Bir Kefâret Hikâyesi
Âşıklar Bayramı, bir kefâret hikâyesi olmayı başaramıyor, çünkü yanlış ve bu yanlışa kurban edilenler böyle bir hikâye için silik kalıyor. Eksiklik, babalıkta değil, bütün anlatılanlarda.
Âşıklar Bayramı, Kemal Varol’un, aynı adlı romanından[1] sinemaya uyarlanmış bir film, yönetmen Özcan Alper senaryoyu romancıyla birlikte yazmış.[2] Özcan Alper’in ilk filmi, Sonbahar (2007) sol siyaset içerisinden gelen ve uzun yıllar cezaevinde kaldıktan sonra sağlık problemleri nedeniyle serbest bırakılan Yusuf’u anlatmaktaydı. Sonraki film, Gelecek Uzun Sürer (2011), Sumru’nun acısını Kürd Meselesi’ni yayarak konu ediniyordu. Rüzgârın Hatıraları (2015) gazeteci Aram’la Ermeni Meselesi’ni (insan yazmaktan yorulur, ne çok meselemiz var!), Âşıklar Bayramı (2022) âşık Heves Ali ve oğlu Yusuf’un yıllar sonra buluşmasını ve mecburî yolculuklarını Alevî kültürü aracılığıyla konu ediniyor. Âşıklar Bayramı, günlerinin sayılı olduğunun farkında âşık Heves Ali’nin oğlu Yusuf, aşık olduğu kadınlar ve dostlarını belki son kez görmek için çıktığı yolculuğu anlatıyor. Yolculuk semah, cem, türkü, âşıklık pratikleriyle alevîlik arkaplanında gerçekleşiyor.
Burada konuyu değiştiriyor ve kısa bir süreliğine Jim Jarmush’un Broken Flowers (2005)[3] filmine geçiyorum. Web ve bilgisayar zengini, tekdüze bir hayat yaşayan Don Johnston’a bir gün göndereni meçhul pembe zarflı bir mektup gelir; mektup, o âna kadar varlığından habersiz kaldığı bir oğlunun olduğunu ve babasını aradığını bildirir. Don, hayatındaki son kadın da onu terkettiğinde, sevimli komşusu Winston’un zorlamasıyla geçmişindeki kadınların listesini çıkarır ve onlarla bizzat görüşerek mektuptaki haberi doğrulamak üzere muhtelif yolculuklara çıkar. Aralarında bir kedi psikiyatrı da bulunan bu kadınların çoğu, Don’dan sonra devam etmeyi başarmış olsalar bile derinden yaralıdırlar. Laura hariç (sevimli ablamız Sharon Stone), Don’un diğer eski sevgilileri ruhsal olarak (maalesef!) iyi durumda değildirler. Kahramanımızın görkemli yalnızlığı, başkalarının (kadınların!) mutsuzluğu üzerine yükselir.
Jim Jarmush, Don’un her yolculuğuyla neredeyse Amerikan hayat tarzının mevcut panoramasını sunar ve bu sunum, kısa sekanslarla karakterlerin sosyal ve kültürel çıkmazlarını ihtiva eder. Okuyucunun beklediğini tahmin ettiğim tabirle, bireysel olan, sosyal olana, sosyal olan da bireysele ışık tutar. Abartı yoktur; hikâyeler ve olup bitenler sahicidir. Oğlunu arayan “baba”, kendi günah ve sınırlarını, ötekilerin travmasında bulur. Bundan sonra hayatında yer alabilecek tek zenginlik, eğer alabilecekse, bir kadınlar enkâzından gelecektir.
Böyle bakıldığında Âşıklar Bayramı birkaç bakımdan vaadettiklerinin gerisine düşmekte. Kültürel olarak bakıldığında, alevîlikle ilgili göndermeler derinlikten yoksun. Bu göndermelerin filme, neredeyse, “turistik” bir katkısı var. Bütün film, bu tema olmaksızın, bu konuya hiç değinilmeksizin de çekilebilirdi. Film de hiçbir şey kaybetmezdi. Baba-oğul hikâyesi maalesef, babanın verili suçluluğuyla kapatılmakta. Oğul, bağışlamaya hazır; bir bir terkedilen kadınlar zaten bağışlamış. Yusuf’un yatılı okul yalnızlığından gelen acısı, ancak yıllar sonra gelen babaya karşı kullanılabilecek bir silâhtan fazlası değil. Üstelik ölmek üzre olan bir baba, bu aracın da etkisini azaltıyor. Bir erkek, hayatı boyunca bir çok kadına âşık olabilir (yahut âşık olduğunu sanabilir), bunu üstelik bir kazanovalık icraı olarak da yaşamayabilir. Başlayan her ilişki, biten bir ilişkinin günahlarını da taşıyabilir. Adı üzerinde ilişki bu. Boşluktan gelmiyor yâni. Bütün bunların kendinde olumsuz hiçbir tarafı yok bence.
Ancak film, bize, bu baba-oğul hikâyesinin silikleştirilmiş kahramanı anne hakkında, diğer kadınlar hakkında çok az şey söylüyor. Bu kefâret hikâyesi, hiç yabancısı olmadığımız bir “erkeklik hikâyesi” aynı zamanda. Heves Ali, çok aşık olmuş, çok mekâna oturmuş, çok gezmiş, çok söylemiş, dostlar edinmiş, hevesi yüksek. Bu varoluş biçimi, terkedilen bir oğul, eş ve diğer kadınların emeğiyle kurulmuş aslında. Oğul Yusuf’un hayatının özellikle kadınlar konusunda (yahu Yusuf, Yıldız’ın telefonlarına niye cevap vermiyorsun, ayıp değil mi?) babasından çok farklı evrilmediği sezdiriliyor. Yusuf, babasının kendisine yaptığının peşinde; ötekilerine ne yaptığıyla ilgisi sınırlı. Oysa filmde varsayılan dram, ancak buradaki kısmîliğin aşılmasıyla, yâni ötekilerinin de hesabı sorularak belirginleştirilebilirdi.
Jim Jarmush, bireysel bir hikâyeyi, bunun ötesine taşıyor; taşımayı, adıyla söylemek gerekirse, üstelik kültürel, sosyal ve politik bir zeminde sağlıyordu. Bunu yaparken bireysel olanı ve karşısındakini aynı ekonomiyle anlatıyordu. Birinin diğerini ezmesine ve ötekini belirlemesine engel olmaya çalışıyordu. Özcan Alper’in filmlerindeki esas problem burada bence. Sonbahar, herşeye rağmen politik dozajın bastırıldığı bir filmdi ve güzeldi. Ancak ondan sonraki filmlerinde giderek, “atanmış ikincil konular” muhtevayı ezmeye başladı. Şimdi Âşıklar Bayramı’nda görüldüğü üzere, ikincillik marjinalleşerek, konuya katılamıyor bile. Bu maalesef sadece Alper’e ait bir şey değil; sözgelimi, Semih Kaplanoğlu da ümit verici başlangıcını, bu “atanmış ikincil konular”a (burada, atanan konular, çevre, bir tür dinsellik, medeniyet eleştirisi vs.) dayandırdığı çalışmalarla köreltmiş bulunuyor.
Sonuç olarak, Âşıklar Bayramı, bir kefâret hikâyesini, suç ve pişmanlığı derinleştirmeden, suç ve pişmanlığın taraflarına eşit davranmadan (alevîlik ögesi bile bu eşitsizliği gideremiyor bence[4]) anlatmayı deniyor. Özenli sinema dili, emeği hiç de inkâr edilemeyecek Özcan Alper’in bundan sonraki filmlerini de merâkla bekleyeceğiz. Umulur ki, bu atanmış konular hâkimiyetinin dışına çıkabileceği bir bakış –ki bence bunu yapabilecek bir donanıma sahip olduğu açık, geliştirebilir.
__
[1] Kemal Varol, Âşıklar Bayramı’nın (İletişim, 2019), Babamın Bağlaması (İletişim, 2016) ve Ucunda Ölüm Var’la (Everest, 2022) bir üçleme olduğunu söylüyor, filmle ve kendisiyle ilgili bazı açıklamalarda bulunuyor. Şurada: https://www.diken.com.tr/asiklar-bayraminin-yazari-kemal-varol-yol-asil-bundan-sonra-basliyor/ Buradaki değerlendirmelerin sadece filmle ilgili olduğunu belirteyim. Filmle roman arasında bir çok farklılığın bulunduğuna zaten yönetmen ve yazar işâret etmekte.
[2] Filmiyle ilgili olarak Özcan Alper’in söyledikleri: https://www.diken.com.tr/asiklar-bayrami-basladi-alevi-kulturune-saygi-durusu-baba-ogul-hesaplasmasi-yol-hikayesi/
[3] https://www.imdb.com/title/tt0412019/?ref_=fn_al_tt_1
[4] “Atanmış bir konu olarak” alevîliğin filmde hem derinliğinin olmadığı hem de buna rağmen, bir anlatısal belirleyicilik taşıdığı çelişki değil, filmin neden “olmadığının” izâhı bence.