Bir İnsan Hakkı Olarak Kadın Hakları ve İktidarın Tahakküm Dili
Kadın haklarının, insan haklarının temel bir parçası olarak görülmesi hayati öneme sahip, zira ataerkil kültürel değerler içinde, kadın haklarında yaygın aşınmalar yaşanmaktadır. Ülkemizde, siyasi iktidarın kullandığı ötekileştiren tahakküm dilinin de kadın haklarını araçsallaştırdığı ve bu aşınmayı artırdığı söylenebilir. Bu durumdan kurtulmak için ilk olarak insan haklarının önemini içselleştirmiş ve dışlayan değil kapsayan ve yapıcı bir siyasi dile ihtiyaç var.
İnsan hakları kavramı, insanların doğuştan itibaren sahip olduğu ve devlet ve diğer bireyler tarafından müdahale edilmemesi gereken haklar bütününü ifade eder. Kadın hakları konusunun, insan hakları konusundan bağımsız tartışılması beklenemez. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne göre; her birey ırk, renk, cinsiyet, din, dil, siyasal görüş, ulusal veya toplumsal köken, mülkiyet, doğuş ya da başka tür statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, hak ve özgürlüklere sahiptir.
Türkiye, insan haklarından herkesin eşit olarak faydalandığı bir ülke değil ve insanlar cinsiyete, dine, etnik kimliğe ve siyasi görüşlere bakılarak ayrımcılığa maruz kalıyor. Türkiye’nin kadın hakları sicili de tıpkı insan hakları sicili gibi kötü durumda. Bu durumdan kurtulmak için yasal, yapısal ve kurumsal birçok girişim şart. İlk temel şart ise karar alma mekanizmasını elinde bulunduran siyasi iktidarın, insan haklarının önemini içselleştirmesi ve bunu yapıcı ve kucaklayıcı bir dil ile topluma aktarması.
Başörtüsü Sorunu ve Kadın Hakları
Türkiye’de kadın hakları meselesi, uzun yıllar siyasi kutuplaşmanın odak noktasında olan “başörtüsü/türban sorunu” ekseninde ele alındı. Türban konusu etrafında gelişen kısır tartışmalar, can yakan eğitim hakkı ihlalleri gibi uygulamaların uzun bir süre önüne geçemedi. Örneğin 1997’de yaşanan Post-modern Darbe Süreci’nde, türbanlı üniversite öğrencilerinin okullara alınmadığı günlere benzer bir biçimde uzun yıllar giyim tercihleri sebebiyle hem kamuda hem de özel sektörde mesleklerini icra edemeyen nice iyi eğitimli kadının acı tecrübelerine tanık olundu.
Türkiye’de başörtüsü sorununun ortaya çıkışı, türbanın laiklik için bir tehdit olarak görüldüğü ve kampüslerde yasak edildiği 1960’lı yıllara uzanmaktadır. 1968’de Ankara Üniversitesi’nde İlahiyat Fakültesi öğrencisi olan Hatice Babacan (Ali Babacan’ın halası) kampüse girerken başörtüsünü çıkarmadığı gerekçesiyle üniversiteden uzaklaştırılmıştır. Bu kararın ardından yüzlerce öğrenci bu olayı protesto etmiştir, bu olay türban sorununun ilk örneği olarak bilinmektedir.
Türban sorunu denince akla gelen bir diğer olay Kavakçı Krizi’dir. Merve Kavakçı, Fazilet Partisi vekili olarak 2 Mayıs 1999’da meclise geldiği gün, başörtülü olarak yemin etmesi meclistekilerin protestoları eşliğinde engellenmişti. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit, Kavakçı’yı dış güçlerin ajanı olmakla suçlamıştı.
2013 yılında AK Parti hükümeti demokratikleşme paketi çerçevesinde kamuda türban yasağını kaldırdı. O dönemde başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan bu gelişmeyi, birçok gencin canını sıkan, anne babalarına büyük acılar yaşatan karanlık bir dönemin sona ermesi olarak tanımlamıştır.
Zayıflayan Demokrasi ve Artan Kadına Yönelik Şiddet Vakaları
Siyaset bilimi literatürüne “şiddet” kavramsallaştırmasını kazandıran yazarlardan Hannah Arendt (1906-1975) Şiddet Üzerine isimli çalışmasında, iktidarın mutlak hâkimiyetinin bulunmadığı yerlerde şiddetin kaçınılmaz olduğunu vurgulamıştır. Devlet iktidarının var olabilmesi için devlet, şiddet üzerinde bir meşru hâkimiyete sahip olmalıdır. Arendt’e göre “Şiddetin mutlak hüküm sürdüğü yerde, her şey ve herkes sessiz kalmaya mahkûmdur.” Kadına yönelik şiddetin sıradanlaştığı bir toplumda şiddete karşı yükselen seslerin zamanla adeta bir sessizlik gibi muamele görmesi kaçınılmaz. Hem ulusal hem de uluslararası kuruluşların raporları, Türkiye’de kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin sayısının arttığını gösteriyor, ancak verilen tepkilerin sesi maalesef karar alıcılar tarafından duyulmuyor.
Ocak ayında Kartal’da bir aile sağlığı merkezinde görev yapan hemşire Ömür Erez’in görev yerinde silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetmesi, yaşanan sayısız kadın cinayetinden sadece biri. Kadınları darp eden veya tehdit edenler ifadeleri alınıp serbest bırakılırken, “terörist/siyasi muhalif” gibi iddialar ile suçları ispat edilmeden, yargısal süreç tamamlanmadığı halde insanların hasta, yaşlı demeden demir parmaklıklar ardına mahkûm edilmesi ise yaşanan insan hakları ihlallerinin başka bir yansıması.
Hak ihlallerinin tespiti ve bu ihlallerin önlenmesine yönelik girişimler, demokratik teamüller ve süreçler çerçevesinde değil de bir tek kişinin tasarrufunda gerçekleştiği için, yaşadığımız şu dönemde herkes için adil bir düzen istemek maalesef boş bir hayal olmaktan öteye geçemiyor. Tek kişinin tasarrufuna bir örnek 2011’de yaşanmıştır. “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olarak bilinen İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan ve onaylayan ilk ülke, 2011 yılında Türkiye olmuştu. Ancak geçtiğimiz yıl, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tasarrufunda yayımlanan bir kararname ile Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmiştir.
Tutuklu Anneler ve Hapishanelerde Yaşanan İnsan Hakları İhlalleri
BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin 2018 raporunda, yüzlerce kadının ve bebeklerinin veya küçük çocuklarının gözaltına alındığı ve birçok kadının çocukları ile demir parmaklıklar ardına mahkûm edildiği bilgisi yer alıyor. Türkiye’de 2016’daki darbe girişiminin ardından ilan edilen olağanüstü hâl süresince “terör örgütlerine üye olmak” suçlamasıyla yargılanan ve cezası kesinleşmeyen, 6 aydan küçük bebekleriyle birlikte cezaevlerinde tutuklu bulunan annelerin sayısının yüzlerce olduğu kaydediliyor. Dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Şaban Yılmaz’ın 14 Kasım 2018 tarihinde TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu toplantısında verdiği bilgilere göre, 2018 yılı itibarıyla cezaevlerinde 743 çocuk annesiyle beraber kalmaktaydı. Bu çocukların 543’ü 0-3 yaş, 200’ü de 4-6 yaş grubundaydı. 0-3 yaş arası 543 bebekten 37’si ise 6 aylıktan daha küçüktü.
Ankara Tabip Odası’nın 5 Ekim 2021 tarihinde yaptığı “Kadın Mahpuslar ve Anneleri İle Birlikte Yaşamak Zorunda Olan Çocuklar Üzerinden Cezaevleri Koşullarının Değerlendirilmesi” başlıklı basın açıklamasında şu ifadeler yer almaktadır:
“Kadınlar için ilk ihlal cezaevine girişte yapılan çıplak arama ile başlamakta ve çoğu kez ziyaretçileri dahi kapsayacak şekilde sürdürülmektedir. Kabul etmeyenler açısından hücre cezası tehdidi erkeklere yapıldığı kadar kadınlar için de ikincil bir cezalandırma yöntemi olarak sürdürülmektedir. Çıplak arama yasal dayanaktan yoksun olarak çoğu kez de keyfi olarak uygulanmaktadır. Sağlık hakkının engellenmesi ya da sağlığa erişimde zorluklar kadın mahpusların da en önemli sorunlardan birisidir. Bir şekilde sağlık kuruluşuna gitmeyi başardığında muayene sırasında infaz koruma memuru ya da kolluk kuvvetlerinin odadan çıkmayı reddetmesi, kelepçeli muayene dayatmaları gibi durumlar, daha da kötüsü bu tutuma bazen hekimin de destek olması, çoğu kez kadın mahpusun muayene ve tedavi olamadan cezaevine dönmesi ile sonuçlanmaktadır.”
Ülkemizde kadın haklarının, insan haklarının temel bir parçası olarak görülmesi hayati öneme sahip, zira ataerkil kültürel değerler içinde, kadın haklarında yaygın aşınmalar yaşanmaktadır. Ülkemizde, siyasi iktidarın kullandığı ötekileştiren tahakküm dilinin de kadın haklarını araçsallaştırdığı ve bu aşınmayı artırdığı söylenebilir.
Sistematik insan hakları ihlallerinin yaşanmaması için, toplumun genel faydası düşünülerek tesis edilmiş ve devlet tarafından güvence altına alınmış bir düzene ihtiyaç var. Aksi halde, yaşanan hak ihlalleri ve yaygın adaletsizlikler sıradanlaşır, son yıllarda yaşanan durumu bu şekilde özetleyebiliriz. Bu durumdan kurtulmak için ilk olarak insan haklarının önemini içselleştirmiş ve dışlayan değil kapsayan ve yapıcı bir siyasi dile ihtiyaç var. 1999’da Ecevit’in Kavakçı’ya yönelik ajanlık suçlaması ve başörtülü olarak yemin etmeyi “devlete meydan okuma” olarak nitelemesi ve “Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz” sözleri ile 32 yıl sonra, Erdoğan’ın siyasi tutuklu Osman Kavala’nın eşi Profesör Ayşe Buğra’ya yönelik “Bu ülkede Soros’un adeta temsilcisi olan kişinin karısı da aynı şeklide Boğaziçi’nde provokatörlerin içerisinde yer alan bir kadındır” ifadeleri aslında dışlayıcılık bakımından hiç de farklı değil. Bu dil ile mücadele etmek bir insan hakkı olarak kadın haklarının korunması için de ilk önemli adım…