan serbest ticaret anlaşmalarından, finans-kapitalin ele geçirdiği politik sistemden, denizaşırı maceralara harcanan kaynaklardan, başkente hâkim olan ilaç, silah, teknoloji, finans, sigorta devlerinin güdümündeki statükodan, çok kültürlülüğü savunup ekonomik eşitsizlikleri, sınıf çelişkisini göz ardı eden liberal merkez medyadan son derece rahatsız.
Fakat işadamı Trump’tan hem çözümün formülü hem de yöntemi konusunda köklü bir şekilde ayrışıyor. Öncelikle soldan bir eleştiri ile çözümün orta sınıfı bitirme noktasına getiren, alt sınıfları ezen gelir eşitsizliğine kaynaklık eden sistemin radikal reformundan ve o sistemin ekonomik hegemonlarının tasfiyesinden geçtiğini düşünüyor. Sanders bunun için seçim kampanyaları boyunca adaylar arası tartışma programlarını, sosyal ve geleneksel medyayı kullanarak dünyanın en zengin ülkesinin kaynaklarının nasıl bir avuç elitin elinde toplandığını gösterip sistemin bütün çarpıklıklarını ifşa etti. Amerika’yı sürekli diğer gelişmiş ülkelerle karşılaştırıp oralarda ücretsiz veya cüzi bir miktarla alınan eğitim ve sağlık hizmetlerinin ortalama bir Amerikalıyı nasıl sosyal ve ekonomik olarak batırabildiğini -sıradan insanları konuşturarak- örnekleriyle gösterdi.
Çözüm olarak ise Amerika’daki yerleşik zengin hayırseverliği kültürünün aksine zenginlerden bağış beklenmemesini, tam tersine servetlerinin vergilendirilmesini savundu. O yüzden kampanyası için de milyonerlerden, onlar adına çalışan lobi şirketlerinden bağış kabul etmedi (En fazla bağış toplayan aday olmasına rağmen kendisine ortalama kişi başı yapılan yardım miktarı sadece 18 dolar).
Sanders öngördüğü dönüşümü ise yeni sosyal, ekonomik, kültürel demografik düzenin ötekileri ile yapmayı vaat ediyor. Bu yüzden de en çok desteği okul harçları altında ezilen, geleceği için birikim yapamayan gençlerden, Amerikan işçi sınıfının ve aynı zamanda işçi hareketinin ana gövdesini oluşturan ama sosyal güvencesiz olan Latin Amerika kökenli alt sınıflardan, gittikçe fakirleşen, temel ihtiyaçları lükse dönüşen işçi, öğretmen, hemşirelerin sendikalarından ve aşırı sağcıların ötekileştirdiği Müslümanlardan alıyor. Bu yüzden de en büyük nüfuslu, şehirleşme oranının yüksek olduğu ve Latin Amerika kökenlilerin yoğun olduğu Kaliforniya eyaletinde zafer kazandı.
Sanders’ın Önündeki En Büyük Engel Müesses Nizam
Fakat Sanders’ın düzen karşıtı söylemi sadece yüzde 5’lik ekonomik eliti değil, Demokrat Parti’deki müesses nizamı da ciddi şekilde rahatsız etti. İlk seçimde Hillary Clinton’a destek olan Demokrat Parti’nin elitleri, ikinci seçimde eski başkan yardımcısı Joe Biden’ın arkasında darbevari bir hamle ile durarak Sanders’ın önünü bir kere daha kesmeyi başardı.
Sanders şubat ayındaki ön seçimlerde öne geçip Süper Salı’nın en favori adayı iken, Biden genç aday Pete Buttigieg’in bile arkasında kalarak giderek sönen bir performans sergiliyordu. Biden’ın imdadına ise Süper Salı öncesi tüm adayları yarıştan çekilmeye ikna edip ona destek açıklaması yaptıran partinin müesses nizamı yetişti. Demokrat Parti’nin aynı zamanda anket şirketi sahibi de olan büyük stratejisti Mark Mellman’dan eski başkan adayı Hillary Clinton’a kadar hemen hemen bütün ağır topları Sanders’ın karşısında durdular.
Sanders’ın kaybetmesinde liberal medya da önemli bir rol oynadı. “Eski kafalı bir Marksist” olduğuna, partisini birleştirmeyi başaramayıp Trump’a karşı kazanamayacağına, bedava eğitim ve sağlık gibi vaatlerinin ekonomik temellerinin olmadığına, Trump gibi kampanya yürüttüğüne ve hatta Rusya’nın desteğini aldığına dair karşı propaganda yürüttüler.
Sanders ise en büyük şoku Güney’de parti tabanını oluşturan Siyahilerin desteğini alamayarak yaşadı. Sanders’ın Güney’deki siyahlardan oy alamaması birçok insan için şok etkisi yaratsa da, aslında bu gayet normal bir durum. Bu gelişmeyi sürpriz olarak görenlerin gözden kaçırdığı ise şu: Güney’deki Siyahlar Demokrat Parti’nin bölgedeki müesses nizamının sahipleri ve Sanders’ın düzen karşıtı söylemini onlar da bir tehdit olarak görüp, Obama’nın eski başkan yardımcısı Biden’a yoğun destek verdiler. Buradaki dönüm noktası ise Demokrat Parti’nin önemli isimlerinden ve Siyah tabanda çok büyük ağırlığı olan Güney Karolina temsilcisi ve parti disiplininden sorumlu James Clyburn’ın Biden’a güçlü bir destek açıklaması ile oldu. Özellikle ekonomik olarak en dezavantajlı gruplardan biri olan Siyahlardan oy alamamak sadece Sanders için değil, partinin sol kanadının geleceği için de çözülmesi elzem en büyük sorun olarak ortada duruyor. Sol kanadın buna çare bulmadan partiye hâkim olmalarının pek bir olanağı yok.
Sanders’ın Gelecek Planı
Peki, Sanders bundan sonra ne yapacak? Tabii ki son kırk yıldır yaptığını yapmaya devam edecek. Özellikle bu kadar popüler olmuş, Amerika’nın apolitik gençliğini heyecanlandırıp siyasete çekmiş, onlara sistem ile mücadele etmeleri için ideolojik araçlar sunmuş ve bütün bunların sonucunda sadece dört yıl önce radikal görülen birçok fikri tüm Demokratik Parti adaylarına benimsetmişken kenara geçip oturmayacak. Yaşı ve sağlığı el verdiği müddetçe sosyal ve ekonomik eşitlik temelli mücadelesine devam edecek. Dahası kampanyasının kendisinden ibaret olmadığını, yükselmekte olan bir dalganın üstünde siyaset yaptığını, en önemlisi ise kampanyasının o dalgaya şekil veren bir harekete dönüştüğünü çok iyi biliyor.
Girişte bahsettiğim gibi bugüne kadar topladığı delegelerle yetinmeyip, yarıştan çekilse de delege toplamaya devam edip Biden’ın ve partideki elitlerin üstünde baskı kurarak partiyi daha solda tutmaya çalışacak. Parti de Sanders’a ihtiyaç olduğunun gayet farkında, çünkü Sanders en dinamik tabana sahip ve en çok heyecan uyandıran aday. Demokratların en büyük sorunu olan gençleri sandığa çekememe sorununu çözebilecek tek kişi. O yüzden yarıştan çekilme kararını parti ile anlaşma sonucu almış olması da ihtimal dahilinde. Çünkü kaybedeceği kesin olan yarışta kalması Biden’ı ciddi şekilde zayıflatacakken, doğrudan yarışı bırakması ise kendi tabanını Biden’dan uzaklaştıracaktı.
Demokrat Parti’nin elitlerinin partinin sola kaymasına tahammül edip edemeyeceğini ise başkan yardımcısının kim olduğunu görünce daha iyi anlayacağız. Eğer politikaları açısından Sanders’a yakın olan Elizabeth Warren’da karar kılınırsa, bu parti içinde büyük uzlaşmanın sağlandığını gösterecek bize.
Sonuç olarak, Sanders yarıştan çekilip Biden’a destek olacağını açıklaması ile hem Biden’ın Trump’a karşı kazanma şansını ciddi şekilde artırmayı hem de Biden’ı kendi siyasi pozisyonuna yakın tutmayı başarabilir.
Biden’ın Kazanma Şansı
Kısaca değinmek gerekirse, Sanders’ın desteğini alan Biden partiyi erkenden mobilize edip Trump’ın karşısına ekonomik durgunluğun da olduğu bu kriz ortamında çok güçlü bir şekilde çıkacaktır. Clinton soyadının taşıdığı hiçbir negatif bagaja sahip olmaması, başkanlık dışında en üst kademelerde görev almış olması, oğlunu kaybetmiş bir baba olarak Amerika’nın sıradan insanlarıyla derin bağlar kurabilmesi, toplumsal eşitsizliği de göz ardı etmeyen ılımlı duruşuyla radikalleşen siyasette merkezi temsil eden bir alternatif olması, Beyaz bir erkek olarak yarışın ortada olduğu eyaletlerde oyları son derece kritik olan ve sandığa en çok giden yaşlı seçmene uygun bir aday olması Biden’ın en büyük avantajlarından birkaçı. Öte yandan ilerlemiş yaşı, bazen kekelemeye varan konuşma bozukluğuyla Trump’ın karşısında ne kadar durabileceği ve parti tabanında beklenen enerjiyi yaratıp yaratamayacağı ise hâlâ ciddi bir sorun olarak duruyor.
Biden kazandığı takdirde mutlu etmesi gereken çok geniş bir koalisyonu bulacak karşısında. Bir yandan ülke içinde kurumları yeniden inşa etmesi, yükselen aşırı sağı engellemesi, partideki radikal sol kanadı ehlileştirmesi, gelir eşitsizliğini ciddi şekilde düşürmesi, sağlık ve eğitimde radikal reformlar yapması beklenecek. Diğer yandan dış politikada Batı bloğunu güçlendirerek ABD’nin uluslararası ağırlığını yeniden tesis etmesi, Trump’ın özellikle de Ortadoğu’da alt üst ettiği dengeleri toparlaması, iklim değişikliğini önlemek için devletler arası dayanışmayı güçlendirmesi ve en önemlisi ise Çin ile mücadeleyi köprüleri yıkmadan devam ettirmesi gerekecek.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.