Bilgeliğin ve Masumiyetin Kaybı
Moderniteyle bireyin, parçası olduğu toplum ve toplumu oluşturan aile gibi diğer unsurlardan bağımsız kendi başına var olabilmesi mümkün oldu ve hatta bu durum tescillendi. Fakat bu nimet-külfet dengesinde büyük aileyi ve imparatorlukları kaybettik. Öte yandan, teknolojinin özgürlüğümüzü perçinleyeceğini düşünürken otomat asistanları aşıp müşteri temsilcisine bile ulaşamadığımız bir hiç pozisyonuna geldik. Kısacası bilgiye kolay ulaştıkça bilgeliği, dolayısıyla masumiyeti kaybettik.
Bireysel olarak gelenekle modernite arasından birini seçmek zorunda kalsam, tercihimi hiç düşünmeden moderniteden yana kullanırdım. Çünkü hayatın olağan akışının biteviye bir değişim ve dönüşümü gerektirdiğini hem fizik hem de sosyal alemde müşahhas örnekleriyle hakk-el-yakin temaşa ediyoruz. Evrenin ortaya çıkışından bu yana soğuduğunu bilebildiğimiz gibi bireysel ve toplumsal çerçevede hem biyolojik hem psikolojik hem de sosyolojik anlamda değişip dönüşüp durmaktayız. Öte yandan, bugün sıkıştığımız seçenekler hiper-modernite ile post-modernite arasında daha ziyade. Geleneğin muhafazası için gelenekçilerin post-moderniteden medet umması, onları alaşağı etmek için hiper-modernist tavır, iyi ve kötü arasındaki bitmek bilmez amansız savaşın cari bir yansıması. Gelenekçiliğin yeni olan her şeye karşı açtığı savaşın kasvetli ve boğucu atmosferinden hazzedemediğimden moderniteden yana tavır koymam, sizleri “modernist” olduğum vehmine asla götürmesin. Böylesine iki tercih arasında kaldığınızda birinin ağır basması kimseyi gelenekçi ya da modernist kılmaz, zira hayatımız boyunca yaptığımız tercihler ehven-i-şer ile nurun a’la nur tayfındadır. Zira modernitenin özünde metafizik ile bağlarını kopartarak başta inanç olmak üzere ne varsa öteleyip tek kanatla uçmaya çalıştıkça irtifa kaybederek düşmesi de eleştirel aklı münkirlikle itham ederek kendini körlüğe mahkûm eden gelenek de bir benim için. İkisinin arasında bir orta yol bulma telaşım da yok, hatta böylesi bir eklektizmi de kendi adıma olumlamıyorum. Başta dediğim gibi, ikisinin arasında bir tercih yapmam durumunda, modernite ağır basıyor, o kadar. O zaman daha çetrefil bir soru bizi bekliyor: Peki hem gelenek hem de modernite bilgeliğe övgüyle yaklaşıyorsa bilgeliği nerede ve ne zaman kaybettik? Bilgeliği kaybetmediğimiz veya bilgeliğin hiç var olmadığı konusunda peşin hükümlü iseniz yazının bundan sonrası sizi ilgilendirmiyor, ayrılabilirsiniz.
Bilgelik Nedir?
Bilgelik, en kaba anlatımıyla bile, veriden malumata bir yolculuğun ötesinde tikel ve tekil örneklerden ziyade tümel önermelerden hareketle zaman ve mekân kısıtına rağmen eleştiriye açık ama genel geçer bir muhakemeye ulaşmayı gerektirir. Kısacası, bilgelik ne Kaf Dağı’nın arkasında varılacak bir yer ne de astral seyahatle ulaşılacak bir Nirvana’dır. Ne bir sabitlik ne de her daim oynak bir fluluktur. Bilgelik hem eşyanın tabiatına hem de gözetilen maslahata göre hüküm vermektir. Mevlana’nın dediği gibi “Adalet, dikene değil güle su vermektir”. Elbette ilgili irade dikeni güle tercih edebileceği gibi dikeni sehven veya taammüden gül de varsayabilir. Bu çerçevede bilgeliğin masumiyetle doğrudan ilişkili olduğu ortadadır. Ehl-i-sünnet inancım gereği ismet sıfatını sadece nebiler haizdir. Lakin buradaki masumiyetten kastım, ahlaklı kalarak olabildiğince az yanılmayla hüküm vermektir.
Bilgeliğin Kaybı
Saydıklarım gözünüzü korkutmasın, tüm kamuoyunun ilgilendiği hukuki bir davada veya siyasi, akademik veya sportif herhangi bir otoritenin hükmünü değil, günlük hayatımızda verdiğimiz kararlardaki isabetimizi sorguluyorum. Sıradan meselelerin bile çetrefilleşmesinden kaynaklı doğru karar vermekteki becerimizin ahlaktan olabildiğince uzaklaşmayla iyiden iyiye örselenmesini kastediyorum. İşte bu nakısa, en kolay ulaşabileceğimiz yol göstericilerimiz büyük ebeveynlerimizle çocukların ilişkisinin giderek azalmasından kaynaklanan önce bilgelerimiz sonrasında ise bilgelimizi kaybetmemizi anlatmak içindir.
Kendi adıma dönüp baktığımda, herhalde herkes gibi en şanslı saydığım dönemin çocukluk olması, sadece büyüklerimden öğrendiğim nalet (lanet değil) halkasının daha boynuma takılmadığından olsa gerek. Bırakın evlad-ü-iyali, kendi maişetimizi bile düşünmediğimiz, ekmek elden su göller yöresinden, kıymetini pek de idrak edemediğimiz sihirli bir zamandı. Hem anne hem de baba tarafının en büyük torunu olduğumdan her iki büyük hanım ebeveynimin himayesinde büyüdüm. Babaannem, daha önceki yazılarımda da bahsettiğim üzere, vefatına kadar oda arkadaşımdı. Ölmeden önce felç geçirdiğinde babam alelacele işten gelip annemle onu hastaneye götürdü ve “iki gün yatak üçüncü gün toprak” duasından bile daha az olmak üzere “elim ayağım, oğlum kızım demeden” 24 saat sonra 70 yaşında vefat etti. Anneannemi ise babaanneme göre oldukça erken bir zamanda, 48 yaşında kaybettik. Babaannem ne kadar otoriterse anneannem de bir o kadar müşfikti. O yüzden anneannem veya bekar üç teyzemden kim bize gelse beni de yanlarında götürmeleri için gerekirse ayakkabılarını saklardım. Kaldı ki erkek kardeşlerimle yaşlarımız çok yakın olduğundan kendi aramızdaki gürültümüz hiç bitmezdi. Dönüp baktığımda hayata dair temel bilgileri herkes gibi ailede edinsem de her ikisi de ümmi olan anneanne ve babaannemin bana yaşam kılavuzluğunda çok derin izler bıraktığını görüyorum. Bu vesile ile her ikisinin de ruhu şad olsun.
Bu bir araba lafı, ikisini de yazın bitirdiğim Downton Abbey (6 sezon, 52 bölüm) ve Young Sheldon (7 sezon, 141 bölüm. Bilenler bilir 12 sezon 279 diziden oluşan tüm zamanların en iyi sitcomlarından Big Bang Theory dizisinin spinoff dizisi) dizilerinde öne çıkan babaanne karakterleri sonrasında geldi. İlk dizideki Maggie Smith’in ete kemiğe büründürdüğü Violet Crawley, Grantham’ın Dul Kontesi bana daha çok babaannemi ve ikinci dizideki Annie Potts’un hayat verdiği Connie Truckers, Meemaw karakteri de anneannemi hatırlattı. İlk dizi 1912-1925 arasındaki aristokrat yaşamını anlatan bir drama ve ikincisi de 1987-1994 Teksas’taki taşra yaşamına dair izler taşıyan bir sitcom olmasına rağmen her ikisinde de bu hanım büyük ebeveyn karakterler ve baskınlıkları beni adeta çocukluk yıllarıma götürdü.
Her ne kadar girişte moderniteyi geleneğe tercih ettiğimi belirtsem de bilgeliği kaybetmemizde büyük aileden çekirdek aileye toplumsal dönüşümün travmatik etkisi olduğu kanaatindeyim. Kendi çocuklarımın da ne yazık ki bu konuda benim ve kardeşlerim kadar şanslı olmadıklarını söylemem lazım. Ne rahmetli annem vefatına kadar ne de Allah hayırlı uzun ömürler versin kayınvalidem çocuklarına ziyaretleri haricinde hiçbir çocuğunun yanına yerleşmeyi tercih etmeyi bırakın, düşünmediler bile. Elbette bu kararlarında her ikisinin de eşlerinden kalan kendilerine ait evleri olması, maaş ve kira gelirleriyle rahatlıkla geçinebilmelerinin hatırı sayılır etkisi olduğu muhakkak. Öte yandan, kendi tecrübem bir yana gözlemlerimin ışık tuttuğu kadar, hanım büyük ebeveynler de kısa bir süre haricinde kadrolu çocuk bakıcısı olarak istihdam edilmekten pek de hazzetmiyorlar. Çocukların büyük ebeveynleriyle, özellikle de hanım olanlarıyla yaşayamamalarını kendi adıma büyük bir kayıp olarak addediyorum, çünkü ebeveynlik, özellikle ilk çocukta, daha öncesinde tecrübe edilmemiş bir sorumluluğu canhıraş yerine getirme gayreti. O yüzden sizi de büyüten birilerinin engin tecrübesi bu yükü oldukça hafifletiyor. Bu sürecin özellikle boşanmaların artmasına paralel tekil ebeveynler için daha da içinden çıkılmaz olduğunun farkındayım. İşte, modernitenin bireyi ve tercihlerini değerli kılmasını önemsememe rağmen tam da bireye yüklediği zorluklar eşliğinde “Bu dünyaya mı çocuk getireceğim?” argümanı hiç de yabana atılacak cinsten değil. Lakin dünyanın çivisinin çıktığını da söyleyecek değilim, çünkü dünya zaten hep çivisizdi. (Oh, gelecek yazının da başlığı hazır: Çivisiz Dünya).
Bu dünyaya çocuk getirilir mi başka bir tartışma konusu ama bu ülkeye hem de bu dönemde çocuk getirilir mi daha çok su kaldıracak yerinde bir soru olarak duruyor. TÜİK’in resmî enflasyon açıklamalarına pek itibar etmesem de 2023 doğum istatistiklerine göre doğurganlık hızı (bir kadının hayatı boyunca doğurduğu ortalama çocuk sayısı) kayıtlara geçen en düşük seviye olan 1,51’e geriledi. 2001’de 2,38 olan bu rakamın sonraki yıllarda bir daha hiç artış kaydetmemesi bir yana 2016’dan bu yana da Türkiye’de doğurganlık hızı 2,1 olan yenilenme düzeyinin altında seyrediyor. Kısacası, demografiyi hızla dönüştüren Suriyeli ve Afgan göçüyle gelen nüfus artışını saymazsak, Türkiye nüfusu sekiz yıldır giderek kendini yenileme eşiğinin gerisinde kalıyor. Bu da yaşlanan nüfustan kaynaklanan problemleri beraberinde getiriyor.
İşte 1,5’lere gerileyen doğurganlık hızını dikkate aldığımızda toplum derinleşen miktarda ya çocuk sahibi olmaktan vazgeçiyor ya da en azından çocuk edinmeyi giderek erteliyor. Moderniteyle sadece çocuk edinmeyi değil hayatı da birçok kez erteliyoruz. Umberto Eco’nun dediği gibi insanların “30 yaşına kadar eğitim alması hiç de normal değil.” Özellikle yükseköğrenim kurumlarına ulaşılabilirlik genelde eğitimi özelde de yükseköğrenimi demokratikleştirdi ve popülerleştirdi hatta popülistleştirdi. Bu da kaçınılmaz olarak yükseköğrenimi elmastan kömür mesabesine indirmekle kalmadı, zebil etti. Hal böyle olunca da iktidarlar üniversite öğrencilerini en azından dört yıllığına işsizler ordusundan ayrı tutup ne sihirdir ne keramet el çabukluğu marifet yaklaşımıyla işsizliği gölgeliyorlar. Üniversite öğrencileri, göreceli rahat iş bulabileceklerini düşündükleri tıp fakültesini saymazsak ya da en azından kendi dallarında maksimum yüzde 2’lik dilime girmemişlerse, genel olarak iş hayatına atılmalarının en azından altı ay alacağını ve aldıkları ücretle de geçtim makul sürede ev ve araba sahibi olmayı ancak karınlarını doyuracaklarının oldukça farkındalar. Sonuç olarak kendisini geçindiremeyen insanlar bir sonraki nesli mi geçindirecekler?
Nimet-Külfet Dengesi
Sonuçta insana, dünyaya, hatta evrene dair hiçbir şey mutlak olmadığından her şey göreceli kalıyor. Yani Yunus Emre’nin dediği gibi “ne yerinmek ne de övünmek” marifet. Moderniteyle bireyin, parçası olduğu toplum ve toplumu oluşturan aile gibi diğer unsurlardan bağımsız kendi başına var olabilmesi mümkün oldu ve hatta bu durum tescillendi. Fakat bu nimet-külfet dengesinde büyük aileyi ve imparatorlukları kaybettik. Karşılığında başka büyük şeyleri kazandık; mesela büyük binalar olarak gökdelenleri, büyük (grandiose) burjuvaziyi, Büyük Veri (Big Data) yönetimini ve Big Mac veya Big Burger menüleri… İşin kötü yanı, teknolojinin özgürlüğümüzü perçinleyeceğini düşünürken bırakın devleti, bankalar, sigorta ve telekomünikasyon şirketleri karşısında otomat asistanları aşıp müşteri temsilcisine bile ulaşamadığımız bir hiç pozisyonuna geldik. Kısacası bilgiye kolay ulaştıkça bilgeliği, dolayısıyla masumiyeti kaybettik.