Bilimle Kavga Etmek
Karar alma süreçlerinde nesnel gerçekliği değil kendi kurgularınızı yeğliyorsunuz. Üstelik kararları rasyonel biçimde ve bilimsel veriler ışığında değil önyargılarınızı doğrulayacak şekilde biçimlendiriyorsunuz. Ne kadar tehlikeli bir bileşim!
Eppur si muove… “Yine de dönüyor”… Copernicus’un 1544’te yayımlanan “Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine” adlı kitabı, Güneş merkezli bir gezegenler sistemi görüşünü ortaya koyuyordu. Matematikçi ve fizikçi Galileo, “Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü” şeklindeki bu görüşü savunan bulgular ortaya koydu. Bu görüşleri yüzünden 1633’te İtalyan Engizisyonu tarafından yargılandı. Dünya’nın hareket etmesi fikri İncil’e aykırı bulundu ve Galileo tövbe edip bu görüşten dönmeye davet edildi. Ayrıca ömrünün sonuna kadar ev hapsine mahkûm edildi. Galileo’nun bu baskılara tepkisini (duruşma sırasında olmasa bile) yazının başındaki ifade ile dile getirdiği söylenir. “Eppur si muove” bilimsel gerçeklere karşı sergilenen bağnazlığa karşı duruşun efsanevî bir simgesi olmuştur.
9 Aralık’ta Perspektif’te yayımlanan yazımda; Türkiye’nin karşı karşıya olduğu krizin ekonomi de dâhil birçok alanda yansımaları olan bir yönetim ve daha da temelde bir zihniyet krizi olduğunu savunmuştum. Ayrıca bu zihniyet ve yönetim krizinin ekonomideki yansımalarının birkaç kategoride değerlendirilebileceğini, en önemlisinin olgusal gerçekliğin inkârı ve bunun yerine kurgusal gerçekliğin temel alınması olduğunu belirtmiştim. Bu bağlamda öne çıkan ikinci kategorinin; karar alma süreçlerinde bilimin kanıtlanmış önermelerinin reddedilmesi, rasyonellikten uzaklaşılması ve önyargılara dayanan kanaatlerin ekonomi politikalarına yön vermesi olduğu savunulabilir.
Toplumsal Gerçekliğin Ekonomik Yansımaları
İktisat bir sosyal bilimdir. Sosyal; yani toplum ile bilim kavramlarının bir tamlama olarak kullanılmasının sorunsal olduğunun, sosyal bilimlere yönelik bilim felsefesi eleştirilerinin hiç kuşkusuz farkındayım. İktisat içinde farklı düşünce okulları olduğunu, bunlar arasında paranın tanımı üzerinde bile görüş ayrılıkları olduğunu lisans düzeyinde düzgün eğitim alan her iktisatçı gibi biliyorum. Bununla birlikte, insanlığın deneyimi bize, söz konusu olan ekonomi olduğunda en az fizik yasaları kadar kesin bazı önermelerin geçerli olduğunu gösteriyor. Hiçbir post-modern epistemoloji tartışması “arz ve talep yasasının” gerçekliğini ortadan kaldırmayacaktır. Anaakımdan ayrılan ve “bilim kilisesine” karşı en aykırı görüşleri savunan iktisatçıların bile toplumsal gerçekliğin ekonomik yansımalarına ilişkin görüş birliğine katıldıkları konular var.
Önemli bir kısmı paradigma içi tartışmalar olan görüş ayrılıklarını, kendi alternatif model arayışlarına dayanak yapmaya çalışanların durumu (toplumsal sonuçları bu denli yıkıcı olmasaydı) hafif bir tebessümle geçiştirilebilirdi. Manzara dışarıdan ve güvenli bir mesafeden gülünç geliyordur. Evde ilk kez tek başına kalan ve ebeveynlerinin kısıtlamalarından âzâde kalan bir çocuk heyecanı ile öteden beri heves ettiği şeyleri deneyenlerin durumunun, en yakın müttefik saydıkları devlet başkanları tarafından bile alay konusu edilmesi de bu görüşü destekliyor zaten. Ne yazık ki 2019’dan beri sürdürülen bu ekonomi deneylerinin nesnesi/kobayı durumunda olanlar için durum bu kadar eğlenceli değil. Nev’i şahsına münhasır bu model arayışlarının, deneme-yanılma yöntemiyle geliştirilen parlak finansal mühendislik tasarımlarının maliyeti ağır oldu. 2013 yılında küresel üretim içindeki payı yüzde 1,23 olan Türkiye ekonomisi, dolayısıyla bütün bir toplumun dünya ortalamasına göre refah payı, bugün yüzde 0,85’e gerilemiş durumda. Bu rakamın 1979 yılında da yaklaşık bu düzeyde olduğunu göz önünde bulundurursak durumun vahameti kendiliğinden ortaya çıkar.
Avrupa merkezli sosyal bilim anlayışına, Batı tarafından ve önemli bir kısmı sömürgecilik döneminde geliştirilen disiplinlere eleştirel bakmak ve bunları sorgulamak ahlaken haklı bir duruş olduğu kadar bilimsel geçerlilik de taşıyor. Zaten yukarıda “paradigma içi tartışmalar” diye atıfta bulunduğumuz yaklaşımlar da bunu amaçlıyor. Dünyadaki değişimin, ortaya çıkan yeni düşüncelerin ve tartışmaların Osmanlı entelektüelleri tarafından yakından izlendiğini biliyoruz. Batılı güçlerle askeri gerilimin had safhada olduğu bir dönemde bile düşüncelerin ciddiye alınmasında, tartışmaların modern bilimin kavramlarıyla yapılmasında, gerekli görüldüğünde bunların bir kısmının içselleştirilmesinde hiç kompleks gösterilmediği anlaşılıyor. Yerel değerlerin korunması konusunda duyarlılık gösteren muhafazakâr düşünürler bile bu bakımdan istisna oluşturmuyor. Siyasal ve felsefî konularda daha temkinli bir tutum sergileyen Osmanlı aydınları, söz konusu olan temel bilimler ya da ekonomi olduğunda çok daha cesur davranmaktan kaçınmamış. Bu yaklaşımın sadece entelektüel düzeyde kalmadığını da biliyoruz. Doğal çevrenin, fiziksel koşulların, inanç yapısının, siyasetin hedeflediği toplumsal tasarımın Batı’dakinden bir hayli farklı olmasına ve nihayet bütün bunların sonucunda tarihsel tecrübenin de farklılaşmasına karşın 19’uncu yüzyılın özellikle son çeyreğinde “ezmânın tagayyuru ile ahkâmın tagayyuru inkâr olunamaz (dönemsel koşulların değişmesi yargıların da değişmesini gerektirir)” ilkesi doğrultusunda ekonomik yapının ve ilişkilerin bizzat devletin kendisi tarafından kökten biçimde ele alındığı yadsınamaz bir gerçektir.
Ne yazık ki 20’nci yüzyılın başına kadar süren bu dinamizm, biraz da 1930’lu yılların baskıcı/tekçi ortamının etkisiyle tevarüs edilebilecek süregiden bir gelenek çizgisi oluşturamadı. Çoğunluğu kırsal kesimden gelen Cumhuriyet dönemi muhafazakârlarının/dindarlarının heyecanla izledikleri kanaat önderleri; modası çoktan geçmiş Alman idealizmini Türk-İslam mitolojisiyle harmanlayarak sunan; Batı’ya ait her şeyi kategorik olarak reddeden, düşünsel derinlik yerine duygusal gerilimi, kavramsal bütünlük yerine demagojiyi yeğleyen bir anlayış sergiliyordu. Dahası, önce Hint altkıtasında İngiliz sömürgeciliğine karşı direnişin, ardından Pakistan devletinin Hindistan’dan ayrı siyasal varoluşuna meşruluk kazandırmaya yönelik çabaların bir unsuru olarak geliştirilen “özgüncü” akım da tercüme eserlerle Türkiye’deki muhafazakâr/dindar kesimin kafa karışıklığına katkı sağladı. Bu konu kuşkusuz bu yazı çerçevesine sığmayacak bir tartışma olsa da bugün politika yapımında söz sahibi olan kesimin zihin dünyalarını ve alternatif model aratışlarının altında yatan motivasyonu anlamak bakımından önemli olduğunu düşünüyorum.
İktisat Bilimine Direnmek
Bu zihinsel arka planın somut yansımasını para politikası alanında yaşıyoruz. İktisat bilimiyle kavga etmeyi bıraksalar durum aslında çok karmaşık ve anlaşılmaz değil. Türk lirasının fiyatı olan faizi Merkez Bankası belirliyor. Belirlediği fiyatın geçerli olabilmesi için de kim ne kadar TL isterse bu fiyattan vermesi gerekiyor. Bir miktar ticaret tecrübesi olan herkes, Merkez Bankası’nın kendisinden talep edilen TL’yi piyasaya vermemesi durumunda, TL’nin ikinci el piyasadaki fiyatının (piyasa faizi) resmi fiyattan (Merkez Bankası faizi) kopacağını sanırım anlar. Merkez Bankası para basma imtiyazına tekelden sahip olduğundan istediği kadar TL’yi piyasaya vermesinde bir zorluk yok. Peki TL’nin Merkez Bankası tarafından belirlenen fiyatı (faiz) ekonomik dengelerin ve piyasa gerçekliğinin gerektirdiğinin altında olursa ne olur? Değerinden ucuz satılan her ürüne ne olursa o olur; büyük bir talep, o ürünün piyasada aşırı bollaşması ve değerinin düşmesi. Faiz düşük tutulunca malların ve varlıkların TL cinsinden fiyatları kaçınılmaz olarak artıyor. Buna yabancı para da dâhil.
Şöyle düşünün; faiz düşük, Merkez Bankası piyasaya TL veriyor. Bu faizin enflasyon karşısında paranın satın alma gücünü koruyamayacağına inananlar, satın alma gücü sabit kalacak bir varlığı, yani dövizi satın alıyorlar. Dövize talep olunca da yabancı paranın TL karşısındaki fiyatı artıyor, kur yükseliyor. Merkez Bankası kurun yükselmesinden rahatsız ama akla ilk gelen ve doğru çözüm, TL’nin faizini artırmak mümkün değil. Bu durumda döviz rezervlerini satarak, yani döviz talebini karşılayarak kurum yükselmesini durdurmaya çalışıyor. Yabancı parayı alanlar ellerindeki TL’yi Merkez Bankası’na veriyor. Aslında Merkez Bankası bu TL’leri tutsa, piyasadaki TL miktarı azalacağından TL’nin ikinci el piyasadaki fiyatı artacağı, nakit sıkışacağı için döviz talebi de bir yerde duracak. Ama faizi düşük tutma konusunda talimat almış olan Merkez Bankası, satmış olduğu rezervler karşısında kendisine geri gelen TL’yi yine düşük faizle piyasaya geri veriyor. Aynı süreç bir daha tekrarlanıyor.
“İmkânsız Üçlü”
Bizim bir paragrafta anlattığımız bu basit ve yalın mekanizmayı reddetmekte direnmenin bir faydası olur mu? 1999 yılında Nobel Ekonomi ödülüne layık görülen iktisatçı Robert Mundell, bunu son derece kesin bir modelle kanıtlamış. Türkiye’de “imkânsız üçlü” adı verilen bu modele göre; sermaye hareketleri serbest ise, faizi ve kuru aynı anda kontrol altında tutmaya olanak yok. Sabit kur sistemlerinde yerli paranın faizi piyasa tarafından belirleniyor. Yok faizi siz belirlemek isterseniz kuru serbest bırakmanız gerekiyor. İsterseniz anarşist bilgi kuramının taraftarı olun, bu olgu bilimsel bir gerçek. Tıpkı Dünya ve diğer gezegenlerin Güneş’in yörüngesinde döndükleri gibi.
Son dönemde faizi ve kuru birlikte kontrol etme arayışlarının sermaye serbestisini ucundan kenarından aşındırması da bu yüzden. Bakmayın her ekrana çıkışlarında hükümet yetkililerinin kambiyo serbestisine inanç esası muamelesi yapıp Türkiye’nin serbest piyasa uygulamasından milim ayrılmayacağına dair güvence vermesine. Bankalardan kredi alanların döviz alması yasaklanıyor, hatta “kredilerin amacına uygun kullanılmaması” diye bir suç icat ediliyorsa, döviz mevduatlarına ağır vergiler getiriliyorsa, yurt dışındaki finansal kuruluşlarla TL işlem yapmak fiilen imkânsız hale gelmişse, bankalar TL likidite açıklarını ancak ellerindeki dövizleri Merkez Bankası’na emanete getirerek yaptıkları swap işlemleri ile sağlayabiliyorsa, bu sistemi 1990’dan beri uygulanmakta olan gerçek anlamda tam bir serbesti olarak tanımlayabilmek zor.
2019 Mayıs-2020 Ekim arasında bu model her şeye rağmen zorlandı. Kuru belli düzeylerde tutabilmek için kamuoyuna “128 milyar dolar” olarak yansıyan arka kapıdan muazzam miktarda rezerv satışları yapıldı. Ne yazık ki sonunda satılabilecek rezerv kalmayınca sistem çöktü. Ekonomi yönetiminde 8-9 Kasım 2020’deki değişiklikler yapılmak zorunda kalındı. Aradan bir yıl geçtikten sonra yeniden bıraktığımız yere dönüyoruz. Hatırlatmak gerekir ki 2019 Mayıs’ında bankaların yurt dışı finansal kuruluşlarla işlem yapmaları yasaklanıp ellerindeki dövizi Merkez Bankası’na getirmeleri zorunlu kılınınca bu da müthiş bir buluş, çok başarılı bir çözüm ve etkili bir önlem olarak görülmüştü. Merkez Bankası kura müdahale için dolaylı ve dolambaçlı yollardan rezerv satıyor, satılan dövizleri alan bankalar TL gereksinimlerini karşılamak için sahibi oldukları dövizi Merkez Bankası’na getiriyor, dolayısıyla sanki rezerv hiç eksilmemiş gibi görünüyordu. Sistem tamamen kendi içinde dönme dolap gibi çalıştıysa da sonuç değişmedi. Şimdi farklı olduğunu düşünenlere, Mehmet Akif’in “hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi” diye biten dörtlüğünü okumalarını tavsiye ederiz.
Bilimle Kavga Edenlerin Hazin Sonu
Karar alma süreçlerinde nesnel gerçekliği değil kendi kurgularınızı yeğliyorsunuz. Üstelik kararları rasyonel biçimde ve bilimsel veriler ışığında değil önyargılarınızı doğrulayacak şekilde biçimlendiriyorsunuz. Ne kadar tehlikeli bir bileşim!… Elinde TL olanların döviz almak istemesi, gözünüzde Türkiye’nin bağımsızlığına indirilen bir darbe olarak canlanıyor. Oysa gerçek çok farklı. Sizin de arzuladığınız yatırımı yapmak için makine, üretimi yapmak için hammadde ve ara mamul ithal etmek zorunlu. İthalat ise dövizle yapılıyor. Kısacası elindeki TL ile kurlar daha fazla yükselmeden döviz almaya seyirtenler sandığınızın aksine yerli ve milli sanayiciler, ihracatçılar olabilir. Ama akıl ile yolunuzu bir kere ayırmışsanız işiniz zor.
Bilimle kavga edenlerin durumu hep hazin oluyor. Yüksek bir binanın kenarında tehlikeli biçimde duran bir kişiyi uyarıyorsunuz. Ama o yerçekimi yasasını kabul etmiyor. Bütün uyarılara karşın kendini boşluğa bırakıyor. Hızla yere düşüyor olsa bile, bina yeteri kadar yüksekse, bir süre havada süzülecektir. Bu sırada dönüp kendisini uyaranlara; “hani yere çakılıyordum, bakın hiçbir şey olmadı” demesi mümkün. Yerçekimi yasasını, kendisini özgürce uçmaktan alıkoymak için üretilmiş bir tuzak olarak görüp, uyarı yapanları da “kafaları Batı bilimine esir olmuş mandacılar” olarak nitelendirebilir. Belki de bunu, kendisi de İlluminati ile ilişkilendirilen Newton’un bir komplosu olarak algılıyor bile olabilir, kim bilir.
Bu yazının başlığı; “akıl akıl, gel çengele takıl” olsa daha uygun olurdu belki ama biz duruşumuzu bozmayalım. Eppur si muove ile idare edeceğiz artık…