Bir Kutuplaşma Vesilesi Olarak Gezi Eylemleri
Gezi Eylemlerinin kısa ve orta vadeli sonuçları oldu. Kısa vadede Gezi Parkı kurtarılmış oldu, çok da iyi oldu. Öte yandan yine kısa vadede Türkiye’de kutuplaşma zirve yaptı, çok kötü oldu. Orta vadede Türkiye’de marjinalleştirilmeye çalışılan seküler kesim ve şehirli orta sınıf siyaset yapmayı hatırladı, bunun sonuçlarını yeni yeni görmeye başladık.
Gezi Parkı davasının 25 Nisan’da tamamlanan duruşmasının sonucunda aleyhlerinde geçerli herhangi bir delil olmamasına rağmen iş insanı Osman Kavala’nın ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına; diğer sanıklardan Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Yiğit Ali Ekmekçi’nin de 18’er yıl hapis cezasına çarptırılması, Türkiye’de en azından bir kesimde infiale ve Türkiye’nin içinde bulunduğu durum açısından var olan karamsarlığın derinleşmesine yol açtı. Türkiye’nin hukuk tarihine kara leke olarak geçeceğini düşündüğüm bu mahkeme kararı Gezi Eylemlerini de “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” olarak tanımladı, bir anlamda mahkûm etti. Bunun yapılması gerekiyordu, zira ortada suç olmasa suçlu da olamazdı.
Peki Gezi Eylemleri mahkeme kararında yer aldığı ve iktidarın da söylemi olduğu gibi “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” müydü, yoksa katılanların öne sürdüğü gibi barışçıl bir ifade özgürlüğü eylemi miydi? Bu konuda toplumda bir uzlaşma olmadığı gibi Gezi Eylemlerinin hâlâ Türkiye’deki en büyük kutuplaşma konularından birisi olduğunu söyleyebiliriz.
2020 yılında gerçekleştirilen Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları 2020 Araştırması bu durumu çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Araştırmaya katılanlara ülkede ayrılığa en çok yol açan konular sorulduğunda, 15 Temmuz başarısız darbe girişimi, Kürt sorunu ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişin ardından yaklaşık dokuz yıl önce gerçekleşmiş Gezi Eylemleri geliyor.
Araştırmaya katılanların yüzde 34,1’i Gezi’yi “Türkiye’de belirli hükümet politikalarına tepki gösteren birçok vatandaşı birleştiren barışçıl bir ifade özgürlüğü eylemidir” olarak tanımlarken yüzde 48,2’si “Kendi çıkarları doğrultusunda AK Parti hükümetini zayıflatmak ve yıkmak isteyen dış güçlerin parmağının olduğu bir eylem” olarak tanımlıyor.
Öte yandan parti taraftarları arasında karşılaştırma yapınca ortaya çarpıcı bir kutuplaşma manzarası çıkıyor. Örneğin Gezi’yi barışçıl ifade özgürlüğü eylemi olarak tanımlayanlar; kendisini CHP’ye yakın hissedenler arasında yüzde 78,4 iken, kendisini AK Parti’ye yakın hissedenler arasında yüzde 10,6’da kalıyor. Gezi’yi “Kendi çıkarları doğrultusunda AK Parti hükümetini zayıflatmak ve yıkmak isteyen dış güçlerin parmağının olduğu bir eylem” olarak görenler ise kendisini AK Parti’ye yakın hissedenler arasında yüzde 78,4’e ulaşırken; kendisini CHP’ye yakın hissedenler arasında yüzde 12,7’de kalıyor. (Araştırma 2020’de yapılmıştı ve rakamlar bugün kısmen farklı olabilir.)
Orantısız Polis Şiddeti Karşısında Birlik
Gezi Eylemlerinin kutuplaşma konusu olması, kendi içinde kutuplaştırıcı bir eylem olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine Gezi Eylemleri başka bir zaman birbirinin yanında durması mümkün olmayacak siyasal grupları bir araya getirdi ve orantısız polis şiddeti altında kaynaştırdı. Örneğin kendilerini Anti-kapitalist Müslümanlar olarak adlandıran grup Taksim Meydanı’nda Cuma namazı kılarken sol görüşlü bir diğer grup onların etrafında kordon oluşturarak provokasyonlara karşı koruma sağladı. Gezi Eylemlerinde içki de içildi, oruç tutulup iftar da açıldı, meydandaki muhafazakâr eylemcilerin hassasiyeti gözetilerek Miraç Kandili dolayısıyla içki içmeme çağrısı yapıldı ve büyük ölçüde buna uyuldu. Bunların bir bölümünün söylem üstünlüğünü ele geçirmeye yönelik “reklam kokan hareketler” olduğu söylenebilir, ancak amacı ne olursa olsun bu temas ve karşılıklı empatik yaklaşımlar kutuplaşmayı azaltmaya yönelik güzel örnekler teşkil etti.
Gezi Eylemlerinin kısa ve orta vadeli sonuçları oldu. Kısa vadede Gezi Parkı kurtarılmış oldu, çok da iyi oldu. Öte yandan yine kısa vadede Türkiye’de kutuplaşma zirve yaptı, çok kötü oldu. Orta vadede Türkiye’de marjinalleştirilmeye çalışılan seküler kesim ve şehirli orta sınıf siyaset yapmayı hatırladı, bunun sonuçlarını yeni yeni görmeye başladık.
Duayen gazeteci Kadri Gürsel, bu doğrultuda bir çağrıyı (aman yanlış anlaşılmasın, seküler kesimin siyaset yapmayı öğrenmesi çağrısını) 7 Kasım 2010 tarihinde Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan Neolevanten Türkler… başlıklı köşe yazısında yapmıştı. Gürsel, yazısında Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında Levantenlerin durumunu “Hem toplumun çoğunluğuna mesafeli ve yalıtılmış, ama o uzaklık nispetinde kendi içinde zengin ve dışarıdan bakanlar için imrenilen bir yaşantı ve bu şatafatla tezat teşkil eden bir siyasi etkisizlik, devlet ve hükümet işlerine mecburen bigânelik…” olarak tanımlarken Türkiye’deki seküler kesime aynı kadere razı olmamak için “içe kapanmak yerine kibir ve üstünlük duygularını bir yana bırakıp, tıpkı büyük kentlere göçen muhafazakâr kitlelerin 40 yıldır yapageldikleri gibi siyaseti kullanmayı öğrenmek, artık nihayet değişebilmek, demokratik ittifaklar oluşturmayı bilmek, empati kurmak…” tavsiyesinde bulunmuş, “işe dindar kitlelerin artık geçmişte kalan dışlanmışlıklarını gözlerinde canlandırarak ve Kürtlerin halen süren acılarını duyumsayarak başlayabileceklerini” belirtmişti. Gezi Eylemleri ile “Ben varım” diyen seküler kesim, sürecin gelinen noktasında tam da Kadri Gürsel’in yazısında belirttiği gibi değişmeyi, empati yapmayı ve demokratik ittifaklar kurmayı öğrendi.
İzan ve Vicdandan Yoksun Bir Karar
Gezi Eylemleri bir sosyal patlamanın sonucuydu. Gezi Parkı’nın yerine AVM yapılmasına karşı barışçıl bir şekilde direnen aktivistlere yönelik belediye işçisi ve polis şiddeti ile tetiklenmiş olsa da eylemler kısa sürede birbirinden farklı kesimlerin farklı konulardaki öfkesinin ifade edildiği bir platforma dönüştü. Ortak nokta “Ben varım ve beni göz ardı edemezsin” uyarısıydı. Artık eylemlerin belli bir amacı, bu amaca yönelik bir stratejisi ve bu stratejiyi uygulayan bir liderliği yoktu. Böyle olduğu için, eylemler sırasında çok güzel şeyler yaşandığı gibi olumsuzluklar da yaşandı. Kamu malına ve özel mülkiyete verilen zarar, polisin orantısız şiddetine şiddetle karşılık verilmesi ve küfürlü sloganlar gibi bazı olumsuzluklar, aynı zamanda suç da teşkil ediyordu ve tespit edilmesi durumunda faillerinin yasanın öngördüğü cezaya çarptırılması son derece doğal olurdu. Tabii Ali İsmail Korkmaz’ın polis-vatandaş işbirliği ile linç edilmesi örneğinde olduğu gibi eylemcilere yönelik suçların cezalandırılması da iyi olurdu.
Ancak, geniş toplum kesimlerinin dışlanmasının ve adeta yok sayılmasının sonucu olan ve milyonlarca vatandaşı sokağa döken bir sosyal patlamayı Osman Kavala, Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Yiğit Ali Ekmekçi’nin koordine ettiği bir eylem ve “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” olarak tanımlayıp yukarıda adı geçen aydınları hiçbir geçerli kanıta dayanmadan mahkûm etmek, izan ve vicdandan yoksun bir karardır ve bu kararın elbette hakla hukukla ilgisi yoktur.
Bütün okurların Ramazan Bayramı’nı tebrik ederim.