Bir İktidar Nişanesi Olarak Bayramlar
Bayramlar, yortular, anma günleri… Kısacası şenlikler hep olacak, zira hepimizin bir masa etrafında en azından bir gastronomi faaliyeti için toplanıp ünsiyetimizi geliştirmemiz ve bireyi bireycilikle yüceleştirirken bir tehlike olarak beliren yalnızlığından da kurtarmamız gerek. İnsan olarak kalabilmemizin bir yolu da sosyalleşebilmemiz ve bu da zaten doğası gereği siyasallığımızın uzantısı.
Siyaset bilimci olmanın en negatif tarafı -her meslek hastalığında olduğu gibi- her olgu ve eylemde erki, iktidarı ve bittabi muktedir/ler/i arıyor olmanızdır. Bu oldukça kinik yaklaşım, düşünce hatta yaşam tarzını da dönüştürerek, sadece varlıkta değil varlık yokluğa tahvil olduğunda da aynı arayışı sürdürerek bu sefer yok edebilme gücünü idrak etmeyi icbar eder. Kaldı ki her türlü cebir, siyasetin en ilkel ve lümpen halidir. Öte yandan, “hoşgörü” gibi gönüllere sürur veren bir kavramın hiç de masum olmayıp aslında nasıl da hiyerarşik ve yukarıdan aşağıya tek yönlü olduğunu öğrendiğinizde artık sadece üstlerin astlarını hoş görebildiğini ve astlarınsa ancak üstlerinin dedikodusunu yapmaya güç yettirebildiklerini anlarsınız. Bektaşi’nin hiçlik makamı gibi Yunus Emre’nin mertebesine eriştiğinizde ise bireysel hoşgörünüzden arınıp ancak yaratılanı Yaratan’dan dolayı hoş görebilirsiniz. Ya da “yumuşak güç” gibi bir başka kavramın ne kadar kadife eldivenlere sarıp sarmalansa da nihai kertede demir yumruk işlevini öğrendiğinizde, cümle alem ve içindeki işbu eşya size eskisinden farklı görünmeye başlayıp artık Aşık Dertli’nin saz için “Şeytan bunun neresinde?” sorusundan hareketle farklı bir tarzda siz de “Erk bunun neresinde?” diye sormaya başlarsınız. Haliyle bayramlar da bu sorgulamadan müstağni değildirler.
Bayramlar, Bayramlarımız
Genelde tüm özel günler, özelde -dinsel, mezhepsel, ulusal veya etnik olmasına bakılmaksızın- bayramlar, yortular ve/ya anma günleri hakkında antropolojik ve/ya sosyolojik bağlamda birçok çalışma yapılmıştır. Zira günün sonunda bayram -adı üstünde- bireysel çapta kutlama yapılacak bir olgu olsa bile bunu kutlamak için en azından kutlamaya katılacak bir kitle gerekir. Yoksa tek başına bir kutlama yine yapılabilir, lakin bu iç güveyinden (Erkek egemen toplumun iktidar klişelerinden birini kırmak adına böyle cinsiyetçi bir stereotipten faydalanıyorum) hallicedir. Lakin bayramların siyasi boyutuyla ilgilenmek liderlerin değil sıradan insanların sıradan meşguliyetleriyle, kısacası küçük şeylerin tarihiyle ilgilenmek gibidir. İşin gerçeği, insanları ve eylemlerini sıradanlaştıran her olgu ve eylemin arkasında epeyce kafa yorulmuş kuramsal bir çerçeve ve bu teorinin pratiğe geçirilerek sürdürülmesi için de devasa bir siyasal mühendislik vardır. Mesela bugüne kadar hiç düşünmediyseniz, bir zahmet Türkiye’de neden Ramazan ve Kurban bayramlarında dokuz günü bulan idari tatiller ilan edildiği gibi otoyollar ile belediyelerin toplu ulaşım araçlarının ücretsiz hale geldiğine kafa yorunuz. İlk önce siz de “Ne alaka?” diye sormuyor musunuz? Kaldı ki halkının çoğunluğu en azından folklorik düzeyde Hristiyan olan toplumlarda da uzun bir Noel tatiliyle karşılaşıyoruz. Neden bu tür uygulamalar sadece ilgili ülkedeki en yaygın dini inanç müntesipleri için geçerli oluyor? Mesela Türkiye gibi halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan Kazakistan ve Kırgızistan’da yaşadığım dönemlerde bu dini bayramların sadece bir gün tatil ilan edildiğine şahit olmuştum. İşte bunlar hep siyaset.
Bayramların türü ne olursa olsun eşyanın tabiatı gereği siyasi olmaları yetmez, ritüelleri de bir o kadar siyasidir ve bu yapılarını normatif bir arka plandan alırlar. Bunu bayramların bizatihi isimlendirmelerinden anlayabiliriz. Örneğin, Türkiye’de bir ay boyunca oruç ile geçen zamandan sonra gelen bayramın nasıl isimlendirileceği, Ramazan Bayramı mı Şeker Bayramı mı olarak adlandırılacağı böyle bir siyasetin uzantısıdır. Sadece bayramı nasıl isimlendirdiğiniz değil muhatabınızın bayramını nasıl kutladığınız da siyasi bir tasarruftur, zira “Bayramınız mübarek olsun” başkadır, “Bayramınız kutlu olsun” başkadır ve bu sadece bir tınlama meselesi de değildir.
Bayramlar bir sosyalleşme atmosferi sağladığı gibi sonraki nesillere ritüellerin hiyerarşisini öğretmek için de bir eğitim kampıdır. Mesela küçükler büyüklerin ellerini öper ve alınlarına götürerek saygılarını sunarken, büyükler de bunun karşılığında küçüklere bayram harçlığı verirler. Buradaki küçüklük illa yaşa bağımlı olmayıp duruma göre ataerkil, duruma göre sosyo-ekonomik olabilir. Bayram harçlığının miktarı ve nasıl verileceği dahi kişinin bağlı bulunduğu sosyal tabaka ve ekonomik sınıfıyla doğrudan ilintilidir. Misal, kendi adıma bayram harçlığı olarak bir tam Reşat altınını, verilecek kişinin adının işlendiği ipek bir kesede vermeyi tercih ederim, zira paşa dedemden böyle öğrendim. Elbette bu tercihime rağmen Özgür Demirtaş’ın yeni Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e destek olma çağrısına uyarak ve biraz da bayrama heyecan katmak için bu sefer içi boş mendil dağıtarak halledeceğim harçlık ritüelini. (Şimdi bütün gizem kayboldu, tüh aksi.) Bir de bayramlaşmak için o dinin, mezhebin, ulusun ve/ya etnisitenin mensubu olmaya da gerek yok, amaç ortak bir sosyalliği paylaşmak olduktan sonra. İşte bayramları siyasi kılan sadece her insan eylemi gibi ortak bir yazgıyı paylaşması değil elbette; icat edilmeleri, popülerleş/tiril/meleri, unut/tur/ulmaları, hatırlatılmaları veya gerekli görülmesi durumunda ortadan kaldırılmaları ve bu sürecin biteviye tekrar edilmesi. O yüzden bayramlar her an özlemi duyulacak kadar değerli.
Nerede O Eski Bayramlar?
Sadece bayramlar değil, geçmişte kalan neye özlem duyuyorsanız ucundan kıyısından -hadi yaşlanma demeyelim de- yaş alıyorsunuzdur. Kaldı ki yaşlanmak hatta ihtiyarlamak da modern toplumlarda bile o kadar kötü değildir, çünkü gerontokrasi kısmen de olsa varlığını sadece siyasi değil çeşitli iktidar alanlarında sürdürür. Dahası, ihtiyarlamak da kelimenin tam anlamıyla yaşla gelen “ihtiyar sahibi” olmayı betimlediği için kötü bir şey olmasa gerek. Hayatta kalabilmek bütün canlılar için halen en önemli beceri ve diğer canlılardan farklı olarak “bilinç” dediğimiz kendinin farkında olan insan, dünyanın bütün tehlikelerine ve meşakkatlerine rağmen bir şekilde hayatta kalmayı başarabilmiş hemcinslerine imrenmeyle karışık bir saygı duyar. Misal, bugün ömrünün uzunluğunda dalya demiş kuşak, kabaca Cumhuriyeti’n kurulduğu yıl dünyaya geldiğine göre, çocukluklarını Büyük Buhran, ergenlik ve gençlik dönemlerini II. Dünya Savaşı boyunca geçirdiler ve ihtimal bazıları Türkiye bu harbe girmediyse de silah altına alınarak tüm savaşı kışlada geçirdiler. Savaş sonrası Türkiye’nin çok partili rejime geçişine ve akabinde başarılı ve başarısız askeri darbelere ve/ya muhtıralara, Sisifos’un cezası gibi demokrasinin biteviye konsolide edilmesine, ekonominin 70 sente muhtaç kalmasına, tüp ve yağ kuyruklarının başını çektiği envaiçeşit karaborsaya, Huntington’ın Türkiye ve Meksika için Medeniyetler Çatışması tezinde buyurduğu gibi “yırtılmış ülke” (torn country) oluşundan mütevellit çeşitli toplumsal kutuplaşmaların kristalize olduğu 6-7 Eylül Olayları’ndan Maraş Katliamı’na türlü türlü çözülüşe şahitlik ettiler. Bu kısa özeti yazarken bile yorulduğuma göre onlar bir şekilde hayatta kalabilmeyi başardıklarından dolayı elbette koca bir alkışı ve tatili hak ediyorlar.
Tatil mi Bayram mı?
Herhangi bir veya birkaç günü bayram ilan etmek bir iktidar nişanesi olduğu gibi onu devam ettirmek de başka bir siyasi nişanedir. Siz burada “bayram” dediğime de bakmayın, bu pek tabii Sevgililer Günü de olabilir Tıp Bayramı da. Hatta bireysel hayatlarımızda kutladığımız doğum günleri, evlilik yıldönümleri, ilk el ele tutuşma, ilk birlikte kahvaltı veya ilk tatile çıkma (Hocam zorlama istersen) bile kutlandığı ölçüde bir iktidar göstergesi olduğu kadar unutulduğu ölçüde de iktidarın nişanesidir. Zira entelektüel düzeyde fikirle başlayan her dönüşüm, önce söylem sonra da pratikle devam ederken, hatta bununla yetinilmeyip geçmiş bayramın kutlanması tadında bir after party ile de hitama erebilir.
Bayramlar, yortular, anma günleri… Kısacası şenlikler hep olacak, zira hepimizin bir masa etrafında en azından bir gastronomi faaliyeti için toplanıp ünsiyetimizi geliştirmemiz ve bireyi bireycilikle yüceleştirirken bir tehlike olarak beliren yalnızlığından da kurtarmamız gerek. Komşulara ihtiyacımız olduğu gibi, onlarla en azından tuz-şeker (1 fincan şeker verip 1 fincan tuz alan -eğer özel deniz tuzu veya Himalaya tuzu değilse- zinhar zarardadır, benden uyandırması) takasına ihtiyacımız olacak. Zira insan olarak kalabilmemizin bir yolu da sosyalleşebilmemiz ve bu da zaten doğası gereği siyasallığımızın uzantısı.
Sonuç olarak, herhangi bir gün, hafta, bayram adını ne koyarsanız koyun, hükümran adına sikke bastırmak ve/ya hutbe okutmak gibi bir iktidar nişanesidir. O yüzden evlilik yıldönümünü unutma eyleminizdeki iktidarınızı kim sizinle yerden yere çalıyorsa o muktedire tabii olun ki ömrünüz uzasın ve tiz siyaset olunmayın. Kendi adıma siyaset bilimini Sezai Karakoç’un Kara Yılan şiirinde ifade ettiği gibi “Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum” ve sizlere de Sokrates’in evlilik tavsiyesi gibi siyaset bilimi öğrenmeyi tavsiye ediyorum. Bu vesileyle inananların Kurban Bayramı’nı tebrik ederim.