Bir Başkadır Benim Memleketim ya da Bon Pour L’orient

Tüm toplumsal grupların tek sezonluk bir dizide derinlikli bir şekilde temsil edilebilmesi zaten bir ütopya, ki Bir Başkadır’ın en büyük falsosu da bu. Keşke zamana yayıp işleseydi bunca meseleyi, ancak sinemadan neşet edip topluma yayılacak bir demokratikleşme dalgası hayal ediyorsak bunun için öncelikle bon pour l’orient* (Şark için yeterli) anlayışından vazgeçmemiz gerek. İdeal olan ufukta görünmüyor diye, ehveni şeri idealize etmenin ne sanata, ne topluma faydası var.

Bir Başkadır Benim Memleketim ya da Bon Pour L’orient

Geçtiğimiz haftadan beri “bir başka” Türkiye’de yaşıyoruz sanki. Henüz modernleşme tecrübesinin travmalarıyla dahi yüzleşemediğini sandığımız güzide toplumumuzun kronik problemleri tek sezonluk bir diziyi bekliyormuş meğer. Toplum böyledir işte, yıllarca peşinden koşarsın, uğruna ömrünü vakfeder, idealler geliştirir, sivil/siyasi yapılar kurar, iyileşsin diye mücadele edersin, bana mısın demez de, biraz umut aşılayan bir senaryoya tutuluverir. Haksız da sayılmaz tabiî; yüzleşmekten kaçındığımız sayısız problemin bir çırpıda çözülüverdiğini gördüğümüzde, hangimiz bu mucizenin mimarına hayranlık duymaktan kendimizi alabiliriz ki?

 

Evet, tabiî ki hakkında konuşmalara doyamadığımız Bir Başkadır dizisinden bahsediyorum ben de. Kelimenin tam anlamıyla “başarılı” bulduğumu söyleyerek konuya gireyim. Ne de olsa “gündeme oturmak”, içinde bulunduğumuz zamanın en önemli başarı kriteri. Elde var bir. Üstelik iyi bir görüntü ve sanat yönetmeninin elinden çıktığı belli, elde var iki. Sahicilik adına hiçbir detaydan kaçınılmamış olması, arthouse özellikleriyle ön plana çıkan bir yapımı Netflix’e taşıyabilmesi ve en çok da “cesaret” içeren toplumsal meselelere temas edebilmiş olması dizinin başarı hanesini yıldızlara boğan diğer belirgin hususlar. Fakat ortalık biraz sakinleştiğine göre diziyi daha soğukkanlı bir şekilde ele almanın vakti gelmiş olsa gerek.

 

“Sarılalım Sıkı Sıkı”[2]

 

Dizinin hayranlık uyandıran gerçekçilik iddiasıyla başlayalım. Yeni Türk Sineması’nın belirgin unsurlarından biri olan sahicilik meselesi dizide mekân kullanımından tiplemelerin hikâyelerine kadar her hususta göze çarpıyor. Meryem’in yaşadığı semt, oturduğu ev, kıyafetleri, Sinan’ın gittiği spor salonu, kaldığı daire, Peri’nin devlet hastanesindeki odası, evi, yoga salonu vs. gerçeğe uygun tercihlerle belirlenmiş. Estetik çekimlerin gizleyemediği bir şekilde yaşam alanlarındaki farklılaşma vurgulanmış. Toplumsal ayrışmanın net bir fotoğrafı çekilmiş. Fakat tiplemelerde belirgin bir şekilde abartıya gidilmiş ki; bu, dizinin kendisinin kurgu olduğunu hatırlatma aracı gibi görünüyor.

 

Öte yandan bu tercih filmin sahicilik iddiasını hafifletmiş ve karakterlerin derinleşmesine engel olmuş. Temizlik ve masumiyet timsali gibi sunulan Meryem’in hiçbir kusurunu görmeyen/göstermeyen kamera, nedense beş para etmez biri olduğu için Sinan’ı hiç anlamayalım istiyor mesela. Peri’nin tüm Kemalist ön yargılarını annesinden bilelim, Gülan’ın hiçbir şekilde dinmeyen öfkesini ait olduğu partiye bağlayalım, karakterlerin içsel serüvenlerini pek mesele etmeyelim, temsil ettikleri toplumsal grubun ve ideolojinin gündelik hayattaki tiplemesi olarak öylece içselleştirelim istiyor.

 

 

Siyahlar siyah, beyazlar beyaz kalsın ama yine de biz tüm problemlerimizin çözüleceğini umalım istiyor. En fazla bir imamın evlatlık kızı lezbiyen çıkar, annesi ölünce başını açar, oyuncu olması dışında hakkında hiçbir malumatımızın bulunmadığı Melisa para için totale iş yapmaya razı olur, Ruhiye de tecavüzcüsünü affediverir, konu kapanır işte…

 

Hâlihazırda dizinin “muhteşem başarısı”nın ardındaki sır da bu değil mi zaten? Farklı kimliklerin içine hapsolmuş, kendi mahallesiyle yüzleşememiş, karşı/öteki mahalleye adım dahi atamamış karakterlerin hayata tutunma çabalarının kesişen yönlerini seyircinin dikkatine sunmak ve bu kesişmelerin fark edilmesiyle aramızdaki o kalın duvarların bir bir yıkılacağını vaz’etmek? Farklı toplumsal gruplara ait bireylerin benzer özneleşme süreçlerinden geçtiğini, lakin bunları birbirleriyle paylaşacak ortak paydada buluşamadıklarını, oysa ki bunun o kadar da uzak bir ihtimal olmadığını vurgulamak?

 

Nasıl da düşüncesiyle bile insan ruhunu kıpır kıpır uyandıran fikirler değil mi?

Bültenimize Üye Olabilirsiniz

Oysa ki dizi bize daha Meryem’in bile nasıl iyileştiğini anlatmıyor. Filmin en masum, en temiz ruhlu karakteri, karşılıksız bir aşk uğruna ayılıp-bayılırken nasıl oldu da kendisine bile hayrı olmayan bir psikiyatrın elinden şifa buldu? Meryem’in adını eski gündelikçisiyle karıştırdığı için titreyip kendine gelen, ultra-beyaz, yaşı geçkin bekâr psikiyatrımız niye Nişantaşı’nda bir muayenehane açmamış da, Taksim İlkyardım’ın köhne bir odasına tıkılıvermiş?

 

Neden dağdakilerle arkadaşlık kuran sosyalist psikoloğumuz özel muayenehanesinde empati bariyerlerinin tekine bile takılmazken, her yaz Londra senin Paris benim takılan Peri’den kimliğini gizlemiş? Engellisinden yogacısına kadar herkesin bir şekilde kendisine yer edindiği bu denklemde koca bir azınlık/gayrimüslim grubu Ferdi Özbeğen şarkılarına mı sığdırılmış? Kızının yabancı müzik dinlemesine dahi zor dayanabilen bir baba, nasıl olup da saçlarını açmasını tek kalemde kabul edebilmiş?

 

“İşçisin Sen, İşçi Kal”[3]

 

Denilebilir ki, dizi tam da bu boşluklarla tartışma ortamı oluşturmanın derdinde ve biz ne Gülbin’in olağanüstü anlayışlılığını, ne de Peri’nin kendini aşmakta zorlanışını tam olarak anlayamamakla bir kamusal müzakere zeminine davet ediliyoruz. Bu zeminde başörtülü kadınların hâlâ ve ısrarla gündelikçilikten yukarıya çıkamamasını nasıl açıklayabiliriz?[4]

 

Dizinin gündelikçi olmayan tek başörtülü kadınının iktidar partisini desteklemesi tam da 2008’lerin başörtüsü tartışmalarının güncellenmiş bir üst sürümü değilse nedir? Üstelik siyasi tercihinden ötürü tek çırpıda bugünün kimlik problemlerinin mimarı olan militarist ideolojiyle, dolayısıyla kardeşine tekme atanları desteklemekle suçlanır bu müstesna başörtülü karakterimiz. Bir kez olsun tebessüm ettiğini göremediğimiz, şu çatır çatır Kürtçe konuşan abladan söz ediyorum…

 

Diyelim ki bunları da geçtik, toplumsal uzlaşıya giden yolun bir şekilde herkesin ait olduğu sınıfta kaldığı, küçük empatiler ve basit intikamlarla tatmin olduğu bir düzlemde sağlanması sorunlu bir çerçeve değil midir? Dahası, çocukken uğradığı tecavüzü iki çocuk annesi olduğu halde hâlâ üzerinden atamayan, majör depresyon geçirip intiharlara kalkışan Ruhiye, nasıl basit bir yüzleşmeyle tecavüzcüsünü affeder? Tecavüzcüsüyle evlenmek zorunda kalan, üstelik onun tarafından hâlâ horlanmaya devam eden Seniha’nın çaresizliği niye hiç mesele edilmez? Seyirci, neredeyse tecavüzcünün köy meydanında teşhir edilmiş olmasına üzülecek empati seviyesine yaklaşmışken üstelik!

 

 

Yetmez ama Daha Fazlası

 

Bu sorulara, bir bu kadar daha eklemek mümkün. Lakin sözü uzatmadan asıl eleştiriye gelelim: Türkiye’de sinemanın dönüştürücü etkisi yeterince incelenmiş bir mevzu olmamakla birlikte, televizyonda olsun, beyaz perdede olsun farklı sosyal grupların temsiliyetindeki problemler sık sık dile getirildi. Yine Türkiye’de sinema çevrelerinin kendi dar pencerelerinden dışarı çıkabildikleri örneklerin çok fazla olmadığı, hassaten başörtülü kadın temsilinin toplumsal gerçeklikle hiçbir alakasının bulunmadığı da genel kabul gören bir durum. Seyirciler olarak, belki de bu eksikliğin sebep olduğu müthiş bir açlık içerisindeyiz. Lakin açlıktan öleceğiz diye ilk sunulan tepsiye saldırmak zorunda da değiliz.

 

Eleştirel zemini korumazsak sinemada “entelektüel”, “başarılı”, “özgür ruhlu”, “hür iradesiyle” örtündüğü halde eğitimli, lakin şehir hayatının, toplumsal cinsiyet kodlarının, çeşitli toplumsal çatışmaların handikaplarıyla yüzleşmek zorunda kalmış başörtülü kadın karakterlerin derinlikli hikâyelerini görmeyi daha çok bekleriz.

 

Tüm toplumsal grupların tek sezonluk bir dizide derinlikli bir şekilde temsil edilebilmesi zaten bir ütopya, ki dizinin en büyük falsosu da bu. Keşke zamana yayıp işleseydi bunca meseleyi, ancak sinemadan neşet edip topluma yayılacak bir demokratikleşme dalgası hayal ediyorsak bunun için öncelikle bon pour l’orient  (Şark için yeterli) anlayışından vazgeçmemiz gerek. İdeal olan ufukta görünmüyor diye, ehveni şeri idealize etmenin ne sanata, ne topluma faydası var. Sizce de dizide Peri üzerinden geliştirilen küçücük özeleştiriye dahi tahammül edemeyen yorumlar ile iktidar partisine yönelik öfkenin dizinin tek gündelikçi olmayan başörtülü kadın karakteri Gülan üzerinden kusulmasını göz önünde bulundurunca bu kanaatkârlık daha da rahatsız edici hâle gelmiyor mu?

 

___

 

[*]1960’lara kadar çeşitli Fransız üniversitelerinde diplomalara düşülen “Şark için iyidir” anlamına gelen ibare. Bu ibare diplomanın Batı ülkelerinde kullanılamayacağını, yani diploma sahibinin o kadar kalifiye olmadığını ama Doğu standartları için yeterli olduğunu ifade etmiş oluyordu. Türkiye, Cezayir, Mısır gibi ülkeleri kapsayan Doğu ülkelerinin Batı standartlarına layık görülmediğinin nişanesi olan bu ibare, oryantalist bir yaklaşım olarak Edward Said gibi akademisyenler tarafından eleştirilmiştir.

 

[2] Yoksa siz hâlâ Tinky-Winky, Laa-Laa, Dipsy ve Po’yla tanışmadınız mı? Bknz. Mutlu Teletabiler.

 

[3] Bu bahiste Cem Karaca’yı anmamak olmazdı. Rahmet olsun…

 

[4] Bu eleştiriyi “gerçeğe uygun olanı bu” diye savunanlara geçmiş olsun; Türkiye panoramasından eğitimli başörtülü kadınları çıkardığınızda son 20 yılın siyasi ve toplumsal değişimine dair söyleyeceğiniz her şey eksik kalır.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.