Biden Döneminde Küresel Düzen

biden döneminde küresel düzen soruşturma

ABD’nin yeni Başkanı Joe Biden’ın görevde bulunduğu süre bir aya yaklaşıyor ve küresel düzenin geleceğine dair en önemli açıklaması “Amerika geri döndü” oldu.

 

Peki geri dönen Amerika’yı nasıl bir dünya bekliyor? Amerika’nın geri döndüm demesi küresel düzenin kodlarını istediği şekilde değiştirmesine yetecek mi? Küresel ölçekte, transatlantik ilişkilerde, Çin rekabetinde, Orta Doğu’da ve küresel ekonomide önümüzdeki dönemde yeni Amerikan yönetimini ve genel anlamda küresel düzeni nasıl bir çerçeve bekliyor?

 

Perspektif, Biden döneminde Türkiye ile ilişkilerin muhtemel seyrine yönelik gerçekleştirdiği soruşturmanın ardından, Biden yönetiminin küresel gündemini masaya yatırıyor.

 

Perspektif, Biden yönetiminde küresel sistemin geleceğini uzman isimlere; Taha Özhan, Evren Balta, Galip Dalay, Soli Özel ve Uğur Gürses’e sordu.

“BİDEN 'ÖNCE AMERİKA' DEĞİLSE DE 'ÖNCE AMERİKA’NIN SORUNLARI' DEMEK ZORUNDA”

Taha Özhan Ukrayna Savaşı'nın Birinci Yılı

TAHA ÖZHAN

Trump döneminde Atlantik’in iki yakası arasındaki ilişkiler nasıl bir mahiyet aldı? Bu ilişkilerin aldığı şekli Trump üzerinden mi okumalıyız yoksa daha yapısal faktörlere mi yoğunlaşmalıyız?

Sadece son yirmi yıla bile bakılsa transatlantik ilişkilerinin kolay bir zeminde yürümediği görülebilir. Üstelik 11 Eylül sonrası belli ölçüde, 2013 sonrası ise büyük ölçüde jeopolitiği terörizmle mücadeleye indirgemiş olmalarına rağmen.

 

Bir taraftan terörle mücadele denklemi içerisinde her iki taraf ortak bir söylem ve zemine kavuştu ama diğer yandan da sorunlar devam etti. Bu ikili yapı mesela 2003’te 11 Eylül sonrası Rumsfeld’in ‘eski Avrupa’ tartışmalarından alınıp Trump dönemindeki Washington güvenlik şemsiyesinin sağladığı sigorta poliçesi primlerinin merkeze oturduğu tartışmaya kadar getirilebilir. Hasılı kelam, Amerika-Avrupa ilişkileri, aynı kampta yer alan iki güçlü ortak olmanın yanında zorlu ilişkileri de olan iki odak konumundalar.

 

Trump’ın bu ilişkilerde yapısal bir kırılmaya yol açtığını söylemek zor. Zira Soğuk Savaş yıllarının sonundan itibaren Avrupa’nın savunma harcamaları ve NATO’nun farklı öncelikleri hep tartışılan ve üzerinde mutabakata varılamayan başlıklardı. Amerika’nın gözünde Avrupa’yı “ekonomik dev, jeopolitik cüce” tartışmasına indirgeyen sorunlar Trump döneminde siyasi doğruculuk maskesi olmadan açıkça masaya getirildi sadece.

 

Elbette Trump döneminde Brexit depremiyle ve mülteci kriziyle jeopolitik dikkati ciddi şekilde dağılan Avrupa’nın transatlantik ilişkilerinin tadilatı ve tamiratının sınırları geçmişe göre daha da daralmış durumda. Paris İklim Anlaşması, NATO, Dünya Ticaret Örgütü, İran nükleer anlaşması, “Rus ve Çin tehdidi”, Trump’ın Avrupa’daki popülist liderlere verdiği destekler ve son olarak COVID-19 kriziyle başta Dünya Sağlık Örgütü’nde yaşanan krizler birçok başlıkta ciddi bir güven krizi oluşturmuş durumda.

 

Avrupa bir taraftan küresel jeopolitik sahneye Washington’un “geri döndüğünü” ilan eden Biden’la bu başlıklarda tamirat ve tadilat süreci başlatmak isterken diğer yandan da kendisini Amerika-Çin makasına hapsolmuş G-2 dünyasında bulmak istemiyor. Biden’ın dış politika ve güvenlik ekibinin Avrupa’yı yakından tanıyan tecrübeli isimlerden oluşması da transatlantik ilişkilerinde ciddi bir tamirat sürecinin yaşanabileceğine işaret edebilir.

 

Ancak burada sorun yaşanacak nokta, tamirattan ziyade transatlantik ilişkilerinin Obama dönemini aşan daha ileri bir jeopolitik zemine oturup oturmayacağı meselesidir. Zira Washington’da şimdilik “Trump gitti, 2016’ya döndük” rüzgârı esmektedir. Hem transatlantik ilişkilerde hem de küresel jeopolitikte Obama döneminin bir altın yıllar dönemi olmadığını hatırlatmaya gerek yok. Aksine Milenyum sonrası 11 Eylül’e Washington’un verdiği cevapla başlayan jeopolitik raydan çıkış ve miyopluk Obama döneminde devam etmişti. Bush yıllarında küresel jeopolitiği ve ABD dış politikasını “El-Kaide ile mücadeleye” indirgeyen bu yaklaşım, Obama döneminde DAİŞ’le mücadele ekseninde jeopolitiği terörle mücadele eksenine hapsetmişti.

 

Bu sıkışma hem transatlantik ilişkileri hem de küresel jeopolitik eksenlerinde Washington’un perspektifini ciddi şekilde daraltmıştı. Washington ve Avrupa’nın yaşadığı bu 20 yıllık jeopolitik daralmadan Çin ve Rusya genişlemesi çıktı.

Biden Batı ittifakını canlandırabilecek mi? Genel olarak transatlantik ilişkilerinin mevcut durumunu ve geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Batı ittifakı bugüne kadar jeopolitik ve güvenlik tehdit algılarıyla kendisini tahkim edebildi. Sağlıklı ve gerçekçi bir tehdit okuması yapabildiği oranda ittifakları jeopolitik olarak işlevsel ve etkili olabildi. Milenyumdan bu yana bu tehdit okuması ciddi şekilde bozuldu. Özellikle Orta Doğu’da İsrail merkezli jeopolitik okuma abartılı terör tehdidiyle birleşince küresel düzeyde komplolara varacak yirmi yıl yaşandı. DAİŞ tehdidi kısa sürede somut ve sınırları belli olan bir tehditten çıkarak hızla jeopolitik hamlelerin, provokasyonların ve manipülasyonların aracı haline geldi. Küresel jeopolitik kırılma büyük ölçüde sermaye ve teknoloji birikimi üzerinden Çin merkezli hareket ederken, Batı ittifakının odağı sorunları daha da büyütecek şekilde Orta Doğu oldu. Trump döneminde ciddi bir akla yaslanmasa da bu durum fark edildi ama vizyoner bir cevap verilememesinin sancıları yaşandı.

 

Burada Avrupa’nın jeopolitik bir aktör olarak perspektifini büyük ölçüde yitirmiş olması da rol oynadı. Ne ana gündeme dönüştürdükleri Orta Doğu’da ne de küresel ekonomi-politik düzende meydan okumalara ciddi bir cevap ortaya çıkaramadılar. Gelinen noktada transatlantik ilişkilerinin yeniden iyi bir noktaya ulaşma ihtimali son yirmi yılda yaşanan küresel ekonomi-politik eksen kayması kaynaklı meydan okumalara cevap verilebileceği anlamına gelmiyor artık.

 

Transatlantik ilişkilerin yeni bir dönem yaşaması için belli başlıklarda perspektiflerini değiştirecek kararlar vermeleri gerekiyor. Bu kararları alırken her iki aktör de artık Trump öncesi siyasal ve ekonomik pozisyonlarını da korumuyorlar. Amerika oldukça ciddi bir iç siyasal kriz yaşadı son dört senede. Bu dalganın sakinleştiğini veya rasyonelleştiği söylemek çok zor. Biden gibi merkezde duran bir siyasetçinin bu sorunları çözme ya da en azından yönetmesi de kolay görünmüyor.

 

 

Son dört yılda yaşanan ve aslında açık bir şekilde sadece bir semptom olan Trump’ı Amerikan krizinin kendisi ya da hastalığı olarak kodlamanın maliyetinin Biden’ın seçilmesiyle ortadan kalkması zor görünüyor. Dolayısı ile Amerika’nın yeni dönemde küresel jeopolitik iştahı ne olursa olsun artık ülke içi gündemin ciddi şekilde Washington’u meşgul edeceğini kabul etmek gerekiyor. Başka bir ifade ile Trump’ın “Önce Amerika” sloganı ve politikası Biden açısından da “önce Amerika’daki sorunlar” şeklinde devam etmesi beklenmelidir.

 

Biden, Amerika iç gündeminde belli bir istikrarı yakaladığı oranda küresel başlıklarda alan kazanacak. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus Biden’ın Trump döneminde Washington’un ayrıldığı bazı uluslararası platformlara hızlıca geri dönmesi ile küresel jeopolitik başlıklarda bir perspektifi olan şümullü yaklaşımların birbirine karıştırılmamasıdır. Bu kurumlara Amerika’nın geri dönüşü önemli olmakla beraber, tek başına yeterli bir yaklaşım değildir elbette.

 

Benzer bir durum son dört yılda Avrupa’da daha sert yaşandı. Brexit’in gerçekleşmesi, milliyetçiliğin ve popülizmin sert yükselişi, AB’nin hatta Avrupa’nın yönünü arayan soruların cevapsız kalması, birliğin varlığının ciddi anlamda sorgulanması Avrupa’nın ortaya çıkan meydan okumalara karşı ne bir ve bütün olarak ne de transatlantik zemininde doyurucu cevaplar veremediğini gösterdi.

 

Avrupa jeopolitik cüssesini ve eksenini devrimci bir şekilde değiştirebilecek iki önemli fırsatı da Obama döneminde kullanamadı. Bunlardan birincisi Türkiye’nin 2010 başlarında birliğe kabulü olabilirdi. Diğeri ise Arap Baharı karşısında korkularını yenerek bölgedeki değişimi tam anlamıyla desteklemesi olabilirdi. Maalesef AB tıpkı Obama yönetimi gibi retoriğinin tam aksi istikamette adımlar attı. AB’nin güneydoğu kanadında böylesine geniş bir perspektifi sahiplendiği senaryoda bugün bambaşka bir jeopolitik ekseni konuşuyor olurduk.

 

Özetle transatlantik ilişkiler, bugün itibariyle ittifak zeminini güçlendirmek isteyen ama henüz yönünün ne olacağını kendisinin de bilmediği bir halde duruyor. Önümüzdeki birkaç sene içerisinde küresel jeopolitik gerilim hattı G-20’den G-2’ye indikçe AB’nin yeni bir açılım yapması beklenebilir. Aksi takdirde transatlantik ilişkiler Washington’la eski zeminine eski sorunlarıyla tekrar oturarak bizleri bildiğimiz statüko ile baş başa bırakacaktır.

Brexit Transatlantik ilişkileri nasıl etkiledi? İngiltere-ABD arasındaki özel ilişkiler artık ne kadar özel? Biden başkanlığında bu ilişkilerin nasıl bir hal alacağını düşünüyorsunuz?

Obama-Biden yönetiminin gerçekleşmesin diye uğraştığı Brexit’i Trump açık bir şekilde destekledi. Hatta daha da ileri giderek AB’yi ciddi anlamda zorlayan politikalara imza attı. Bugün İngiltere Başbakanı olan Johnson, İrlandalı köklerini gizlemeyen Biden’a ettiği hakaretlerle bilinen bir isim.

 

Birleşik Krallık, Biden dönemine bir taraftan post-Brexit dünyasına adaptasyon diğer taraftan Kuzey İrlanda ve İrlanda Cumhuriyeti arasında fiziksel sınır ve İskoçya’nın durumu gibi başlıklarıyla ilerde de “birleşik” kalıp kalamayacağı soruları eşliğinde girdi.

 

İngiltere’nin kendi kendisine izolasyon sürecinde Washington’un Londra ile ilişkileri istese de eski jeopolitik değerinden uzaklaşmak durumunda. Zira AB üyeliği kaldıracının kalkması başlı başına Londra için bir kayıptan başka bir şey değil. Johnson’un Obama-Biden döneminde ırkçı bir dille “kısmen Kenyalı” sıfatıyla andığı Obama ile yaşadığı ağız dalaşının bugün Biden’la ilişkisini nasıl etkileyeceği de bir sorun. Hasılı kelam Washington’daki yeni yönetim İngiltere’nin artık üye olmadığı AB ile ilişkilerini azami seviyeye çıkarırken artık eski zamanlardaki gibi Londra AB’den önce değil sonra sıranın kendisine de gelmesini beklemek zorunda.

Çin Batı ittifakının yeni dönemdeki çimentosu mu yoksa temel kırılma noktası mı olacak?

Çin sorunu bir ittifak halinde düşünülürse küresel hegemon olarak kabul edilebilecek Batı’nın yeni dönemde tahtını tehdit eden en önemli başlık konumundadır. Trump sonrası dönemde Çin odaklanmasının dağılmasını beklemek doğru olmaz.

 

Biden’ın Trump’a göre Çin’e daha yumuşak yaklaşacağı ve şahin bir politika izlemeyeceği beklentisinin fazlaca bir zemini bulunmuyor. Aradaki temel fark, dört yıl boyunca şahin ama oldukça türbülanslı Çin politikasının daha yapısal bir zemine oturması olabilir.

 

Biden daha göreve başlamadan başkanlık yemin törenine Tayvan’ın ABD temsilcisi Hsiao Bi-khim’i davet etti. Birkaç gün sonra Washington Çin’i Tayvan’a karşı askeri tacizlerinden dolayı uyardı. Dışişleri Bakanı Blinken Uygur Müslümanlarına karşı Çin’in baskılarını “soykırım” olarak tarif etti. Biden’ın iç siyasetteki kutuplaşmayı aşabileceği önemli başlıklardan birisinin Çin olması da akıldan çıkarılmamalıdır. Bu yüzden en rahat açıklamalarını Çin konusunda yapan Biden “Çin’in ekonomik suiistimallerini durduracağız, saldırgan ve zorba adımlarına cevap vereceğiz” dedi. “Çin’i püskürtme” şeklinde isimlendirdikleri yaklaşımlarını Biden dahil yeni yönetimden birçok isim şimdiden telaffuz etmiş durumda.

 

Burada sorun “bu püskürtmenin” gerçekçi zemininin ne kadar olduğu ve Biden’ın Obama dönemindeki “stratejik sabır” yaklaşımını benimsediği takdirde “püskürtmeye” ne kadar alan açabileceği. Çin-ABD rekabetinin tabii sonuçları bütün Pasifik bölgesinin yanında küresel neticeleri olacak bir gelişme. Bu rekabetin zemininde zıt pozisyonlarda odaklanmış iki ayrı aktör bulunuyor.

 

Çin’in önümüzdeki yıllarda Amerikan ekonomisini geçeceğine dair yaygın bir kanaat bulunuyor. Bu sadece beklenen bir gelişme değil ölçek ekonomisinden dolayı kaçınılmaz bir neticedir. Ekonomik büyüklük elbette tek başına jeopolitik rekabette güç dengesini belirlemiyor. Ancak bizatihi ortaya çıkan rekabetin bazı sonuçları olacağı muhakkak. Mesela bu rekabetin neticesinde küresel düzeyde ve bölgesel düzeyde bir güç paylaşımı çıkması, Çin hegemonyasının doğuşu, ABD’nin tekrar küresel jeopolitik gücüne kavuşması veya sıcak çatışmalara da açık yeni bir Soğuk Savaş geriliminin ortaya çıkması ihtimaller arasında.

 

Küresel hegemonya rekabeti her zaman ciddi gerilimlere ve neticelere yol açmıştır. Bugün küresel düzeyde bir hegemondan bahsedemediğimiz, yeni bir hegemonun da ufukta tam anlamıyla görülemediği bir gri döneme girmiş durumdayız. Çin bir taraftan küresel ekonomik hegemon rolüne doğru ilerlerken küresel siyasal denklemlerde ortaya ne emperyal ne düzen kurucu ne de vizyoner bir yaklaşım koyamamaktadır.

 

Amerika’nın düzen kurucu rolünü kaybettiği için uzaklaştığı hegemon rolüne Çin’in yaklaşmayarak gelmesi mümkün değil. Son yarım milenyum boyunca ortaya çıkan hegemonlardan farklı olarak İbrahimi gelenekten gelmeyen, son beş yüz yılın küresel hegemon dil ailesinden olmayan, imparatorluğun ve hegemon olmanın alameti farikası olan çoğulcu kültürü taşımayan bir güç yeni bir hegemon tarifi anlamına geliyor. Bu yeni çerçevenin ortaya koyacağı vizyonun üretim gücü, meta arz kapasitesi ve finansman imkanları kadar küresel olup olamayacağı tartışmalıdır. Tam da bundan dolayı bugün tartışma Pekin’in tekno-milliyetçilik ve ticaret savaşlarına indirgenmiş durumdadır.

 

Bütün bunlar Çin meselesinin sadece Amerika’nın değil dünyanın geriye kalanı için de önümüzdeki yıllar boyunca jeopolitik tartışmada liste başında kalacağını gösteriyor. Amerika yeni dönemde ancak ittifak haritasını anlamlı ve vizyoner bir şekilde güncelleyebildiği oranda Çin sorununu salt ticaret, teknoloji ve üretim üçgenine sıkışmadan yönetebilir. Biden yönetiminin bunu başarıp başarmayacağı şüpheli. Ancak Obama 2.0 yaklaşımının yetersiz olacağını şimdiden söylemek mümkün.

 

Burada son bir nokta olarak ulusüstü şirketlerin varlığına dikkat çekmek gerekiyor. Batı’daki, özellikle Amerika’daki, ulusüstü şirketlerin Çin’e dair perspektifleri, vizyonları ve projeksiyonlarıyla ne Washington’un ne de dünyanın geriye kalan ulus devletlerinin beklentileri ve risk algıları uyuşmamaktadır. Dünya için tehdit matrisi olarak şekillenen Çin başlıkları ulusüstü şirketler için birer imkân olarak ortaya çıkmaktadır. Burada daha da büyük sıkıntı Çin’in benzer şirketlerinin ulusüstü değil uluslararası olmasıdır. Zira bu şirketlerin tamamı bir şekilde Çin devleti kontrolündedir. Bu durum Çin’e özel bir mukayeseli üstünlük sağlamaktadır.

 

Washington son tahlilde kendi jeopolitik çıkarlarıyla kendi ulusüstü şirketlerinin çıkarlarını mezcedebildiği oranda Çin’e karşı kendisine alan açarken, Pekin’in böyle bir gelirimi de bulunmamaktadır. Sorunuza dönersek, dünya ancak her yönüyle tahkim olmuş Çin’e karşı ortak bir vasat geliştirebildiği oranda küresel ticaret daha fazla dengeli, küresel jeopolitik ise daha az gerilimli olabilir. Bu vasatın olması için Batı ittifakının öncelikle kendi gerçeklikleri, yıllar içerisinde oluşturdukları küresel ekonomi-politik düzenin ürettiği adaletsizlikler ve yeni küresel hizalanmayı sindirmeyi öğrenmesi gerekiyor. Aksi takdirde sorunuzda dile getirdiğiniz gibi Çin bir kırılma noktası olabilir.

"'We are back' yani 'geri döneceğiz', liberal hegemonya tesisine geri dönme iddiasıdır"

evren balta röportaj

EVREN BALTA

Biden’ın gelişi ABD’nin küresel konumlanmasını nasıl etkileyecek? We are back (geri döndük) söylemi neyi ifade ediyor?

ABD İkinci Dünya Savaşı sonrasında liberal uluslararası düzenin liderliğini yaptı. Bu düzen farklı dönemlerde farklı unsurları ön plana çıksa da üç ana eksen üzerinden ilerledi. Bunlardan ilki NATO gibi kolektif kurumlarıdır. İkinci olarak, serbest ticaret ile küresel sermaye piyasalarını teşvik eden tamamen açık ve kapsayıcı bir uluslararası ekonomi yaratmaktır. Son olarak ise çatışmaların müzakere yoluyla sonlanmasının devletlerin kendi içlerinde siyasal bir demokrasiyi kurmasına bağlı olduğu düşüncesidir. Soğuk savaşın bitimiyle birlikte ABD bu uluslararası düzenin tartışmasız ve rakipsiz küresel liderliğini ele geçirmişti.

 

Trump başkanlığı döneminde ABD, NATO gibi kolektif güvenlik örgütlerinin maliyetlerini tek başına üstlenmek istemediğini, temelde ABD’nin gücünü sınırladığını düşündüğü uluslararası güvenlik kurumlarının Çin ve Rusya’yı askeri olarak cesaretlendirdiğini ve de sınırsız serbest ticaretin Çin’i, Amerika üretici sınıfları aleyhine ekonomik olarak güçlendirdiğini iddia ederek liberal uluslararası düzenin ekonomik ve kurumsal liderliğinden çekildi. Buna rağmen Trump başkanlığı döneminde ABD’nin askeri rolünde ve harcamalarında ciddi artışlar meydana geldi. Trump yönetimi, liberal uluslararası düzenin temel unsurlarını terk etmiş olsa da güvenlik politikası ve askeri gücü hegemon güç söylemine bağlı kaldı.

 

Biden bu askeri güç stratejisini devam ettirecek ancak liberal hegemonya tesis etme çabasına da geri dönecek. Biden kendi başkanlığı döneminde ABD’nin müttefikleri ile kurduğu güvenlik temelli bağlarını güçlendireceğini hem içeride hem de dışarıda gerileyen demokrasi ve insan hakları konularında ABD’nin öncü rolünün canlandırılacağını ve korumacı ticaret uygulamalarına karşı orta sınıfları da güçlendiren bir serbest ticaret modelini uygulamaya geçireceğini söylüyor. Bu açıdan Biden döneminde ABD sadece liberal uluslararası düzenin lideri olmaya aday değil aynı zamanda onu yeniden canlandırmaya çalışacağını iddia ediyor. Geri dönme iddiası liberal hegemonya tesisine geri dönme iddiasıdır.

Biden dönemine damga vuracak hadisenin Büyük Güçler rekabeti olduğu söyleniyor. Bu neyi ifade ediyor? ABD ile Çin arasında yeni bir Soğuk Savaş’a doğru mu gidiyoruz?

Trump döneminde ABD ulusal güvenlik stratejisi yenilenmiş ve 11 Eylül sonrası dönemi karakterize eden teröre karşı savaşın ulusal güvenliğin artık ana odağı olmadığı, temel güvenlik sorunun uluslararası sistemdeki Çin ve Rusya gibi revizyonist devletler ile mücadele olduğu ifade edilmiştir. Trump döneminde Çin ve Rusya’nın kolektif güvenlik kurumlarına, serbest küresel ekonomiye ve liberal demokrasilerin siyasal evrenine dahil edilmesi hedefinden de ABD geri çekilmiştir. Trump yönetimi askeri olarak Çin’i çevreleme politikasının yanı sıra, ticaret savaşına ve ticaret akışlarına odaklanan korumacı bir ekonomik politika sergileyerek Çin’in yükselen ekonomik gücünü sınırlama hedefi gütmüştür. Bu politikalar büyük güç rekabetinin dünya siyasetine geri dönmesi olarak düşünülmeli.

 

Ancak bu siyaset Çin’in ekonomik gücünü dengelemeye ya da sınırlamaya yetmediği gibi, Çin’i ekonomik ağlar kurma konusunda iddialı olmaya teşvik etti. Çin iç pazar odaklı büyüme modellerine ağırlık vererek ekonomisini küresel sarsıntılara daha dayanıklı hale getirmeye çalıştı. Çin’in ekonomisi özellikle COVID-19 döneminde büyümeye devam etti.

Bültenimize Üye Olabilirsiniz

Çin’in giderek artan ekonomik gücüne rağmen hâlihazırda Asya-Pasifik’te ABD’nin askeri gücü ve savunma ağları hala ağırlıklı bir biçimde Çin’in önündedir. Çin-Şanghay İşbirliği Örgütü ve Çin-Rusya-Kuzeydoğu Asya Güvenlik Diyaloğu gibi kurumsallaşmış ilişki ağlarını güçlendirmeye çalışsa da güvenliğin kurumsal ve kalıcı bağlar ile yapılandırılması konusunda da henüz Batı ittifakının gerisindedir. Uygur sorunu gibi ulus ötesi boyutları olan iç gerilimler, Asya’daki pek çok ülke ile çatışma ve sınır sorunlarının olması, ekonomik ve sosyal dağıtım sorunlarının şiddetlenmesi Çin’in geleceğiyle ilgili en büyük sorunlardır. Ayrıca Çin hükümetinin yayılmacı olduğuna dair endişeler ve çatışma geçmişi bölge devletlerinin Çin’in gücünü dengelemek için ABD’nin askeri gücüne dayanma eğilimini desteklemektedir. ABD’nin hızlı ekonomik gelişiminden kaygı duyduğu Çin karşısında askeri gücünü kullanma tercihi yapabileceğini pek çok uzman ifade etmektedir.

 

Son olarak, Batı ve Çin arasında Huawei ve 5G tartışmaları üzerinden de tanıklık ettiğimiz ciddi bir teknolojik rekabet vardır ve yeni seçilen ABD Başkanı Biden’ın kendi döneminde Çin ile teknolojik rekabete ağırlık vereceğini açıklaması, sadece teknoloji sektörünü değil, diğer endüstrileri ve kurumları da etkileyecek olan teknolojik soğuk savaşı hızlandıracaktır.

Çin meselesi Batı ittifakının yeni dönemdeki çimentosu mu yoksa temel kırılma noktası mı olacak?

AB ve ABD, Çin’in giderek agresif ve illiberal uluslararası gündemiyle ilgili benzer endişeleri paylaştıklarını ifade ediyorlar. Yeni dönemde bu konuda iki taraf da birlikte daha fazla çalışacaklarını ve ortak bir gündem oluşturacaklarını söylüyorlar. İklim krizi Transatlantik blokun bu yeni dönemde Çin ile de güçlü örtüşen çıkarlarının olduğu bir alan olacak.

 

Yeni bir iklim rejimi konusunda AB ve ABD daha güçlü bir biçimde birlikte çalışacak ve bu küresel yeni bir uzlaşmaya Çin’in de dahil olması konusunda çaba sarf edecekler gibi gözüküyor. AB ve ABD, Çin’in teknoloji transfer politikaları, kamusal sübvansiyonlar, korumacı ticaret ve patent hakları konusunda da benzer endişeleri paylaşıyor.

 

Fakat bu ortak endişelere rağmen Avrupa Birliği, Joe Biden’ın ABD’nin yeni başkanı olarak göreve başlamasından hemen önce Çin ile bir yatırım anlaşması yaptı. Bu anlaşma AB’nin Çin ile ekonomik ilişkileri modernize etme yönündeki en kapsamlı teşebbüsü olma niteliğini taşıyor. Biden göreve başlamadan AB’nin bu antlaşmayı imzalamış olması esasen AB’nin ABD üzerinden Çin konusunda gelecek baskıya karşı kendini daha dirençli tutma arzusu olarak görülebilir. Bu durum Avrupa’nın özellikle ekonomik ilişkileri güvenlik ilişkilerinden ayırarak kompartmantalize etme eğilimi ile de yakından ilgili. Aynı durum örneğin Rusya için de geçerli. AB Rusya’ya Ukrayna konusunda yaptırım uygularken ABD’nin tüm itirazlarına rağmen Kuzey Akım 2 Rusya-Almanya doğalgaz boru hattı projesinden de vazgeçmedi.

 

Bir diğer önemli konu ise Çin’e karşı transatlantik savunma koordinasyonu konusunda AB’nin ABD gibi şahin bir yaklaşımı muhtemelen tercih etmemesi ve daha seçici bir karşı duruş sergilemesi olacak.

 

Kısacası Biden döneminde özellikle çok taraflılık, iklim krizi, serbest ticaret gibi konularda transatlantik gündem Çin’e karşı daha ortak bir tavır sergileyecek olsa da bu tavrın özellikle güvenlik, teknoloji transferi ya da ekonomik işbirliği gibi pek çok önemli konuda parçalı ve de zayıf kalacağını iddia etmek mümkün.

Biden Batı ittifakını canlandırabilecek mi? Genel olarak transatlantik ilişkilerinin mevcut durumunu ve geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biden başkanlığı döneminde son dört yılda iyice zedelenmiş olan çok taraflılığa olan inancın yeniden tesis edilmeye çalışılması ve küresel yönetişim kurumlarının yeniden düşünülmesi çabalarına tanıklık edeceğiz. Ancak bu küresel jeopolitik gündem bugün her zaman olduğundan daha fazla Batı demokrasilerinin kendi iç sorunlarını çözebilecek yeni bir uzlaşma bulup bulmayacaklarına bağlı. John Ikenbery’nin dediği gibi Batı ittifakı yeni bir tür faydacı ve koruyucu enternasyonalizm bulmak için kabuğundan çıkmazsa ya da Joseph Nye’ın dediği gibi, iklim değişikliği benzeri ulus ötesi tehditlere karşı başkalarıyla birlikte hareket etmenin önemini anlamazsa kendi tabutuna son çiviyi çakacaktır.

"Biden’ın Avrupa ile İttifakı Kesin Değil"

soli özel röportaj

SOLİ ÖZEL

Trump döneminde Atlantik’in iki yakası arasındaki ilişkiler nasıl bir mahiyet aldı? Bu ilişkilerin aldığı şekli Trump üzerinden mi okumalıyız yoksa daha yapısal faktörlere mi yoğunlaşmalıyız?

Trump döneminde Transatlantik ilişkilerin seyri bir hayli sorunlu oldu. Ancak okyanusun iki yakası arasındaki biriken sorunları Trump yaratmadı. En azından 21. Yüzyılın başından itibaren ve aslında daha öncesinden ABD Avrupa’nın beleşçiliğinden (free rider) şikayetçiydi. Avrupa’da ise başını Fransa’nın çektiği bir grup ülke ABD’nin tektarafçı tutumundan hoşnut değildi.


Önemli bir kırılma noktası ABD’nin müttefiklerinin görüşlerini ve itirazlarını hiçe sayarak Irak’ı işgal etmesiydi. Bush döneminde de Obama döneminde de Avrupalıların üzerlerine düşen savunma harcaması yükümlülüklerini yerine getirmedikleri söylemi Amerikan yönetimlerince tekrarlandı. Hem Bush hem de Obama yönetimlerinde Savunma Bakanlığı yapan Robert Gates son veda turunda bunu Avrupalılara açıkça söyledi. Trump bu şikayetleri daha sert, daha kaba, daha itici bir şekilde ve çok yüksek perdeden dile getirdi. Onun döneminin farkı, seleflerinin aksine AB’yi bir tehdit olarak görmesiydi. Hatta Birliği bölmek için elinden geleni yaptığını bile söyleyebiliriz. İttifakın tutkalı olması gereken demokratik değerleri pek umursamaması, Polonya ve Macaristan’daki rejimlere verdiği destek, despotlardan hoşlanması Trump’ı diğerlerinden ayıran ek unsurlardı.


Müttefikler arasında çıkar birliği Soğuk Savaş dönemindeki kadar güçlü değil ancak yükselen bir Asya ve/veya Çin karşısında ortak hareket etme zorunluluğu duyuluyor. Mali imkanları giderek daha sınırlı olan ABD stratejik açıdan bir tehdit algılamadığı Avrupa’ya daha fazla kaynak ayırmak istemiyor. Bunları 2016 Mart’ında Atlantic dergisinde çıkan mülakat/makalede yazar Jeffrey Bernstein’e bizzat Başkan Obama da söylemişti.


Batı’nın göreli güç kaybı, ABD’nin Çin ile girişeceği rekabette Avrupa’ya ihtiyacı askeri olarak namevcut olsa bile bir cephe içinde görünme arzusu ve Çin’le mücadeledeki siyasal/ideolojik (demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü) konularda Avrupa ve Asyalı müttefikleri yanında görme arzusu bir canlanmayı beraberinde getirebilir. Avrupa’da da Fransa’nın ‘stratejik özerklik’ tutkusu dikkate değer. Bu arada AB’nin Çin ile, iktidarı devralacak Biden yönetiminin ricasına/uyarısına rağmen yaptığı yatırım anlaşması ve bunun Rusya-Almanya doğalgaz boru hattı boru hattından da vazgeçmek istemeyen Almanya’nın ısrarıyla yapılmış olması, Şansölye Merkel’in Trump gitti diye her konuda ABD ile anlaşmalarının söz konusu olmayacağını söylemesi de kayda değer. AB’nin ne ölçüde yekpare olduğu da ayrıca tartışmaya açık.


Son olarak şunu söyleyebiliriz. Teknolojinin önemli bir rekabet ve mücadele alanı olduğu düşünüldüğünde Avrupalıların bu konudaki tercihleri (Huawei özelinde) ilişkilerin serencamını belirleyecek konulardan birisidir.

Biden Batı ittifakını canlandırabilecek mi? Genel olarak transatlantik ilişkilerinin mevcut durumunu ve geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında yukarıdaki cevap sanırım buna verilecek cevabı da kapsıyordu. Ama şunu ekleyebilirim. Avrupa eğer kendisini üçüncü bir kutup ya da bir yarım kutup olarak yapılandıramayacaksa ancak ABD’nin yanında anlamlı bir oyuncu olabilecektir. Dünya ekonomisindeki payı önümüzdeki otuz yılda düşecek, nüfusu mutlak ve dünyada oransal olarak azalacaktır. Bugünkü durumuyla yeşil ekonominin hayata geçirilmesini sağlayacak güce sahip. Ancak Çin ile ilişkilerde ABD ile ne ölçüde senkronize olacağı önemli. Biden yönetiminin NATO’yu canlandırmak istemesi ittifakı yeniden toparlamak ve tahkim etmek açısından kayda değer. Rusya politikası da burada etkili olabilir.

Brexit Transatlantik ilişkilerini nasıl etkiledi? İngiltere-ABD arasındaki özel ilişkiler artık ne kadar özel? Biden başkanlığında bu ilişkilerin nasıl bir hal alacağını düşünüyorsunuz?

Boris Johnson herhalde geçmişte Biden’a hakaret ettiğine çok pişmandır şimdi. Britanya özelliğini iki dünya ya da ittifakın iki kanadı arasında köprü/arabulucu olmaktan alıyordu. AB’den ayrılması kıta Avrupası üzerindeki etkisini azaltacağından değerini de aşağıya çekecektir. Ancak hala NATO üyesi. BM Güvenlik Konseyi üyesi bir nükleer güç. Biden açısından Kutsal Cuma anlaşmasına dokunmadığı taktirde halen işe yarar ancak izlenecek çizgiyi kabul etmesi gereken bir müttefik olacaktır. Buna özel ilişki denmek istenirse denebilir sanıyorum.

Çin, Batı ittifakının yeni dönemdeki çimentosu mu yoksa temel kırılma noktası mı olacak?

Cevaplaması zor bir soru. Burada artık Batı ittifakı derken ABD’nin Asya’daki ilişkiler ağını da hesaba katmak zorundayız. Soruyu cevaplarken en önemli meselelerden birisi ABD’nin Trump dönemi nedeniyle güvenilirliğinde yaşadığı ağır hasarın Biden yönetiminde onarılıp onarılamayacağı. Şöyle ki Trump gibi birisini başkan seçen bir ülkeye ne kadar güvenilebilir? Ayrıca 2024 seçimlerinde Biden’in yaptıklarını tersine çevirmeyecek bir yönetimin işbaşı yapmayacağından nasıl emin olabiliriz? Bu sorular ABD açısından aşılması en güç sorular olacak. Bu meseleyi çözebildiği taktirde Biden, ittifakı bir arada tutabilir ve ileriye yönelik olarak bir blok halinde hareket edilebilmesini sağlayabilir.


Çin’in giderek daha saldırgan hale gelen tutumunun ekonomik olarak ona çok muhtaç komşularını rahatsız ettiğine şüphe yok. Bunu ABD ile dengelemek isteyeceklerdir. O nedenle güvenilirlik sorununun aşılması Biden yönetimi ve gelecek ABD yönetimleri açısından bir gerekliliktir.

“BİDEN DÖNEMİNDE ORTA DOĞU’DA İRAN KARŞITLIĞININ YERİNİ RUSYA KARŞITLIĞI ALACAK”

galip dalay röportaj

GALİP DALAY

Trump'ın Orta Doğu siyasetinin genel özelliklerini ne oluşturuyordu?

Trump’ın genel siyaset tarzının yansımalarını onun Orta Doğu politikasında da görebiliriz. İktidarların veya gücün büyük ölçekte kişisel olduğu bir bölgede, Trump, ilişkilerini de kurumsal bir zeminden ziyade kişiler üzerinden yürütmeyi tercih etti. Bu nedenle Trump’ın Muhammed bin Zayid, Muhammed bin Selman, Sisi, Erdoğan ve Netanyahu ile kurduğu yakın ilişkilerin mahiyeti ve bu ilişkilere dair soru işaretleri bu dönemde gündemi epey meşgul etti. İlaveten, Trump döneminde ABD’nin Orta Doğu politikasının en belirgin özelliklerini öngörülmezlik, kurumsuzlaşma ve diplomasi-açığı oluşturuyordu.

 

Bunun yanısıra, Trump Orta Doğu’da Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail merkezli bir bölgesel düzeninin tesisini destekledi. Her ne kadar İran-karşıtı bir gündemle kurgulanmış olsa da bu muhayyel düzen aynı zamanda Türkiye, İslamcı ve Arap Baharı-karşıtı bir moda da sahipti. Son olarak, Trump döneminde ABD’nin bölge siyasetindeki ağırlığında göreceli bir azalma oldu. ABD bu dönemde bölgeden kısmi olarak geri çekildi. Bu noktada, Trump, Obama’dan ayrışmıyordu. Tam aksine, Obama’nın başlattığı politikayı sürdürüyordu. Tarz olarak Trump ile Obama iki farklı siyasetçi portesine sahip olsalar da bu iki aktör Orta Doğu’da iki farklı siyaseti izlemediler. Yani Trump, Orta Doğu politikasında anti-Obama değildi. Tarzlarını ve kurumlara bakışını bir kenara koyacak olursak, Trump’ın Orta Doğu siyaseti veya Orta Doğu’da ABD’nin yükümlülüklerini azaltma siyaseti Obama’nın devamı gibiydi.

ABD'nin Orta Doğu'daki konumu nasıl değişiyor?

1956 yılında yaşanan Süveyş Krizi, Orta Doğu’nun uluslararası aktörlerle kurduğu ilişkilerde bir dönüm noktasını teşkil eder. Orta Doğu’nun modern devlet sistemleri büyük oranda Avrupalı emperyal devletler (İngiltere ve Fransa) tarafından şekillendi. Süveyş Krizi’ne kadar bu aktörler bölge siyasetinde dominant bir role sahiptiler. Fakat Süveyş Krizi bu belirleyici rolün Avrupalılardan ABD’ye geçişini temsil ediyor.

 

Soğuk Savaş’ın bitimine kadar bölge siyaseti büyük oranda ABD tarafından şekillendirildi. Tabi ki Sovyetlerin de belli bir ağırlığı vardı. Soğuk Savaş’ın bitimiyle ABD’nin ağırlığı belli bir süre için daha da arttı. Fakat epey bir süredir bu hususta bir değişim yaşanıyor.  Birincisi, bölgenin uluslararası aktörlerle kurduğu ilişkinin mahiyeti daha çok-taraflı bir mahiyet alıyor. ABD’nin ve daha sınırlı oranda Avrupalı aktörlerin dışında Rusya ve Çin’in bölgedeki rollerinde bir değişim ve artış yaşanıyor. Rusya’nın bölgenin güvenliğindeki, Çin’in de bölgenin ekonomisindeki payları artıyor.

 

Buradan şu sonuç çıkmasın. Orta Doğu henüz post-Amerikan bir döneme geçmedi. Fakat Orta Doğu eskisi kadar Amerikan merkezli bir yer de değil. Amerika hala eşitler arasında açık ara birinci. Güç unsurları açısından ABD’nin hala baskın bir pozisyonu var. Fakat ABD açısından bölgenin stratejik değeri azalıyor. İlaveten sahada artık başka güçler de var. İkincisi, bölgesel güçlerin bölge siyasetindeki paylarında göreceli bir artış yaşanıyor. Yemen, Libya ve Suriye gibi kriz bölgelerinde yaşananlar bu durumu açık bir şekilde ortaya koyuyor. ABD’de Biden’ın Başkanlığı kazanması bu iki başlıkta yaşanan yapısal değişimi geri çevirmeyecektir.

Biden'ın seçilmesi Orta Doğu'yu ve ABD'nin Orta Doğu politikasını nasıl etkiliyor?

Biden’ın seçilmesiyle birlikte Orta Doğu’da birçok aktörün kendisini yeni döneme uyarlamaya çalıştıklarını gördük. Muhammed bin Selman’ın Katar ablukasını sonlandırması, Yemen’deki çatışmanın ivme kaybedeceğine dair emareler, Sisi’nin siyasi tutuklular konusunda bazı adımları atacağına dair haberler, Erdoğan’ın Batı’ya dair yumuşak söylemleriyle Doğu Akdeniz ve S-400 konularındaki taviz sinyallerini bu çerçevede okuyabiliriz. Örneğin, sebep sonuç ilişkisinden bağımsız olarak farklı Amerikan başkanları döneminde farklı Erdoğan siyasetleri gördük. Muhtemelen Biden döneminde de farklı bir Erdoğan siyasetiyle karşılaşacağız.

 

Meseleyi biraz daha yapısal bir zemine çekecek olursak, nasıl ki Orta Doğu politikasında Trump, anti-Obama değildiyse, Biden da anti-Trump olmayacaktır. Biden döneminde de ABD’nin bölgedeki yükümlülüklerini tedrici bir şekilde azaltma trendi devam edecektir. Fakat Biden’ın anti-Trump olmaması, ondan farklı olmayacağı manasına gelmez. Her şeyden önce, Trump’tan farklı olarak Biden döneminde, Amerikan siyasetinde daha fazla öngörülebilirlik, daha fazla kurumlar ve daha fazla diplomasi olacaktır. Fakat Orta Doğu’da daha fazla Amerika olmayacaktır.

 

İlaveten, Trump döneminde Amerikan siyasetinin ağırlık merkezini İran karşıtlığı oluşturdu. Bu yeni dönemde muhtemelen bu ağırlık merkezini Rus karşıtlığı oluşturacaktır. Türkiye-Rusya arasındaki ilişkilerin mahiyetini düşündüğümüzde, bu durum Türkiye için epey ikilemlere yol açabilir.

İran meselesi çok popüler bir tartışma başlığını oluşturuyor. Biden'ın İran politikasının ne olmasını bekliyorsunuz?

Biden, Obama’dan miras bir takımla, Trump’tan miras bir dünyada görev başına geliyor. Bu iki durumun mezcedilmesi Biden’ın dış politikasına damgasını vuracak gibi duruyor. İran başlığında da bunu görecek gibiyiz.

 

Obama, İran dosyasını nükleer başlığa indirgemişti. Biden da Obama gibi İran’ın nükleer meselesinde bir antlaşma istiyor. Fakat İran dosyasını sadece nükleer başlığa indirgemek istemeyecek gibi duruyor. İran’ın bölgesel politikasını ve özellikle de füze programıyla milis ağını da konuşmak istiyor. Bu noktada, Körfez ülkeleriyle İsrail’in İran dosyasındaki hassasiyetlerini de İran politikasının harcına karacak gibi duruyor. Bu nedenle, İran dosyasında hızlı bir sonuç beklememek gerekiyor. Uzun ve çetrefilli bir süreç olacak.

"Pandemi ile mücadele için parasal gelişme bir süre sonra terse dönecek, ‘mıntıka temizliği’ olacak"

uğur gürses röportaj

UĞUR GÜRSES

Pandemi döneminde varlık fiyatlarında yaşanan toparlanma COVID-19 öncesi dönemin seviyelerine çoktan ulaşmış durumda. Finans dünyası bu durumdan memnunken, küresel ekonomi COVID-19 dalgaları, mutasyon projeksiyonları ve aşı belirsizlikleriyle resesyon tartışmalarını sürdürüyor. Küresel borç sorununun yanında COVID-19, finans piyasalarıyla reel ekonomi arasındaki uçurumun iyiden iyiye açılmasına yol açtı. Açılan bu makasın sonuçlarını nasıl değerlendirirsiniz?

Pandemi ile mücadelenin ekonomik yönünün küresel çapta farklılaşarak yürüdüğü gözleniyor. Salgınla mücadele, kamusal tıbbi hizmetlere verilen destek, ekonomik kayıpların telafisi için kamu bütçesinden verilen desteklerde, ülkeler arasında önemli bir ayrışma var. En liberal ülkelerde kamusal bütçe destekleri güçlü biçimde yapılırken (ABD’de üçüncü paketle birlikte verilen kamu mali desteklerinin toplamının GSYH’nın yüzde 25’ini aşması bekleniyor), ekonomide kamu payı görece çok yüksek ülkelerde aynı güçlü destek gözlenmiyor. Yüksek mali paketleri yürürlüğe koyan ülkeler, iş ve istihdam kayıplarını telafi etmeye odaklandı.  

 

Merkez bankalarının likidite ve parasal genişlemede 2008-2009 krizindeki gibi hızlı refleks göstermesi ve devasa genişlemelere gitmesi ise mali piyasadaki varlık fiyatlarını yükseltti. Bu tablo, 2008-2009 sonrasında olduğu gibi gelir ve servetin adil olmayan dağılımını daha da bozdu; bir yandan işsizlik ve iş kaybı diğer yandan ise mali varlık değer artışları uçurumu büyütüyor. Kamu desteklerinin yüksek oranda verildiği ülkelerde bile yoksulluğun ve eşitsizliğin yükselmesi kaçınılmaz. 

 

Dünya Bankası, Ekim 2020’de yayınladığı pandeminin getireceği en önemli soruna işaret eden raporundaki hesaplamada 88 ile 115 milyon kişinin ‘aşırı yoksul’ (Günde 1.9 dolarla geçinen) kategorisine ekleneceğini, bu sayının 2021’de 150 milyona çıkabileceğine işaret ediyordu. Raporda ayrıca, pandeminin yaratacağı her ilave 10 ‘yeni yoksulun’ 8’i orta gelir grubundaki ülkelerden olacak.

 

Ayrıca pandemiye karşı bulunan ve uygulamaya başlanan aşıların da adil biçimde küresel nüfusa dağılmadığı, bunun da sadece gelişen ülkeler değil gelişmiş ülkelerde de yoksullaşmaya katkısının olacağı çok açık. Zira ekonomide küresel talep ve ticaretin zincir yapısı nedeniyle, gelişmiş ülkelerin tek başına sınırları içinde uyguladığı aşılamanın, zincirleme talep ve ticarete bir ‘bağışıklık’ sağlamadığı hesaba katılmalı. 

 

Parası ‘uluslararası rezerv para’ niteliği olmayan ülkelerin ise pandemi sonrasında bir borç çevirme sorunları olacağı çok açık. Pandemiye karşı kamusal mali genişlemeyi yetersiz yapmak da ölçüsüz biçimde yapmak da özellikle gelişen ülkeler açısından, pandemi sonrasının yeni sorunları olarak onlara eşlik edecek.

  

Trump döneminde ABD ile Çin ve Avrupa arasında yaşanan ticaret gerilimlerinin Biden döneminde ne kadar ve nasıl değişeceğini tahmin edebiliriz?

ABD ve Çin arasındaki ticaret geriliminin, Biden yönetimi döneminde Trump yönetimindeki kadar ‘tribün psikolojisi’ ile yönetilmeyeceğini tahmin ediyorum. Bu yüzden, sürecin kademeli biçimde gerilim düşürücü bir tonda ve kapalı bir pazarlıkla yeniden ele alınacağını, her iki tarafın da böyle bir zemine baştan razı olduklarını sanıyorum. Siyasi arenadan çok, teknik düzeyde bürokratik zeminin daha fazla işlemesi ve yeni formüllerin sağlanması muhtemeldir.

Özellikle 2008 finansal krizi sonrasında yaşanan genişlemenin krizin etkisinden çıkılmadan durdurulduğu hatırlanırsa COVID-19 sürecinde Merkez Bankalarının nasıl davranacağını öngörüyorsunuz?

Pandemi sürecinde de merkez bankaları 2008-2009 finansal krizinde olduğu gibi çok hızlı ve proaktif davrandılar. Hem likidite sağlama hem de kalıcı bir parasal genişleme sağladılar. Pandemi koşullarında merkez bankalarının ekonomideki talebi güçlendirme açısından fazla bir alanları da kalmadı. Asıl görev maliye politikalarında. Kamusal bütçe desteklerinin doğru ve yeterli biçimde ‘adreslenmesi’ çok önemli. Bu konuda da kamu borçlanması, borç çevrilmesi gibi kaygılara da merkez bankalarının tahvil alımı ya da ‘kamuya açık çek’ gibi pencereler açarak yeni adımları oldu.

 

Bundan sonrası, ‘mıntıka temizliği’, yani bu genişlemenin terse çevrilmesi olacaktır. Maliye politikaları ve parasal genişleme sonucu enflasyon dalgası geldiğinde bunun da ‘yumuşak biçimde’ karşılanması gerekiyor. Hem ekonomik çevrime hem de finansal istikrara olumsuz etkisinin olmaması için ‘orkestrasyon’ merkez bankalarına düşecek.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

TAHA ÖZHAN

TAHA ÖZHAN

Ankara Enstitüsü’nde araştırma direktörü olan Özhan, 2019-2020’de Oxford Üniversitesi’nde misafir akademisyen olarak görev yaptı. 2014-2016 yılları arasında Başbakan başdanışmanlığı, 25 ve 26. Dönem milletvekilliği ve TBMM Dış İşleri Komisyon Başkanlığı yapmıştır. 2005’te kurucu direktörlerinden olduğu SETA’nın 2009-2014 yılları arasında başkanlığını yürütmüştür.

EVREN BALTA

EVREN BALTA

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun olan Evren Balta, 2007 yılında New York, CUNY- The Graduate Center’da “Rusya ve Türkiye’de Devlet Kapasitesi ve İç Çatışma” başlıklı tezi ile doktorasını aldı. Karşılaştırmalı siyaset, siyasal şiddet, güvenlik, vatandaşlık ve ulusötesi siyaset alanlarında çalışmalarını sürdürmektedir.

SOLİ ÖZEL

SOLİ ÖZEL

Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim görevlisi olan Özel, aynı zamanda T-24, Duvar English ve Yetkin Report’ta düzenli yazılar kaleme almaktadır.

GALİP DALAY

GALİP DALAY

Robert Bosch Akademisi, Chatham House ve Brookings Enstitüsü Doha merkezinde araştırmacı olarak çalışan Dalay, aynı zamanda Oxford Üniversitesi Tarih bölümünde doktora çalışmalarını sürdürüyor.

UĞUR GÜRSES

UĞUR GÜRSES

1985 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Bölümü’nden mezun olan Gürses, T.C. Merkez Bankası’nda çalışma hayatına başladı. Özel bankalarda üst düzey yönetici, yazılı ve görsel basında ekonomi-finans yazarı ve yorumcusu olarak çalıştı. Türkiye ekonomisi, gelecekte dünya ekonomisi ve ekonomideki mikro değişimlere odaklanan Gürses, çeşitli etkinliklere konuşmacı olarak katılmakta ve kişisel blogunda (ugurgurses.net) yazılarına devam etmektedir.

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.