Beşerî Çalışmalar

Hiçbir akademik, üniversiter disiplin sadece kendi mezununu, kendi diplomasını üretmek için var değildir. O işin sadece bir kısmıdır. Disiplinler aynı zamanda içinde bulundukları toplumu, bütün insanlığı kültürel olarak beslerler. Toplumun, insanlığın kendini yeniden üretmesine önayak olurlar. Müfredat ile maarif arasında çok güçlü bir ilişki vardır, olmalıdırlar da zaten. Disiplinler işte bunu mümkün kılarlar.

Geçen hafta Perspektif’te yazdığım “Sosyolojik Mezuniyet” başlıklı yazıda Türkiye’de sosyoloji mezunlarının işsizlik sorunlarına değinmiştim. Yazıda, ülkenin henüz mevcut sosyoloji diplomalarına istihdam sağlayabilecek kamu veya özel iş piyasasına sahip olmadığını belirterek, bu alanda diploma üretiminin azaltılması gerektiğini vurgulamıştım. Şu anda okumaya başladığınız yazı da onun bir devamı aslında. Bu sefer de sosyoloji bölümlerinde yapılan öğretimin içeriğine dair bazı değerlendirmeler yapmak istiyorum. Hatta ondan önce komşu disiplinlere bakarak bir karşılaştırmaya zemin hazırlamaya niyetliyim.

 

Belki başta okurlara biraz alakasız gözükebilecek bir soruyla başlamak istiyorum: Sanat tarihi bölümlerinde yapılan öğretim tam olarak nedir? Bir sanat tarihi diploması neye tekabül eder? Sanat tarihi mezunlarına yüklenen donanım tam olarak nedir? En başta belirtilmesi gereken şey, sanat tarihinin bir bilim olmadığıdır. Sanat tarihi bir social science, yani sosyal bilim değil; daha çok bir human studies, yani beşerî çalışmalar disiplinidir. Bu ayrımı seçeneklerden birini yüceltmek ya da diğerini küçümsemek maksadıyla yapmıyorum. Amacım sadece bir durumu daha görünür hale getirmek ve bu sayede tabelalarla içerikler arasındaki ilişki açısından düşünmeye vesile olmak. Sanat tarihi, örneğin sosyoloji gibi bir bilim değildir. Daha çok, örneğin Türk dili ve edebiyatı ya da İngiliz dili ve edebiyatı gibi bir beşerî çalışmalar alanıdır. Bu arada sanatın, dil ve edebiyata göre en azından tabelada daha evrensel bir çerçeveyi ima ettiğini de gözden kaçırmamak gerekir. Bu anlamda dilin, cümlenin, harfin; fırçaya, renge, tasarıma göre daha “mahrem” addedildiği aşikârdır. Genelde ulusal sanat tarihi bölümleri pek yoktur. Karşılaştırmalı edebiyat ise daha çok bir istisnadır. Özellikle bizim gibi memleketlerde.

 

Bir sanat tarihi mezunu, öncelikle sanatın tarihinin derinlemesine malumatına sahip olan kişidir. Bu malumat hem tekil sanat yapıtları ve onların yaratıcıları hem de genel anlamda alandaki akımlar ve onlara paralel olarak değişen kavramsal çerçeveyi içerir. Bu anlamda hiç kimse bir sanat tarihi bölümünden mezun olan birinden sanatçı olmasını beklemez. Mezunlar da kendilerini bu şekilde koşullandırmaz zaten. Elbette sanat tarihi mezunu sanatçılar da söz konusu olabilir ama adı üzerinde bu bir istisnadır. Üstelik sanatçı olmak için güzel sanatlar ya da sanat tasarım fakültelerine giderler genellikle. Hatta iyi bir sanatçı olabilmek için mutlaka ilgili bir diplomaya sahip olunması gerektiğini iddia edemeyiz. En azından sanat tarihinin bizatihi kendisi bunun aksi örnekleriyle doludur.

 

Aslında aynı şey, örneğin Türk dili ve edebiyatı mezunları için de geçerlidir. Ve tüm diğer diller ve edebiyatlar için de elbette. Bir Türk dili ve edebiyatı mezunu olmak sizi bir romancı, hikâyeci, şair yapmaz. Felsefe bölümleri için de durum pek farklı değildir. Felsefe mezunu olmak filozof olmak için yeterli midir? Her başarılı felsefe hocası otomatikman bir filozof mudur? Felsefe bölümlerinde iki temel alt alan mevcuttur: Biri felsefe tarihi diğeri ise sistematik felsefe. Felsefe tarihi dersleri genellikle antik felsefe, ortaçağ felsefesi, modern felsefe diye gider ve belli dönemlerdeki önemli filozofların fikir ve yapıtlarını ele alır. Sistematik felsefe ise problem, tema odaklıdır. Etik, estetik, epistemoloji, siyaset felsefesi, hukuk felsefesi, toplum felsefesi gibi felsefi alt disiplinlerde eser vermiş önemli filozoflara yoğunlaşır. Nitelikli bir felsefe tarihi ya da sistematik felsefe donanımı bir filozof için elzemdir ama yine de alanda diploması olan herkesi filozof yapmaz.

 

Uzun lafın kısası, meramım aslında oldukça basittir: Özellikle poetik, estetik, fikri, entelektüel bir üretim alanında, alanın asgari malumatını haiz olmakla o alanda ciddiye alınabilecek bir üretici olmak aynı şey değildir. Bu söz konusu eşyanın tabiatına da gayet uygundur. Sadece bu nedenle ilgili bir alanda öğretimin kalitesiz olduğu da öne sürülemez. Ama sadece bu nedenle. Çünkü kalitesizliği belirleyen çok farklı etmenler de söz konusudur. Çünkü bu tür disiplinler en başta söylediğim gibi science değil studies alanlarıdır. Öncelikleri ilgili alanın skolastik yeniden üretimini sağlamaktır. Yani sanat tarihi, Türk dili ve edebiyatı, felsefe bölümleri öncelikle gelecek kuşaklarda aynı sıralarda oturacak müstakbel öğrenciler için akademik personel yetiştirirler. Geçen haftaki yazımda belirttiğim gibi bunun bir orta öğretim ayağı mevcuttur. O aşamadaki okullar için ilgili alanlarda öğretmen yetiştirmek de dâhildir bu skolastik yeniden üretime. Bu arada benim yazılarımı düzenli takip eden okurlar “skolastik” kavramını Türkçede genelde yapıldığı gibi küçümseyici, aşağılayıcı bir şekilde kullanmadığımı bilirler. Skolastik demek okullu demektir sadece. Her okul, her gelenek, her akım, her disiplin kendi devridaimini gerçekleştirmek için belli bir skolastik üretir, hatta üretmek zorundadır zaten. Şimdilik vurgulamamın yeterli olacağı şey ise şudur: Bunu studies alanları için söylüyorum, bilim ve bilgi alanları için bu da tek başına yetmez.

 

Toplumun Kültürel Müfredatı

 

Örnekler verdiğim bu beşerî çalışma alanları birer bilim değil, uzmanlıktır. Ama aynı zamanda, özellikle belli bir kültürel kamusal alanın oluşması; toplum, cumhuriyet, birey gibi kategorilerin vücuda gelmesi aşamasında birer asgari formasyon alanıdır da. Bir toplumun kültürel müfredatını gelecek kuşaklara aktarabilmesine de yardımcı olacak disiplinlerdir. Bir üniversitede sanat tarihi, felsefe, edebiyat dersleri sadece ilgili alanlarda uzmanlık diploması alacak olan öğrencilere yönelik olmak zorunda değildir. Hukuk fakültesi, tıp fakültesi, mühendislik fakültesi öğrencisinin de asgari bir sanat tarihi, felsefe, edebiyat formasyonuna sahip olması, toplumun toplam kalitesini artıracaktır çünkü. Bu yazıda sadece bu üç alandan örnek verdiğim için sadece onları sıraladım. Bu liste genişletilmeye müsaittir elbette. Bu anlamda studies alanları kamusal bir asgari formasyon yüklemesinin hammaddelerini oluşturur. Bu kompozisyonun hem akademik hem toplumsal hem de siyasi yanları olan bir konu olduğu açıktır. Her toplum kendi bilinci, zihin ufku, demokratik tecrübesi ışığında bu süreci yönetir. Burada üretilecek kalite de söz konusu toplumun kendini geleceğe hangi kalitede intikal ettireceğini belirler. Bunu daha yüksek seviyede çözen toplumlar daha kaliteli gençler üretecekleri için zaman içinde toplam kalitelerini artırırlar. Durumu ancak idare eden toplumların ise vardıkları noktaları içinde yaşadığımız Türkiye örneğinden takip edebiliyoruz.

 

Bu yazıdan çıkarılması gereken en duru ana fikirlerden biri şudur: Hiçbir akademik, üniversiter disiplin sadece kendi mezununu, kendi diplomasını üretmek için var değildir. O işin sadece bir kısmıdır. Disiplinler aynı zamanda içinde bulundukları toplumu, bütün insanlığı kültürel olarak beslerler. Toplumun, insanlığın kendini yeniden üretmesine önayak olurlar. Müfredat ile maarif arasında çok güçlü bir ilişki vardır, olmalıdırlar da zaten. Disiplinler işte bunu mümkün kılarlar.

 

Buradan sosyolojiye gelecektim tekrar ama galiba bunun için önümüzdeki haftanın yazısı beklemeniz gerekecek.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.