Bir Habercilik Andı: Mehmet Ali Birand
Mehmet Ali Birand, onsuz geçen geçen 11 yılda, unutulmadı. Sınır tanımayan, kalıplara sığmayan bir haberciydi. İnandığı gibi yaşadı. Alın teri döküp, yaşamının her anında bedelini ödediği habercilik standartlarını taşıdığı yer, hepimiz için ulaşılması gereken bir hedef oldu. Eşsiz haberciliğin kadar, kibirsiz büyüklüğünle de hatırlanacaksın Mehmet Ali abi…
“Hatırlanmak isterim. İyi bir insan, iyi bir gazeteciydi desinler.”
Mehmet Ali Birand’sız geçen 11 yılda tam da istediği gibi oldu, unutulmadı. Zaten hayat, onun iyi bir insan olduğu kadar ulaşılması zor başarılara imza atan bir haberci olduğuna da (en kötü örnekleri görüp) defalarca tanıklık etmemizi sağladı.
Onun lügatinde, gidilemez denilen yerlere gitmek, konuşulmaz denilenlerle konuşmak, tartışılmaz denenleri tartışmak, dokunulmaz denilen konulara dokunmak vardı.
Türkiye’de her daim sorunlu olan iktidar-gazeteci ilişkilerinde (işinden olma pahasına) zamanın muktedirlerine karşı habercilik onurunu korumaya çalıştı.
Emret Komutanım kitabıyla o günlerin kudretli paşalarını karşına almaktan çekinmedi.
Kurşundan farksız “andıç”larla hedef alınmasına; en hassas yeri, haberciliğinden vurulma çabalarına rağmen geri adım atmadı. Demirkırat, 12 Eylül Saat 04.00, Son Darbe 28 Şubat’la darbelerin bilinmeyenlerini, konuşulmayan, konuşulamayanlarını nakış nakış işleyerek hafızalara kazıdı.
Tabuların tabu olmadığını göstermek o günlerde kolay işler değildi. Ama zaten o kolay işlerin adamı da değildi.
“Kendine güvenmek, pek çok meselenin altından kalkmak için yeterli bir destektir aslında.” Buna inandı. Hep bu söze uygun yaşadı.
Can Dündar’ın kaleminden çıkan biyografisini okuyana kadar onun “ağzında gümüş kaşıkla doğan”lardan biri olduğunu düşünürdüm hep. Acıların en büyüklerini yaşadığını, küçücük yaşta hastane hastane gezip ameliyattan ameliyata koştuğunu ancak anılarını okuyunca öğrenebildim.
Hayat ringinde yumruk üstüne yumruk yemiş, defalarca nakavttan kurtulup yeniden oyuna dönmüştü. Düşüp düşüp kalkmayı, sıfırdan yeniden zirveyi zorlamayı aylarca yattığı hasta yatağında öğrenmişti. Geçirdiği kaza yüzünden yürümekte zorlansa da başarı merdivenlerini koşa koşa çıkmayı bilmişti.
32. Gün
Yıl 1985. “32. Gün” hayatımıza bir güneş gibi doğduğunda daha dokuz yaşındaydım.
Tek kanallı yıllar. Ama bu program bir başka. Çocuk olmama rağmen o büyülü dünyanın içine girmem uzun sürmedi. Mehmet Ali Birand’ın “Aman kimselere söz vermeyin” dediği saatlerde ekran başındayız. Bir süre sonra o günün akşamında artık misafirliklere bile gidilmiyor. Ne kimselere söz veriyoruz ne de kimseler bize geliyor. Ama hepsine değiyor.
War of The Worlds filminin jenerik müziği eşliğinde başlayan o ünlü jenerik dönüyor. Ve işte… Kâh ancak filmlerden görebildiğimiz Moskova’da, Kızıl Meydan’dayız kâh İrlanda’da IRA’nın peşinde! Dünyanın konuştuğu liderler… Olaylar…
O ve her biri yıldızlaşan ekibinin anonsları ve röportajlarıyla salonumuzdalar. Program boyunca evde çıt çıkmadığını hatırlıyorum.
“Ülke ülke gezip haber yapma” hayalleri kurdurup bu mesleğe adım atmamı sağlayan Mehmet Ali abiyle tam 14 yıl sonra 2005 yılında tanışabildim. Kanal D Haber Genel Yayın Yönetmenliği’ne getirildiğinde mesleğinin başlarında bir muhabirdim. Haberin magazinleştiği, magazinin dakikalarca haber bültenlerinde yer bulduğu yıllardı.
İzleyici Sibel Can konserini sunan Birand’dan hiç hoşlanmadı. Ratingler giderek düştü. Rakibi Ali Kırca’nın onu nakavt ederken gösterildiği meşhur karikatür, tam da o günlerde çizildi. Herkes kızacağını düşünürken yine beklenilmeyeni yaptı. O karikatürü çerçeveletip odasına astı. Yenilgilerini bir madalya gibi göğsünde taşıyıp küllerinden doğmayı öğrenmişti. En iyi bildiği işi yapacaktı. Kanal D Haber, 32. Gün’e dönüştü.
Mehmet Ali Birand’ı yıllarca hayranlıkla izlemiştim. Ama şu işe bakın ki ben ve arkadaşlarım dünyanın dört bir yanına gidip haber yapıyor, bu kez o izliyordu.
İçimde parıl parıl parlayan gururla olaydan olaya, ülkeden ülkeye koşarken desteğini hissetmek müthişti. Çok konuşulan haberlerin ardından “Yaşşaaaa” dediğinde karşımda Genel Yayın Yönetmenim değil de öğrencisiyle gurur duyan bir öğretmen olduğundan emindim.
Dünyanın Konuştuğu Röportajlar
O sadece gerçeğe ve ona götüren yollara inanırdı. Kalıplara sığmayan heyecanının altında yatan tek şey meraktı. Bilmek, olayların altında yatan nedenleri öğrenmek istiyordu.
Abdullah Öcalan’ı Bekaa Vadisi’nde, Mehmet Ali Ağca’yı İtalya’da cezaevinde dinlerken de tek amacı buydu. Acaba akıllarından ne geçiyordu? Arkalarında kim vardı? Tüm bunları neden yapmışlardı?
İçindeki habercilik ateşini göremeyenlerin onu anlaması zordu. İşten atıldı. İtibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Çok üzülüp kırıldığı günlerde tek bir cümleye sığınmıştı: “Nehrin kenarında yetirince beklerseniz, düşmanlarınızın cesetlerinin geçtiğini görebilirsiniz.”
Oysa hepimiz bilirdik. Öyle uzun süre kin tutmak ona göre değildi. Nehrin kenarında bekleyecek vakti de sabrı da yoktu. Onu ayakta tutan daha çok çalışmak, daha çok üretmekti.
Sekiz kitap, beş belgesel, yüzlerce canlı yayın, binlerce köşe yazısı…
Saddam’dan Arafat’a, Gorbaçov’dan Barzani’ye… Dünyanın konuştuğu röportajlar!
Sınır tanımayan, kalıplara sığmayan bir haberciydi. İnandığı gibi yaşadı. Alın teri döküp, yaşamının her anında bedelini ödediği habercilik standartlarını taşıdığı yer, hepimiz için ulaşılması gereken bir hedef oldu.
Heyecanla eline aldığı biyografi kitabını “Cem, darısı başına diyemiyorum. Sen istediğini elde et” cümleleriyle imzalamıştı.
Yetiştirdiği öğrencileriyle gurur duyar, onların başarılarıyla daha da büyüdüğünü bilirdi.
Eşsiz haberciliğin kadar, kibirsiz büyüklüğünle de hatırlanacaksın Mehmet Ali abi…