Bir Anekdot ve Bürokratik Gelenek

Bir iktidar devrinde başvekilin kullandığı 4.500 liralık bir kredinin bile özenle kayda geçirildiği ve denetime açıldığı bir yerden, Varlık Fonu gibi devasa bütçelere sahip çok önemli kamu kurum ve kuruluşlarının Sayıştay denetimi dışında tutulduğu bir devrin çelişkisidir ülkenin yol ayrımı.    

inönü bayar

Atatürk ölmüş, Meclis toplanmış, İnönü Cumhurbaşkanı fakat daha Çankaya’ya taşınamamış. Bayar da Başvekil.

 

“Bir gün devlet işlerini görüşmek üzere evine gittim” diyor. “Bir de baktım ki, o günlerin İş Bankası Genel Müdürü, benim de akrabam olan Muammer Eriş ile İnönü bazı hesaplar üzerine eğilmiş çalışıyorlar.

 

İsmet Paşa eliyle bir yer gösterdi ve biraz beklememi işaret etti. Oturdum ve bulunduğum yerden evraka bakınca bunların benim genel müdür olduğum zamanki İş Bankası evrakı olduğunu anladım.”

 

Hayretimi mucip bu evrakın orada ne işi var diye düşünürken Eriş; ‘4.500 lira borç bakiyesi var’ dedi.”

 

Meğer İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olur olmaz İş Bankası Genel Müdürü Muammer Eriş’i çağırıp derhal Bayar’ın genel müdürlüğü zamanındaki önemli evrakı getirmesini istemiş. Devamını Bayar’dan dinleyelim.

 

“Geldiğim sırada da yaptırdığım ev için bankadan aldığım paranın hesabını gözden geçiriyorlarmış. Borcumu ödemiştim. Bakiye 4.500 lira kalmıştı. Eriş bu neticeyi benim yanımda İsmet Paşa’ya söylüyordu.

 

İsmet Paşa bana dönüp Muammer Eriş’e:

 

“Kuvvetli adam dedi. Kurduğu ve bu hale getirdiği bankaya 4.500 lira borcu var! Tebrik ederim Celal Bey!”[1]

 

Devlet Dediğin

 

Siyaset, devletin otoritesini koruma ve kuvvetlendirme, bunun araçlarını araştırma işidir. Devlete gelince, o, usulü dairesinde siyaset etmek ve düzeni kurmak manasına gelir. Zaten eski Türkçede İl tabiri hem devlet hem de sulh manasında kullanılmıştır.[2] Hatta Gumilev gibi bazıları Eski Türkçedeki düzen anlamındaki Orda tabiriyle aynı anlama gelen İngilizce Order tabiri arasında bir benzerlik kurar. İngilizceye Fransızcadan geçen bu kelime, Fransızcaya da Latince Ôrdinem kelimesinden geçmiştir.

 

Devlet olmadan ne para olur, ne kredi ne piyasa ne de birikim. Devlet piyasaya dair ne kadar kavram ve kurum varsa hepsinin kendisiyle var olabildiği nihai form, İbn Haldun’un deyimiyle toplumun kalıbı, formudur. Bilhassa örneklerini Antik Mısır, Eski Ön Asya, Anadolu, Orta Asya, Güneydoğu Asya, Latin Amerika ve nihayet Roma’da gördüğümüz devasa kamu yatırımları; bunların hepsi devlet organizasyonuyla gerçekleşir. Toynbee bu durumu şöyle tasvir eder.

 

“Bütün yakın doğuda en iyi yerler didinmeyle kazanıldı. Böyle bir girişim, yiyecek üretiminden kopup, besin biçiminde dolaysız bir ürün sağlamayan kamu işlerinde çalışacak büyük bir işgücünü doyurmaya yetecek kadar geniş bir besin fazlası üretmeyi, toplamayı ve depolamayı gerektiriyordu. Bu, işgücünün de toparlanması, denetlenmesi ve yönetilmesi gerekti. Hem dehşetli yetenekli hem de dehşetli otoriter bir yönetici azınlık olmaksızın bu işler yapılamazdı. Çünkü bu iş insanın belini kırdığı gibi kalbini de kırıyordu… Ve (bunlar) ya imanla çalışıyor ya zorla çalıştırılıyor olmalıydı, ya da her ikisi.”[3]

 

Bu formun esası da modern terimle anayasalardır. Anayasalar olmadan devlet olmaz. Devletin amentüsü odur. O bozulunca amentü bozulur.

 

Burada düzen kavramının altını bilhassa çizmek gerekir. Dilimize giren ve “Allah devlet düzgünlüğü versin” şeklinde ifade edilen söz de aynı şeye, düzen ve onun formu olan devlete yapılan vurgudur. O yüzdendir ki Türk geleneğinde devlet ve düzen her şeydir. O olmadan hiçbir şey olmaz.                            

 

Ya Bizde?

 

Bizde en erken devirlerden itibaren henüz oluşmamış halde bile olsa merkezî bir devlet kuvve halinde zaten vardır. Vardır, çünkü o uçsuz bucaksız coğrafyada, bozkırda birey olarak ayakta kalabilme imkânı yoktur. O yüzden kişi ve grup davranışını belirleyen asıl saik bilinç değil, bilinçdışı ve onun doğal, kendiliğinden eğilimleridir.

 

Burada kulaklar sessiz ve asude bir melodiyle uyanan Budist rahibin çağrısından farklı olarak yüzbaşının hücum veya kalk borusuyla kalkmaya alışkın, ona duyarlıdır. Burada baskın basanındır. Bozkırın töresi budur ve o yüzden sürüden ayrılanı kurt yer.

 

O yüzden Türk Milletine ordu millet denilmiştir. Talimli bir birey, talimli bir toplum! Bozkır da uçsuz bucaksız bir denizdir. Doğuda Gobi ve Taklamakan; batıda Karakum, Muyunkum, Ak Kum, Kızıl Kum ve Kıpçak bozkırına kadar uzanan uçsuz bucaksız mesafeler. Bu denizin uğrak ve adaları vahalar, gemileri de atlar ve develerdir.

 

Siyasal örgütlenme de bu şartlarda oluşmuş, ona göre nihai şeklini almıştır. Buna göre en alt siyasi birim olan “tudunluk” belli bir ırmak ve dağ çevresindeki aşiretler tarafından kurulur. Onun bir üstü olan “yabguluk” ise aşiret yerine ikame edilen ‘boy’un da üstündeki iller tarafından oluşturulur. İlleri oluşturan ise vahalardır. Hakanlıktır ki bunların hepsinin üzerinde ırmak ve dağ çevrelerinden vahalara ve onları birbirine bağlayan bozkır ve çölleri tamamını kapsayan büyük bir birliğin tezahürü, onun sonucu olarak ortaya çıkar.[4] 

 

Toplumsal örgütlenmenin şekli asayiş ve güveni her şeyin üzerine çıkaran bir bağlamda, o esas üzerinde belirlenmiştir. O yüzden burada bu iki şeyin dışındaki her şey tali, her şey ikincildir. Asayiş ve güveni sağlayan da devlettir. O olmadan ne birey ne de toplumun hukuku olabilir.

 

Fakat devleti bir arada tutmak kolay değildir. O güçle (power) elde tutulur. Güç de sadece zorla elde tutulan bir şey değil aynı zamanda imanla elde tutulan bir şeydir. Buradaki imanı hem kutsala olan iman hem de bilinçdışına yerleşen ve artık kültürel bir şey olmanın da ötesinde “bio-politik” bir realite haline gelen bir altyapı zorunluluğu anlamında kullanıyorum.

 

Bir form olarak devlet aynı zamanda tırnak içindeki bir rasyonelliği, o toplumun gramerini temsil eder. Bu, yazılı olan ve olmayan bir gramer; o toplumun mantığıdır. Türk Devlet Geleneği, asırları aşan bin yıllık süreçlerde kendini sürekli olarak devam ettiren bir devam zinciri, gelenek içinde hükmünü icra ettiği için, onun dayandığı toplum da bu süreçlere göre belirlenmiş, ona göre şekillenmiştir.

 

Yaralı Bellek

 

Bellek dediğimiz imanın kendisi, onun bilince yansıyan sembolü ve dili, grameridir. Fakat o da tertemiz ve lekesiz değildir; tarihin kendisi kadar canlı ve hakiki, onun kadar çelişkilerle doludur. Bilhassa 1683’teki II. Viyana Bozgunu ve onun sonrasında başlayan Budin’in kaybı ve ardı ardına gelen bütün bir felaketler çizgisiyle devleti bu badireden kurtarmanın tarihi olan kanlı ve dramatik bozgun yılları ve nihayet gelinen nihai safhadaki devletimiz bu travmaların izleriyle maluldür.

 

Devletin varlığı tehlikeye girince nelerin tehlikeye girdiğini gören bir ulusun zaten var olan davranış koduna bir de bu travma eklenince, Türkiye’de siyasetin güvenlik eksenli yapılan şekillerinin halk nezdinde neden bu kadar kabul gördüğü daha iyi anlaşılabilir.

 

Burada devletin güvenliği her şeydir. Bu yaşanarak öğrenilmiş “bio-politik” bir gerçekliktir.

 

“Her toplumda tarihin derinliklerinden gelip, değişmelere rağmen süregelen bir bio-politik yapı vardır. Bu bir çeşit kolektif hafıza, boyutu geniş bir tarihi gelenektir”.[5]

 

İnsanda “bireyleşme” denilen rasyonelleşme süreçleriyle “eğilimler” arasındaki doğal güdüleri koordine eden şey, başka toplumlarda başka başka şeyler ve süreçlerken; bizim gibi her şeyin devlet etrafında teşekkül ettiği toplumlarda ise bu süreçleri koordine eden “süper ego” devlet ekseni etrafında ve onun tarafından belirlenmiştir.

 

Hegel’in “tin” olarak tanımladığı şey de işte bu iki alanın, toplumsal bilinç ve bilinçdışının hasılasıdır. Bu süreç öyle bir şekilde işlemiştir ki, yaşanan tarih sadece dille aktarılan kültürel bir vak’a olmaktan çıkarak biyolojik bir gerçeklik olarak bizim ikinci, belki de asli tabiatımız haline gelmiştir.

 

Bu diyalektik süreçte dur durak bilmeden yapı sökümü ve yapı kurumu sürekli olarak birbirini izler. Fakat her değişim bir öncekini kendisinde sürdürerek devam eder, onu yok etmez, edemez.

 

Mantık da Neyin Mantığı?

 

Türkiye gibi memleketlerde bilişsel gerçekliğin bağlamlı veya bağlamsız bir şeklini esas alan ve ona tapınan “rasyonellik”, her şeyi zihinde başlayıp zihinde bitiren bir kolaycılıkla ele aldığı için toplumu da olgulardan ziyade mantığın soyut ilkelerine aktarılabilen çizgiler içinde anlamaya çalışıyor.

 

Ne ki insan ve toplum davranışlarının çok küçük bir bölümü rasyonellik dediğimiz kurallı alanla sınırlanabilir. Bu da ancak iradî bir gayret ve koşullu bir akletme, onun kurallı akıl yürütme biçimleriyle sağlanabilir. Çünkü aklın örgütlü bir hali olan rasyonellik, sonsuz kadar sürümü olan bilimsel, teknik, sosyal ve kültürel konvansiyonlardan oluşur.

 

Benim yukarıda söylemeye çalıştığım ve eleştirdiğim husus, gerçek hayatta hiçbir karşılığı ve geçmişi olmayan bir rasyonellik biçimini, olgusal bir gerçeklikmiş gibi toplumu anlama kriteri olarak merkeze alan yaklaşımlara yöneltilen bir itirazdır.

 

Bu tarz bir yaklaşım, deneyi ve olguyu değil kurgunun “damgalı sözlerini” esas alan Orta Çağ’ın skolastiklerine benziyor. Biz ikinci yolu, tarih ve günceli esas alan bir yorumu daha çıkar bir yol olarak görüyoruz.

 

Son Söz

 

Türkiye, şimdilerde, geçen yüzyılın başında çıktığı yolu, modernleşme sürecini daha iyi bir geleceğe taşımak isterken, işte tüm bu zorlukları heybesinde taşıyor. Bir yanda yaralı bir bellek ve iliklerine kadar sirayet eden güvenlik endişeleri, diğer yanda ise rasyonel ve kurallı, eskilerin deyimiyle “töreli ve sıralı” olana duyulan özlem!

 

Memleket tam olarak böyle bir ayrımda duruyor. Özgürlük ve insan hakları diye diye, güvenlik endişeleri ve onun belleğimizdeki çağrışımlarının bıraktığı boşluğu istismar ederek benliğimizin diğer bir yarısını, “töreli ve sıralı” olmayı rafa kaldıran keyfî bir eğilimle her şeyin kurallara dayanılarak güvenliğinin sağlanabileceği bir yol ayrımında, kritik bir kavşakta yolumuzu arıyoruz.

 

Bir iktidar devrinde başvekilin kullandığı 4.500 liralık bir kredinin bile özenle kayda geçirildiği ve denetime açıldığı bir yerden, Varlık Fonu gibi devasa bütçelere sahip çok önemli kamu kurum ve kuruluşlarının Sayıştay denetimi dışında tutulduğu bir devrin çelişkisidir ülkenin yol ayrımı.

 

__

[1] Bozdağ, İ. (2005), Bilinmeyen Atatürk: Celal Bayar Anlatıyor, Truva Yayınları, İstanbul, s. 96.

[2] Gökalp, Ziya, (1981), Türk Devletinin Tekâmülü, (haz) Kâzım Yaşar Kopraman, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 9.

[3] Toynbee, A. (1978), Tarih Bilinci-I, Bateş Yayınları, İstanbul, s. 54.

[4] Gökalp, Z. (2007), Kitaplar-1, (Y. Haz)  M. Sabri Koz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s. 543.

[5] Divitçioğlu, S. (2008), “İdris Küçükömer”, İdris Küçükömer, (ed) Ahmet Güner Sayar, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, ss. 41-52, s. 47.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.