Beyannamesiz Bir Yerel Seçime Doğru
2024 seçimleri öncesinde Türkiye’de neredeyse hiçbir siyasi parti etkili bir seçim beyannamesi oluşturma çabası içinde değil gibi görünüyor. Muhtemelen seçim tarihi iyice yaklaştığında karşımıza suya sabuna dokunmayan ve birbirine benzeyen beyannameler, projeler ve nereden geldiğini anlamakta zorlandığımız kişiler çıkacak. Ancak bunlar topluma heyecan vermeyecek. Çünkü bu stratejilerin hiçbirinin yerelde yüzleşilmek durumunda olan gerçek krizlerle doğrudan ya da dolaylı bir bağı yok.
Siyasi programlar ve olaya, yere ya da seçime özgü hazırlanan çeşitli biçimlerdeki metinler eski dünyanın siyasetinde partilerin ideolojik ve örgütsel yapılarının ayrılmaz parçası olarak kabul edilirdi. Bir tür kısa dönemli toplumsal sözleşme ve tartışma alanı olarak bu metinlerin nasıl üretildiği, içeriği ve etkileri, hazırlanma sebeplerinden çok daha uzun ömürlü olabilirdi. Her ne kadar geniş toplum kesimlerinin bu metinlere ne düzeyde erişebildiği, anladığı ya da içselleştirdiği belli bir tartışma konusuysa da bu tür ideolojik birikimlere çok daha fazla zaman ve emek harcanan bir geçmişten geldiğimiz açık.
Günümüz dünyasında artık siyasi içeriklerin üretim süreci tersine çevrilmiş durumdadır. İmge, görüntü ve algı adayı, aday duygular dünyasına hitap edecek mesajı ve mecrayı, bu unsurların çetrefil bir birleşimiyle etkileşime giren iletişim süreçlerinin çıktıları da nihai olarak bir görüntü unsuru olarak örgüt ve programı belirlemektedir. İşte bu sebeptendir ki uzunca bir süredir yerel siyasi söylemlerin derinliği çok büyük ağırlıkla hisler dünyasından yola çıkan ve aday arayan bir lokomotifin dumanları arasında kaybolmuştur.
Her ne kadar bu tür tespitler siyasetin geneli için geçerli olsa da konu yerel seçimlere ve yerel siyasete geldiğinde beklenmedik bir duvara toslar. Yerelin gerçekleri ve akut sorunları, insanları Heidegger’in deyimiyle “buradalaşma”ya iter. Siyasetin bilinen ayrımları ve kutuplaşma dalgaları barınamayan bir insanın çaresizliğinde, beklenen bir depremin tedirginliğinde, yaşadığı kentlerde bir türlü mutlu olamayan gençlerin ya da kendine var olacak mekân bulamayan bir kadının hayallerinde anlamını yitirir. Bu sebepledir ki yerel seçimler her zaman beklenmedik sürprizlere açık kabul edilir. Yereldeki yurttaş günün sonunda sokak, mahalle, site ve kent düzeyindeki ve yaşamını doğrudan etkileyecek sorunların çözümüne işaret edecek kavram, süreç, mucizevi projeler demetini vaat eden, güven duyulabilecek ve erişilebilir bir insan grubuna temsil emanetini teslim etmek ister. Hele iklim krizi, uluslararası göç ve afet riskleri gibi sınır ve ölçekler ötesi sorunların etkilerinin gündelik yaşamın her alanında derinlemesine hissedildiği bir dönemde bu durum daha da ciddi hale gelmektedir. Sonuçta yerel seçimlerde yurttaşlar her siyasi partiden farkını ortaya koyabilecek cümleler duymak ister.
İngiltere’de yaklaşık 150 yıl önce ortaya çıkan Fabian Sosyalizmi hareketinden beri modern toplumlar kendi geleceklerine ilişkin olarak yerel yönetimler üzerinden bir şeyleri değiştirme bilinci, farkındalığı ve iradesi ortaya çıkarıp çıkaramayacaklarını tartışıyorlar. Yereldeki toplumsal işbölümü çeşitlendikçe, mekânsal farklılaşmalar ve davranış kalıpları karmaşıklaştıkça, tersine tüm varsayımlara karşın insanın sorunların yerelde çözülebileceğine ve somut sonuçlar elde edilebileceğine ilişkin umudu hiç solmuyor. Bu sebeple dünyanın pek çok yerinde, Türkiye de dahil olmak üzere ülkelerinin kaderinin yerel yönetimler düzeyinde değişmeye başladığına inanılıyor. Ancak bu inancın kalıcı ve sürdürülebilir kılınabilmesi için karizmatik belediye başkanlarının, çılgın projelerin, popülist uygulamaların çok ötesine geçen bir paradigmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Özellikle Anglo-Sakson geleneğinde son 40 yılın her beş yılında bir kentlere ilişkin yeni bir motto ve çerçeve üretilmeye çalışılması buna bağlanabilir. Türkiye’de de hem siyasetin kullandığı kaynakların sürekliliğinin hem de bunun yıkıcı sonuçlarına ilişkin meşrulaştırıcı söylemlerin bu tür paradigma üretme çabalarından türediğini unutmayalım.
Siyaseten Doğruculuktan Şeytani Zamanların Paradigmasına
1980 sonrası dönemde bu paradigmanın üretiminde dünyanın bazı aşamalardan geçtiği söylenebilir. İlk aşama, siyaseten doğruculuk aşamasıydı. Aslında 1990’ların ortaları ve 2000’ler siyaseten doğruculuk dönemleriydi bizim için. Örneğin bir yerde yolsuzluk varsa failleri tartışmak kadar siyaseten doğru olanı yaparak yolsuzluğun olmadığı bir düzenin nasıl meydana getirileceğini konuşmak ve bunun için yeni dil oluşturmak önerilmekteydi. Bu bağlamda inanılmayan kavramlar ve ilkeler dahi sıklıkla dolaşıma sokuldu. Özellikle neo-liberal paradigmanın kentlere ilişkin katılım, rekabet, büyüme gibi kavramlarıyla, uluslararası belgelerde sık rastlanılan eşitlik, hakçalık, yurttaş odaklılık ilkeleri bir arada farklı siyasi yaklaşımlar tarafından kullanılmaya başlandı. Siyaseten doğruculuk döneminde pek çok mesele tartışılabiliyordu belki ama tartışılırken bazı çok açık meseleler de göz ardı edilebilmekteydi. Bu dönemin en çarpıcı etkisi, siyasi partilerin yerel seçim çerçevelerinin çok büyük oranda birbirine yakınsaması oldu. Örneğin farklı bir kavramsal çerçeveyle bir zamanlar sağın marjinalleştirmeye çalıştığı Fatsalı Terzi Fikri’nin mahalle komiteleri tüm siyasi partilerin yerel katılım için önerdiği çözüm haline gelebiliyordu.
Son 10 yıldır siyaseten doğruculuk yerini hakikat sonrası olarak adlandırılan bir döneme bıraktı. İletişim araçlarının gelişmekle kalmayıp iletişimin kendisinin bir tahakküm aracı haline geldiği bir dünyada hakikat denilen arayışın şekillendirilmesi iradesinin elimizden nasıl alındığı tartışılmaya başlandı. Hakikat ancak genel geçer ve kerameti kendinden menkul bir şekilde belirlenen yargılara uyduğu müddetçe tartışılabilir ya da aranabilir görülmektedir. Burada siyaseten doğruculuk geride kalırken insanın tarihsel birikimi ve onuruna dair ortak anlayışları eğip büken görüş ve eylemlerin ısrar ve inatla savunulmaya devam etmesinin “duruşunu bozmamak” olarak kutsandığı ve insan zaaflarına dayalı yanlışta ısrar örneklerinin genelleştiğine şahit olduk. En tipik örneğini Donald Trump’la bulan bu ruh hali, teknik ve hukuki bağlamından koparılmış hisler ve sanrılar dünyasının birer politik strateji olarak dolaşıma sokulmasıyla sonuçlandı ve göçmenlere, çevreyi ve insan haklarını savunanların ve diğerkâmlıkla başkalarının derdini paylaşanların sonu gelmeyen komplo teorileriyle bastırılmasına yönelik bir şiddet dalgasını getirdi.
Bu şiddet dalgası şimdi bizi yeni bir dönemin kıyısına getirip bıraktı. John Dryzek bu döneme İngilizce diabolical times diyor. Türkçeye, şeytani–kötü niyetle-kurnazca olarak çevirebileceğimiz bu atmosfer, açık ve savunulamaz düzeyde kötülüğün salt toplumsal algıyı şekillendirmek adına savunulması olarak tanımlanabilir. Bunu biz gündelik yaşamımızda herhangi birine bir şey isnat edildiğinde, isnat edilenin yanlışlığı herkesçe bilindiği halde bu durumun “müthiş bir siyasi manevra” olarak sunulması gibi örneklerde görebiliyoruz. Şeytanca zamanların özelliği gelişen teknolojinin de sağladığı olanaklarla çok zeki, ahlaki temelleri yozlaşmış ve donanımlı aktörlerin yönlendirdiği, potansiyel sonuçları felakete yol açabilecek çok karmaşık bir algı ve bilgi dünyasının oluştuğu, bu yeni dünyanın pratiklerinin de sıradan insanlar tarafından yürütüldüğü manzaralarda izlenebilir. Yabancı düşmanlığının, aşırı sağ popülizmin yükselişinin, filtre balonları ve yankı odaları gibi olguların, sahte haberlerin, seçmeci akılcılığın, kanıt temelli bilgiye erişseler bile dezenformasyona inanmaya devam etmenin yaygın pratikler olduğu bu yeni dünyada, yerel yönetimler en somut sorunlar karşısında yanıtları vermede en çok zorlanılan alan olarak karşımıza çıkıyor. Bütün dünya iklim krizine önlem almaya çalışırken bir belediye başkan adayı bunun yalan olduğunu savunarak seçilirse bu yönde bir önlem almasını beklemek safdillik olacaktır. Peki bu durumda karşımıza beyannameler çıkabilir mi ya da beyanname ve bağlantılı olarak nasıl siyasal stratejiler çıkabilir?
Krizler Dünyasında Yerel Sorunlara Paradigma Üretebilmek
2019 ve önceki yerel seçimlerden farklı olarak, Türkiye’de neredeyse hiçbir siyasi parti etkili bir seçim beyannamesi oluşturma çabası içinde değil gibi görünüyor. Bunda geride bıraktığımız Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin etkisi yadsınamaz gibi görünse de yukarıda anlatmaya çalıştığım paradigma değişiminin etkisinin olduğunu söyleyebiliriz. Muhtemelen seçim tarihi iyice yaklaştığında karşımıza suya sabuna dokunmayan ve birbirine benzeyen beyannameler, birtakım genel geçer, hepsi birbirine benzeyen projeler ve nereden geldiğini anlamakta zorlandığımız kişiler çıkacak ya da eski yerel yöneticiler çeşitli gerekçelerle yeniden ambalajlanacaklar. Sonrasında da siyasi tercihler adayların kişiliği, başardıkları ve önerdikleri üçgeninde, eldeki iletişim olanakları nispetinde geçmiş krizlerle ilişkilendirilerek tartışılacak. Ancak muhtemelen bu tartışmaların tamamına yakını topluma heyecan vermekte başarısızlığa uğrayacak. Çünkü bu stratejilerin hiçbirinin yerelde yüzleşilmek durumunda olan gerçek krizlerle doğrudan ya da dolaylı bir bağı görünmüyor. Halbuki öncelikli olarak esas tartışma, uzunca bir süredir üstesinden gelinemeyen ve ötelenen krizler ve bu krizlere müdahale etmenin mantık ve pratiğini ortaya koyan beyannameler üzerinden gerçekleşmeliydi. Hangi krize, hangi politikaları önereceğiz, tercihlerimiz ne olacak ve bunlara hangi çözüm alanlarıyla derman olacağız? Böyle bir çerçevenin yerel yönetim seçimlerinde ya da tartışmalarında önümüzde olması gerekiyor. Peki görmezden gelinen bu krizler neler?
Devletin Mekânsal Örgütlenme Krizi: Şu an Türkiye’nin idari olarak Cumhurbaşkanlığı ve büyükşehir belediyesinden oluşan iki kademeli ve büyükşehir bulunan ve bulunmayan illerde yürürlükte olan iki ayrı mülki sisteme sahip bir ülke olduğunu söyleyebiliriz. Siyasi tüm tartışmalar ve güç çatışmaları da bu iki kademe arasında olmaktadır. Her ne kadar dünyadaki gelişmeler büyüyen kentlerin idari sınırlarının gelişmesinde etkili olmuşsa da gelinen durum Türkiye için ciddi bir uç noktaya işaret ediyor. Bir yandan yürütmenin başı Cumhurbaşkanlığı yer yer bir yerel yönetim gibi davranıp örneğin park yapabilirken, öte yandan büyükşehir belediyeleri merkezi idarenin adalet ve savunma hariç yatırım harcamalarının benzerini yapabilir durumda; örneğin tarım ve kırsal kalkınma politikası üretmeye çalışıyor. Bu iki uç arasında kalan yurttaşlar ve sivil toplum da ciddi bir mekânsal gerilim ve yapısal sorunların etkisi altında kalıyor. Siyasi ve idari yetki karmaşası mekânsal düzenin sürekliliklerinin inşa edilmesini tökezletiyor.
Ekolojik Kriz ve Ekosistem Taşıma Kapasitesi Krizi: Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi çevresel açıdan duvara toslamış bir yerleşimler sistemiyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Kurumuş yeraltı su kaynakları, göller, verimliliğini kaybeden tarım toprakları, bilinen kentsel gelişme ve hizmet süreçlerinin sonuna geldiğimizi gösteriyor. Ekosistemle barışık ve sınırlarını yeniden tanımladığımız, yaşam biçimimizle uzlaştırdığımız bir yerleşim sistemi tartışmasını hızla yapmak ve yerleşimlerimizi dönüştürmek zorundayız. Duraksayan ve gerileyen küçük ve orta büyüklükteki yerleşimlerle rant odaklı birer büyüme makinesine dönüşmezse devam edemeyecek durumda olan büyük kentlerin ortak bir gelişme paradigmasında buluşmasını sağlayamazsak gelecek çok da parlak görünmüyor. Çünkü mevcut gelişme eğilimleri hem yurttaşların ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak hem de çevresel kaynakları geri dönüşü olmayan bir şekilde tahrip ediyor.
Toplumsal Uyum ve Hareketlilik Krizi: Yerleşimlerin içerisinde toplumsal uyum tartışmalarında göç önemli bir yer tutsa da aynı zamanda kuşaklar arası ve çeşitli ölçeklerde hareketlilik de genel olarak ciddi bir soruna dönüşmek üzere. Suç ve güvenlik meselesi ile adalet, aidiyet, kimlik ve kültürel davranış kodlarının kentsel yaşam alanlarını nasıl şekillendirdiği üzerinden yansımalarını hissettiğimiz ciddi travmalar ile yüzleşmek zorundayız. Yerleşimlerdeki toplumsal ayrışma ve parçalanmayı yavaşlatacak mekânsal gelişim ve yerel örgütlenme çözümlerini ortak bir sorun olarak birlikte aramak zorundayız. Aksi takdirde kitlelerin ürettiği kaynaklarla inşa edilen ama aynı kitlenin hareketliliğini yitirmeye başladığı bir yerleşimler sistematiği ile karşı karşıyayız.
Yerleşimlerin Kırılganlıklarının Krizi; Afetler ve Yeniden Yapılanma: 6 Şubat depremleri bize kim bilir kaçıncı kez yerleşimlerimizin doğal afetler karşısında ne kadar kırılgan olduğunu hatırlattı. Kırılganlık deyince çıtkırıldımlıktan ya da keyfe keder bir nazdan bahsetmiyoruz. Kırılgan olmak, yaşlanan insanlarda kemik erimesi sonrasında kalsiyum birikmesi sebebiyle düşünce kolaylıkla kalça kırıklarının oluşmasına benzetilebilir. Yaşadığınız yer onu bir arada tutacak mekânsal ve toplumsal yapıya ilişkin kemik erimesinden mustaripse felaket anlarında düştüğü zaman kırılır. Bunu önlemek için yerleşimleri dirençli kılacak önlemleri sistematik olarak almak gerekiyor. Cumhuriyet tarihi boyunca süregelen ve kentleşme sürecinin doğasından kaynaklanan bir kırılganlıkla başa çıkabilmek ise tüm ayrışmaları ve çıkar kollamaları bir kenara bırakarak bilimsel bir yaklaşımla yerleşmeleri yeniden ele almayı gerektiriyor.
Dönüştürücü Teknolojilerin Krizi, İnsanın Anlam Krizi: Teknolojik gelişmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak görülen dönüştürücü teknolojilerin yaygınlaşmasında en ilginç örneklerden birisi olarak mikro-hareketlilik çözümlerini akıllı paylaşım sistemlerini görebiliriz. Artık dünyanın neresine gidersek gidelim bunlarla karşı karşıyayız ve yereldeki mikro rant cepleri karşısında bunların kazanması mukadder gibi görünüyor. Bu küçük örnekler büyük resimde karşı karşıya kalacağımız siber tehditler, lojistik zincirlerdeki sorunlar, sanal dünyaya yapılması gereken yatırımları gösteren işaret fişekleri olarak görülebilir. İşin teknolojik tarafı belki maliyetli de olsa bir şekilde çözülecektir. Ancak, işini ve giderek işlevini ikame etmeye başlayan yapay zekâ teknolojileri karşısında insanın ciddi bir anlam krizi içine girdiği söylenebilir. Bu büyük varoluş krizine karşı ne üretip kentte yaşayanlara ne sunabildiğimiz belki de en az öngörebildiğimiz kriz temasını oluşturuyor. Bu tartışmada yerel yönetimler ise en özgün alanlardan biri. Çünkü tüm teknolojik gelişmelere rağmen hâlâ insan, yerleşimlerin anlamını üretebilen yegâne varlık. Bir meydan yapıyorsanız o meydanı kullanacak insan yoksa o kentin bir anlamı kalmıyor. Artık anlam kentte yaşamanın ta kendisidir ve yerel yönetimler bunu yurttaşlarla birlikte keşfedecek ve kamusal değere dönüştürebilecek yöntemler geliştirmek zorundadır.
Yeni Bir Yerel Seçim Beyanname Paradigmasına Giriş
İşte bu krizlere çözüm bulabilmenin bir aracı olarak yerel seçimlerde siyasi partilerin ciddi bir tartışma alanı oluşturması gerekiyor. Çünkü asfalt dökmek ya da uçan kaçan şehirler vaat etmek artık bu krizler karşısında etkisiz kalmaya mahkûm. Bu tartışmaların siyasi, örgütsel, sermaye birikimine ilişkin, gerçekliğin üretimini dikkate alan ve gelişmelere ayak uydurmanın yaklaşımını belirleyen bir çatıya oturması gerektiği açık:
Çıkarların Temsili: Yerel yönetimlerin demokratik bir rejimdeki birincil unsuru, çıkarların kim tarafından nasıl temsil edildiği olarak tanımlanabilir ve doğrudan yansıması karar organları olan belediye meclisleri ve belediye başkanlarıdır. Bu insanlar nasıl seçilir, hangi çıkarları temsil eder ve nihai olarak bu siyasi sürece nasıl dahil olurlar? Bu soruların yanıtları mevcutta ciddi bir temsiliyet vakumuna işaret ediyor. Yurttaşların oy verdikleri yerel siyasetçileri tanımaması ve seçim sonrasında da onlarla aralarında büyük mesafeler olması çok önemli bir meşruiyet sorunudur. Doğru çıkarlar yerel karar organlarında dengeli bir şekilde temsil edilmezlerse yereldeki sorunların çözümüne yönelik sağlıklı bir politika tartışması olamayacağından, yerel yönetimler pragmatik getirileri ifade eden üç “i” tahakkümünden kurtulamazlar: İmar, ihale ve istihdam. Çıkarların temsiliyse dar grupların oluşturduğu bazı kapalı ağlarda bu anahtar kelimelerin temsil ettiği rantın dağıtımı anlamına gelir.
İçsel Örgütlenme: Devlet yapılanması içerisinde kurumsal esnekliği en fazla olan yapılar yerel yönetimler olarak görülmektedir. Özellikle yatırım ve hizmetlerin sürekliliğinin ağır hiyerarşilere ve bürokratik hantallıklara mâni olacağı kanaati vardır. Bunun bir uzantısı olarak uzunca bir süredir belediyelerde matris türü proje temelli ve yatay örgütlenme biçimlerinin olabilirliği tartışılmaktadır. Ancak bu tartışmalar somut yapılara dönüşemediği için pratikte belediye başkanının iyi çalıştığını düşündüğü cevval elemanlarla kurduğu, adı konmamış enformel takımların etkin olduğu bir döneme geldik. Belediye şirketleri bunun en etkin aracı olurken, çalışan sayıları ve mevcut bütçe harcamaları açısından belediye bürokrasisinden daha büyük hale geldiler. Kırsal alanda nasıl bir yerel yönetim yapısı olacağı, farklı birimlerin ölçekleri ve ilişkileri konularındaki belirsizlik de devam etmektedir. Bu durumda, kaçınılmaz olarak yerel yönetim paradigmasındaki tartışmaların temel başlıklarında birisini de bu kurumsal yapılanma oluşturmaktadır.
Sermaye Birikimi: Aslında yerel yönetimler doğrudan yerleşmelerdeki kaynak ve sermaye üretiminin altyapısını ve dağıtımını sağlamakla görevli yapılardır. Altyapı ve üstyapı yatırımlarının nereye yapıldığı, toplumdaki sınıfsal ayrımların belirlenmesinde ciddi bir role sahiptir. Kamu kaynaklarıyla yerleşimlerde yapılan yatırımların toplumda kaynakların yeniden dağıtımına ilişkin sınıfsal etkileri, siyasetin de nasıl şekilleneceğini belirlemektedir. Oluşan mekân üzerinde sanayi, tarım, hizmet gibi uğraşlardan hangileri ile nasıl bir sermaye birikiminin gerçekleşeceği ve bunun nasıl paylaşılacağı nihai olarak yerel yönetimlerin planlama, projelendirme ve yerel politika yapma süreçlerinin bir uzantısı olarak şekillenmektedir. Bu açıdan bakıldığında yerel yönetimlerin sermaye birikim süreçlerine ilişkin bir perspektifinin olması ve bu alandaki dönüşümü dikkate alması belki de bu alandaki en önemli mesele olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin, artık her faaliyetin bir veri üretimi işine dönüştüğü günümüzde ellerindeki inanılmaz büyük miktardaki veriyle nasıl bir katma değer üretilebileceği ve bu anlamda yerel hizmetlerin nasıl dönüştürülebileceğine ilişkin yerel yönetimlerin bir vizyonu olması gerektiği söylenebilir.
Gerçekliğin Yeniden Üretilmesi: Bütün yerel yönetimler ellerindeki yerel bilgi tekeline ve hizmet gücüne dayalı olarak belli düzeyde yerel gerçekliği yeniden üretebilir, bunun için kentsel ve sanal mekânı kullanırlar. İnsanlar yerleşimlerdeki yaşamlarını sürdürebilmek için bu bilgiye ihtiyaç duyarlar ve bu yolla yerel yönetimlerin belli bir meşruiyet zemini oluşur. Ancak bu, meşruiyet üretilen mesajın niteliği ve yayıldığı mecraya bağlıdır. Yerel yönetimler gerçekliği üretirken ahlaki sınırların dışına çıkarak taraflılığı ve siyasi etkiyi temel almaya başlarsa bunun yerleşimlerin kültür ve kimliği üzerinde yıkıcı etkileri olabilir. Özellikle herkesin haklı olmak istediği bir yerel yönetimler dünyasında kutuplaşmaların ve ayrışmaların yapısal sorunlara dönüşmesi ise kaçınılmaz bir sorun olarak görünmektedir.
Yerel Yönetimlerin ve Hizmetlerin Yeniden Yapılandırılması
Yerel yönetimlerin mevcut sorunların çözümünü oluşturabilecek yönde dönüşebilmesinin önündeki en önemli engel ise iş yapış biçimleri olarak görünmektedir. Geçtiğimiz 20 yıl boyunca Türkiye’de şekillenen belediyecilik, ağırlıklı olarak finansal somutluğu bulunan yatırımlarla anlam kazanan, bunu da hep benzer usullerle uygulamaya geçirirken yenilik ve yöntemsel farklılıklarla etkinliği ve verimliliği artırma konusunda başarısızlığa uğrayan bir anlayış üretti. Bu anlayış, yerel hizmetleri bilinen yöntem ve teknolojilerle ve ağırlıklı olarak taşeron eliyle gerçekleştirmeye odaklanan, değişen ekonomik ve toplumsal koşullar altında sadece ölçeği büyütmek ile yetinen bir bakış açısına ve reflekse dayanıyor. Oysa hizmet sunum biçiminin sürecini, araçlarını, teknolojisini ve aktörlerini sürekli olarak araştıran ve analiz eden bir yaklaşıma ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak bu şekilde krizler karşısında yerel yönetimlerin çözüm potansiyelinin kullanılabilir hale getirilmesi mümkün olabilir. Yani sonuçta, ne tür bir örgütlenmeyle, kimleri temsil ederek, nasıl ve hangi hizmet verilecek; bu şekilde ne tür bir sermaye birikimi ve gerçeklik üretilecek sorularının yanıtlarının verilmesi gerekmektedir. Peki bu sorunlar karşısında yerel yönetimlerin paradigma değişimine yönelik başlangıç noktaları neler olabilir:
Yerel Yönetimlerin Gerçekle Tanışması: Günümüz dünyasında veriye dayanmayan bütün tartışmalar kahve muhabbetinin ötesine geçememe riskini taşımakta. Bunu aşabilmek için gerçek veriyle gerçek değer, sorun ve insanları görebilen, sorunların çözümünde özveriyle eksiklikleri dile getirebilen yeni bir yerel yönetim kültürüne ihtiyaç duyulmaktadır.
Kaynak Temelli Bir Yerel Yönetim Anlayışı: Bugün bütün yerel yönetimler mali ve finansal yapıya bağımlı durumda görünüyor. Oysa üretim ve sermaye birikim süreçlerinin esası ile doğrudan ilişkilenen bir yerel yönetim pratiğinde paranın aşınıp gideceği, esas olanın gerçek kaynaklar olduğu anlaşılmıştır. Mali kaynaklar kadar üretken emtia ve kurumsal kaynakların da yönetilmesi yaşamsaldır. Eldeki tüm kaynakların çevresel duyarlılıkla uzun vadeli sonuçları düşünülerek ve adil paylaşım ilkesine göre kullanılması, yeni bir tür yerel yönetim pratiğine temel oluşturabilir.
Mekânsal Farkındalığı Artırmak: Yerel yönetimleri diğer kamu kurumlarından ayıran en önemli farkların başında, işleyişte ve hizmet sunumunda mekânın tümünün büyük önem taşıması gelmektedir. Mekânı tam olarak kavrayamayan yerel yönetim deneyiminin başarılı olabilmesi imkânsızdır. Diğer yandan farklı ölçeklerde soyutlama yaparken aynı zamanda farklı disiplinlerin teknik ve bilimsel verilerinin gözlüğüyle sahaya bakabilmek ve politika geliştirebilmek ciddi bir düşünsel birikim gerektirmektedir. Bu tür bir farkındalığın olmadığı durumlarda mekâna ilişkin bakış açısı sonuç odaklı pragmatik araçlara mahkûm olur. Örneğin Türkiye’de yerel yönetimlerin yaptıkları imar plan ve değişikliklerinin çoğunluğu uygulama imar planı ölçeğindedir, çünkü yapılaşmaya en hızla geçilebilecek planlama türü budur.
Yenilikçi, Yaratıcı ve Katılımcı Bir Yapıya İhtiyaç: Uzunca bir süredir toplumun çok farklı kesimlerini ve renklerini yerel hizmet süreçlerine dahil edemeyen yerel yönetimler sebebiyle mikro ölçekte topluluk düzeyinde, kamudan neredeyse hiçbir destek alınmadan sürdürülen başarı hikâyeleri mevcut. Çünkü yerel yönetimler demokratik katılımı karar verme sürecinin sadece bir aşamasında gerçekleşen kesitsel bir aşama olarak görüyorlar. Oysa yaşam, kamu dışındaki toplulukların inanılmaz yaratıcı ve yenilikçi dayanışma, üretim ve kendini gerçekleştirme öyküleriyle dolu. Ancak bu öykülerin tüm kente ve yaşama değer katabilecek bir düzeye erişebilmesi için yapısal desteklere ihtiyaç duyuluyor. Bu da katılımın sadece bir karar alma süreci olarak görülmesiyle değil, aynı zamanda fikre, yapıma, üretime ve dönüştürmeye katılım olarak algılanmasını zorunlu kılıyor. Yani katılımcılığın kapsayıcılık, yenilikçilik ve yaratıcılıkla birlikte bir program olarak uygulanmaya geçirilmesi şart.
Kuşaklar ve Ölçekler Arası Dayanışma: Teknolojik ve toplumsal dönüşümün hızlanması kuşaklar ve farklı ölçeklerdeki yerleşimleri beklemediğimiz anlamlarda benzeştirirken, bir yandan da yaşam deneyimi ve bilişsel vasıflar açısından farklılaştırıyor. İletişim araçlarındaki gelişmelerden dolayı bu farklılıklara ilişkin farkındalık daha hızlı yayılıyor ve genç kuşaklar buna karşı daha hızlı refleksler geliştirebiliyorlar. Ancak değişimin bu hızı karşısında insanın bilişsel bir istikrarlı alana ihtiyacı bulunuyor ve bu sadece farklı kuşaklar arasındaki dayanışma ilişkilerinin desteklenmesi ile sağlanabilir. Öte yandan küçük ölçeklerde gettolaşan örneklerin daha büyük ölçeklerde tekrarlanmasına da ihtiyaç duyuluyor. Örneğin mahalle düzeyinde çok güzel çözümler üretilebiliyor ama bu çözümler farklı sosyoekonomik segmentlere ve daha büyük ölçeklere yaygınlaştırılamıyor. Oysaki farklı ölçeklerin bir arada işleyebileceği pratiklere ihtiyacımız var. Bu pratiklerin oluşturulmasında yerel yönetimlerin kurumsal ve hizmet süreçleri üzerinden tanımlanacak süreklilikler önem taşıyor.
Peki Bunların Tartışılacağı Beyannameler Nerede?
Tüm bu paradigma dönüşümleri, krizler karşısında kullanılması gereken araçlar ve dikkate alınması gereken potansiyel ve sorunları anlamlı ve belli bir ideolojik perspektiften ortaya koyabilen bir siyasi beyanname 2024 seçimleri öncesinde henüz paylaşılmadı. Bu tür bir beyanname adayların, jenerik projelerin ve siyasi kutuplaşmanın ötesine nasıl geçileceği ve seçim sonrası normalleşmenin adımlarının tanımlanması açısından da kritik bir konumda. Her siyasi parti, kendi ideolojik ilkeleriyle günümüz krizlerine nasıl çözüm bulacağını, bunu yaparken yerel yönetimlerin dönüşüm pratiklerini nasıl şekillendireceğini esnek, çevik ve sürdürülebilir bir bütünlük içerisinde ortaya koymalıydı. Çünkü bu şekilde, önce adayların, daha sonra da seçilecek olan belediye başkanlarının ve yerel meclislerin bu beyannamelerin ilkeleriyle paralel ve yaşayan bir düşünce sistematiğini önce yerel yönetim stratejik planlarına, daha sonra da kendi vaatlerine yansıtabilmesi mümkün olabilir. Böylelikle yapılacak olanın sadece yerleşimleri yönetecekleri seçmek değil, krizleri çözebilmek için birlikte nasıl yöneteceğimizin ve birlikte üretmenin bir yol haritası olduğu da anlaşılabilecektir. Unutmayalım ki, süper kahraman belediye başkanlarının altın çağı çoktan geride kaldı. Kendimizin ve kentlerimizin kaderini şekillendirebilecek olan sadece kolektif ortak akıl ve irademiz. Bunun ifadesi olarak da samimi ve derinlemesine tartışılmış birer yerel toplumsal sözleşme olarak hâlâ beyannamelere ihtiyacımız var.