Bir Kum Yöresi Almanağı’ndan Öğrendiklerim
Profesyonel ormancı, yaban hayatı ekoloğu, eğitimci, doğa koruma avukatı ve yazar Aldo Leopold, Bir Kum Yöresi Almanağı isimli kitabında doğa gözlemlerini, doğa ve çevredeki insanlar arası ilişkiyi, kaybolmakta olan türleri ve keşfetmekten büyük mutluluk duyduğu eşsiz deneyimlerini edebi ve şiirsel üslubuyla aktarıyor.
Yaşadığımız 21’inci yüzyıl “insan çağı”, diğer bir deyişle Antroposen olarak adlandırılıyor. Bu kavram atmosferik kimyager Paul Crutzen tarafından öneriliyor. Buna göre insanın yeryüzüne uyguladığı kuvvet ve zarar, artık jeolojik katmanlarda izi sürülebilir hale geldi. Bu çağın başlangıcını 18’inci yüzyıl sonuna, James Watt’ın 1784’te buhar makinesini buluşuna kadar götürüyor. Bugün geldiğimiz noktada ise Crutzen’in “Geology of Mankind” isimli çalışmasındaki belirlemelerine göre: “Gezegenin yüzeyindeki karanın yaklaşık yüzde 30 ila 50’si insanlar tarafından kullanılıyor. (…) Erişilebilir tatlı suyun yarısından fazlası insanın kullanımında. Balıkçılık, su seviyesi yükselmekte olan okyanus bölgelerinde birincil üretimin yüzde 25’inden fazlasını alıp götürüyor. (…) Enerji kullanımı 20’nci yüzyılda 16 kat arttı. (…) Tarımda kullanılan gübre, bütün dünya ekosistemlerinde doğal yoldan sabitlenenden fazla azot içeriyor.”
Crutzen’in ortaya koyduğu bulguların henüz başlangıç hallerini, 20’nci yüzyılın başında ekolojik hareketlerin öncülerinden Aldo Leopold’un Bir Kum Yöresi Almanağı’nda takip edebiliyoruz. Leopold, profesyonel ormancı, yaban hayatı ekoloğu, eğitimci ve doğa koruma avukatı Amerikalı bir yazar. 1935 yılında Wisconsin’de toprakları bozulmuş büyük bir çiftlik satın alır, ailesiyle birlikte yaklaşık beş yıl burada yaşarlar. Yanlış ve aşırı tarım uygulamaları nedeniyle tahrip edilmiş bu araziyi eski sağlığına kavuşturmaya ve ekolojik çeşitliliğini geri getirmeye çalışırlar. Bu deneyimin sonrasında kaleme aldığı, yukarıda sözünü ettiğim kitabın ilk yarısı, yılın her ayındaki doğa gözlemlerini, doğa ve çevredeki insanlar arası ilişkiyi, kaybolmakta olan türleri ve keşfetmekten büyük mutluluk duyduğu eşsiz deneyimlerini aktarır. Doğa tasvirlerini bir şekilde insan doğasına ilişkilendirerek kurması, onun metnini edebi açıdan da değerli kılar.
Toprak Etiği
Bir Kum Yöresi Almanağı’nın söz konusu edebi ve şiirsel yanı, yayımlandığı 1949 yılında Amerika’da ve sonrasında 1950’lerde gelişen ilk çevreci hareketler tarafından kullanılan bir el kitabı olmasını sağlamış. Aynı zamanda günümüzde de çok etkileyici bir kılavuz olma niteliğini sürdürüyor. Bugün ekoeleştiri alanındaki tartışma konularının pek çoğunu ilk kez o işaret etmiş diyebiliriz. Bunlardan en önde gelenleri “toprak etiği”, “ekolojik topluluk” ve “toprak piramidi” kavramları olarak sayılabilir.
Leopold’a göre insanın toprağı tahrip edebilmesindeki asıl saik, onu mülkü olarak görmesinde yatıyor. Oysa toprağı bizim de ait olduğumuz bir topluluk olarak görürsek, onu sevgi ve saygıyla kullanmaya başlayacağımızı düşünüyor. İnsanın evrimleşme sürecinde felsefi açıdan etik genişleyebilmiştir, şöyle ki, birbirine karşılıklı olarak bağımlı bireyler ve topluluklar işbirliği yolları geliştirebilmiştir. “Fakat insanın toprakla ve üzerinde yaşayan hayvanlar ve bitkilerle ilişkilerini ele alan bir etik hâlâ yoktur…Toprakla olan ilişki hâlâ tümüyle ekonomiktir ve bu, insana yükümlülükler getiren değil ayrıcalıklar sağlayan bir ilişkidir” (s. 214)
Toprak etiği ise bireyi sadece insan topluluğun bir parçası olarak değil, karaları, suları, bitki ve hayvanları, tüm doğayı kucaklayacak şekilde genişletir. Ayrıca insanı toprağı, akarsuları kullanırken bir fatih konumundan alıp onu sözünü ettiği geniş topluluğun bir üyesi haline getirir. Dahası tarih boyunca doğa karşısında geliştirdiği fatihlik rolünün, insanın kendi kendini yok etmesi anlamına geldiği de görülmüştür. Bu bağlamda tarih ancak ekolojik bir yorumla okunursa, insanın sadece biyotik bir ekibin bir üyesi olduğu daha açık görülecektir.
Bir Kum Yöresi Almanağı’nın teorik bağlamda bugüne dek uzanan, söze başlarken atıfta bulunduğum Crutzen’in insanın dünyanın üzerindeki ayak izlerini eksiltmek yerine nasıl da kıyıcı bir şekilde artırdığını ifade eden bulgularını düşündüğümüzde, eserin önemi açığa çıkıyor.
Tavşanlar ve Ağaçlar
Fakat kitabın daha çok ilk bölümünde yer alan almanak kısmı, doğa tasvirleri ve ilgi çekici yorumlarıyla yer vermeye değer. Örneğin şubat ayını arazisindeki bir meşenin hikâyesine ayırıyor. Hayırlı meşe adını verdiği bu ağacın kuruduğu için kesilme sahnesini serimliyor. Ağaç kesilirken 1936 yılındayızdır ve bıçkının her ileri geri gidişinde yıl yıl geri gider anlatıcı Leopold ve bize 1865 yılına, ağacın gencecik bir fidan olduğu yıla değin her yaşta yaşanmış muhtemel olayları sıralar. Taze bir meşe fidanının büyüyebilmesi için o yıl fideye hiç tavşan ulaşamamıştır diye tahmin yürütür. Çünkü yaşayan her meşe ya tavşan kıtlığı olduğu sene ya da tavşanların dikkatsizliği sonucu hayatta kalmayı başarabilir. Ağacın halkalarını keserken o yıla denk düşen ve o çevreyi, araziyi ilgilendiren olayları sıralar. Örneğin 1909 yılını keserken Büyük Göller’e ilk kez gümüş balıkları bırakılmış, yağışlı geçen yaz mevsimi Yasama Meclisi’nin orman yangını ödeneklerini kesmesine neden olmuştur. 1908’de susuz geçen yazda ormanlar cayır cayır yanar ve Wisconsin eyaleti son pumasını yitirir. 1901 yılı, kayıtlara geçmiş en kurak yıldır. 1870’leri keserken çiftlikte aşırı buğday ekiminin başladığını ve meşenin hemen kuzeyinde esen kum rüzgârlarına sebebin bu aşırı buğday ekimi olduğunu öğreniriz.
1871 yılında ise şu olaylar olur: “1871’de, meşemden kuzeybatıya 80 kilometre boyunca açılan üçgen bölgede, 136 milyon güvercin yuva yapmıştı ve belki de bazıları meşemde yuvalanmıştı, çünkü o zamanlar meşem 6 metre boyunda kuvvetli, körpe bir ağaçtı. Sayısız güvercin avcısı tüfeklerle ve sopalarla ticaretlerini katladılar ve trenler dolusu müstakbel güvercinli turta güneydeki ve doğudaki şehirlere doğru yol aldı.”
Leopold bize bir meşenin kesildiğinde arta kalan talaşlarının birer tarih parçası olduğunu bu şekilde yıl yıl anlatıyor. Aslında bu hikâye her şeyin nasıl yavaş yavaş ilerlediğini gösterirken dikkatli, meraklı bir gözlemcinin bu yavaş değişimi bile not edebileceğini de göstermiş oluyor.
“Ümide Düşülen Dipnot”
Leoplod doğaya o denli büyük bir hazla ve tutkuyla bağlı ki en “önemsiz” atfedilen otların hatta yeri geldiğinde nehirde sürüklenen bir tahta parçasının hikâyesini merak ediyor, izini sürüyor ve okurla paylaşıyor. Şöyle diyor: “Eski bir tahtanın özyaşamöyküsü henüz üniversite kampüslerinde öğretilmeyen bir edebiyat türüdür, fakat nehir kenarlarındaki her çiftlik, eli çekiç ya da testere tutan birinin istediği zaman okuma yapabileceği bir kütüphanedir.” Ya da uzun uzun yeryüzünde görülebilecek en küçük çiçeği, çırçırotunu anlatır. Botanik kitaplarında hakkında sadece bir iki satır bilgi verilen ot için yazar, “ümide düşülen dipnot” tanımlamasını yapar.
Toprak Sadece Toprak Değildir
Aslında Leopold’un tüm kitapta göstermeye çalıştığı şey ekosistemin nasıl çalıştığı, bu sistemde bozulan, yerinden edilen en küçük bir organizmanın dahi sistem zincirinde silsile halinde nasıl başka bozulmalara sebebiyet vereceğidir. Toprak piramidi de bu sistemi anlatmak için kullandığı bir tanımdır. Ona göre, öncelikle toprağı tanımalı ve sevmeliyiz, çünkü insan ancak tanıdığı, sevdiği ve inanabildiği şeylerle etik bir ilişki içinde olabilir. “Doğanın dengesi” kavramının aslında bu konuda ne kadar az şey bilindiğini ima ettiğini, asıl doğru kullanımın ekolojide kullanılan biyotik piramit olduğunu belirtir. Buna göre bitkiler güneşten enerji soğururlar, bu enerji biyota olarak adlandırılan bir devrenin içinde akar. Biyota, katmanlardan oluşmuş bir piramitle temsile edilir. Bu piramidin en alt katmanı topraktır. Toprağın üstünde bitki katmanı, bitkilerin üstünde böcek katmanı, böceklerin üstünde kuşlar ve kemirgenler katmanı vardır. Piramidin en üstünde etoburlar yer alır. Başlangıçta yaşam piramidi, bodur ve kalın; besin zincirleri de kısa ve basittir. Evrim katman üzerine katman, halka ardına halka eklemiştir. Evrimin yönü biyotayı geliştirmeye ve çeşitlendirmeye doğrudur. O halde toprak yalnızca bildiğimiz toprak değildir; bitkiler, hayvanlar ve toprağın oluşturduğu bir devrenin içinde akan bir enerji kaynağıdır.
İşte insan eliyle bozulan, piramidin en tepesindeki yırtıcı hayvanlar neslinin yok edilerek buradan aşağı atılmasıdır. Evrimsel sürecin aksine besin zinciri uzayacağı yerde insan eliyle kısaltılmaktadır.
Enerji Akışının Bozulması
Diğer bir müdahale de enerjinin bitki ve hayvanların içinden geçerek toprağa geri dönmesine ilişkin. Toprağın verimliliği, toprağın enerjiyi alma, depolama ve açığa çıkarma yeteneğidir. Bilinçsiz yapılan tarım ise topraktan gereğinden fazlasını alarak veya üstyapıdaki yerli türlerin yerine evcilleştirilmiş türleri getirerek akış kanallarının düzenini bozuyor ya da birikmiş enerjiyi tüketiyor. Toprağın bu şekilde tükenmesine erozyon deniyor. Sular da toprak gibi, enerji devresinin bir parçası. Endüstri, suları kirleterek ya da barajlarla yolunu keserek enerjinin dolaşımı için gereken bitki ve hayvanları devre dışı bırakıyor… (s. 228)
Velhasıl toprak piramidiyle aslında meselenin toprakta, suda devam edegelen bir enerji akışı olduğunu kavrıyoruz. Bu akışta tahmin edemeyeceğimiz süreçler var. Örneğin yazar bize uzun uzun güvercin topluluklarının ve turnaların nasıl yok olduğunu anlatır. Güvercinlerin geçtikleri ormanlardaki farklı meyve ve bitki türlerini nasıl yediklerini, buradaki döngüyü, ayrıca yoğun sürülerin uçarken orman üzerinde meydana getirdikleri rüzgârı anlatır. Bu bir akıştır.
Turnaların önemini, kuşların evrimleşme sürecinde tam olarak neye denk düştüğünü ise “güzel” kavramıyla açıklar. İnsanın doğadaki üstün nitelikleri algılaması, onun sanattaki güzeli algılamasıyla paraleldir. Organizma, güzellik denen şeyin ardışık evrelerinden geçerek henüz hiçbir dilin tanımlayamadığı değerlere ulaşır. İşte turnaların değeri, kelimelerle ifade edilemeyen bu evrede yatıyor.
Kurt, Geyik ve Dağ
Leopold’un eserinin en dikkat çekici bölümlerinden biri de “Bir Dağ Gibi Düşünmek” bölümü. Yazar burada yine birebir deneyimlediği bir olaydan çıkardığı içsel, yakıcı bir bilgiyi paylaşır. Bir kanyonda arkadaşlarıyla öğle yemeği yerlerken bir düzine kurtla karşılaşırlar, bunların çoğu yavru kurttur. Arkadaşlarıyla birlikte kurt sürüsüne ateş açarlar, o günlerde kurtları öldürmenin doğal olduğundan bahseder yazar. Sonrasında anne kurdun yerde kendini sürüdüğünü fark ederler, kurdun yanına giderler ve gözlerinde keskin yeşil bir alevin söndüğünü görürler. İşte o zaman kurdun ve sadece dağın bildiği bir şeyin söz konusu olduğunun farkına varır. Yazar, kurtları öldürmenin kurtların zarar verdiği geyiklere daha fazla yaşam hakkı tanımak anlamına geldiğini düşünmüştür. Ama sonraki yıllarda, birçok eyalette kurtların katledilmesi sonucu dağların nasıl yavaş yavaş ağaçsız kaldığını gözlemler. Geyikler haddinden fazla çoğalmış, yiyebilecekleri her türlü sürgünü yemiş ve ağaçlar zaman içinde kurumuştur. En sonunda geyikler de artan sayıları yüzünden aç kalıp ölmüşlerdir. Şöyle der Leopold: “Yalnızca bir dağ, bir kurdun ulumasını tarafsızca dinleyecek kadar uzun yaşamıştır.”
İnsanın doğadan öğrenecekleri bitmedi, fakat yakında gözlem yapacağımız biyoçeşitliliği yüksek ormanlık alanlar kalmayacak. Leopold’un ucundan yakaladığı yaban hayatı, o kitabını yazarken bile yavaş yavaş yok oluyordu. Ama doğanın, toprağın ona iyi davranıldığında sağlığına kavuşma, iyileşme potansiyelini de vurguluyor yazar; tek çıkış öncelikle bakış açımızı değiştirmekte.