Bir Savaş Nasıl Biter?
Eğer bir savaşı bitirmeye niyetli hiçbir aktör yoksa, eğer bir savaşın bitimine dair bütün tasarılar işe yaramıyor gözüküyorsa, eğer dahil olan bütün aktörler mevcut durumun devamından daha fazla yarar sağlıyorsa, bir savaş nasıl biter?
İçinde yaşadığımız coğrafya yaklaşık 10 yıldır inanılmaz büyük bir yıkıma tanıklık etti. Dünyanın her yerinden savaşçıların aktığı, yüzbinlerce insanın öldüğü, milyonlarca insanın yersiz yurtsuz edildiği bir savaş coğrafyasına dönüştü. Pek çok devlet süren iç savaşlara kar elde etmek için, göçmen akınını durdurmak için, kendi destekledikleri bloğun kazanmasını garanti etmek için, çatışmanın kontrolden çıkıp kendi topraklarına bulaşmasını engellemek için müdahil oldu. Küçük isyanlar büyük aktörlerin dahil olduğu ve sonu gözükmeyen çatışmalara dönüştü. Bu çatışmalar komşu ülkelere sıçradı, onları sürekli bir olağanüstü hal rejiminin içine soktu, otoriter sistemleri birer istikrar unsuru olarak meşrulaştırdı, ırkçı/sağcı siyasi partilerin genişlemesinin kaldıracı haline geldi. Savaş Suriye’de ya da Libya’da cereyan etse de mahal-i harp bütün dünyaydı.
Bu çatışmalar hem mevcut küresel siyasal düzenin işlemiyor olmasının bir sonucuydular, hem de küresel düzenin gümbürtülü çöküşünün kolaylaştırıcısı oldular. Bir başka deyişle küresel siyasal dengelerin değişmesi, Amerikan gücünün önce (militarist bir biçimde) genişlemesi ve akabinde geri çekilmesi, normlar/kurumlar üzerindeki liberal uzlaşmanın çözülmesi ve bütün bunlar olurken yerel güçlerin kendi etki alanlarını genişletme fırsatını yakaladıklarını düşünmesi bir kıvılcımın büyük bir orman yangınına dönüşmesinin nedeniydi. Kıvılcım elbette en çok kendi yapısal sorunlarını çözememiş, toplumsal çatışmalarını baskı ile kontrol eden devletleri etkiledi. Ama o kıvılcım sadece bu devletlerle sınırlı kalmadı, bütün bir dünyayı kanımca etkilerini hala küçümsediğimiz bir yangın yerine çevirdi. Çözülmeyi inanılmaz bir erimeye dönüştürdü.
Güçlü Olan Kazanır
Richard Betts Bosna savaşı üzerine yazdığı sonradan klasik olacak bir makalesinde bir iç savaşın nasıl biteceğini soruyordu. Betts’e göre her savaş benzersiz ve karmaşık olsa da, savaşların nasıl biteceğine dair sorunun yanıtı savaş bittiğinde kimin hükmedeceğini bulmakla doğrudan ilgiliydi. Nitekim siyasi grupların savaşmasının asıl nedeni barış zamanında orkestrayı kimin yöneteceği konusunda anlaşamıyor olmalarıydı. Ülkeyi kimin yöneteceği konusundaki uzlaşma ise ancak bir tarafın askeri olarak kazanması ile, yani güçle, sağlanabilirdi. Betts savaşların uzun sürmesini askeri olarak bir türlü kazanılamıyor olmasına bağlıyordu. Özellikle uluslararası aktörlerin farklı tarafları askeri olarak desteklemeleri sahadaki güç dengesini sürekli olarak değiştiriyor ve savaşın bir askeri dengeye oturmasına engel oluyordu. Bir tarafın ne kazanmasını ne de kaybetmesini sağlayacak miktarda yapılan müdahale bir savaşın yıkıcılığını ve süresini artıran en önemli faktördü.
Bir tarafın savaşı kazanması ve savaşın güç dengesi üzerinden doğal sonucuna ulaşması fikri 1990lı yıllar boyunca iç savaş üzerine olan yazında popülerliğini korudu. Edward Luttwak “Savaşa Bir Şans Verin” isimli çok okunan makalesinde askeri zaferin sadece savaşın süresini azaltmadığını, ama aynı zamanda müzakere edilen barış süreçlerinin aksine iç savaşın yeniden alevlenmesi olasılığını azalttığını iddia ediyordu.
Bugün hala bu çerçevenin bir çekiciliği olduğu muhakkak. Nitekim Suriye’den Libya’ya hemen bütün savaşlarda benzer bir senaryoyu deneyimliyoruz. Örneğin Rusya’nın Esad’a dengeleri değiştirecek kadar güçlü bir askeri destek vermesi Esad’ın sahada askeri üstünlüğü tekrar kazanabilmesinin önünü açtı, uluslararası aktörlerin ilgisinin devam ettiği İdlib gibi birkaç nokta dışında Suriye’yi Esad’a altın bir tepside sundu. Libya’ya müdahil olan uluslararası aktörlerin ise sadece diğer tarafın yenilmemesini sağlayacak kadar müdahale etmesi kazananın ve kaybedenin olmadığı, egemenliğin parçalandığı bir denge durumunun ortaya çıkmasına neden oldu.
Peki, Ya Kazanmak Daha Fazlasıysa?
Savaşların nasıl biteceğine dair güç ve askeri zafer odaklı bu çerçeve çok uzun zamandır ana aktörlerin siyasi çözüm eğilimlerinde örtük ya da açık ana referans noktası. Ama öte yandan bu çerçeve gücü meşruiyetin temel niteliği olarak görme eğiliminde. Üstelik kazananın her şeyi aldığı kaybedenin her şeyi bıraktığı bu tarz siyasal sistemler kökleşmiş toplumsal sorunları çözmüyor, o sorunları yeni bir fırsat çıkana kadar donduruyor.
Farklı ve çok kimlikli/talepli çatışan grupların olduğu, askeri zaferin mümkün olmadığının bu gruplarca anlaşıldığı durumlarda müzakere temelli çözümler önerilmekteydi. Müzakere temelli çözümler çatışan gruplar arasında siyasi gücü dağıtan mekanizmalar yaratarak istikrarı kalıcı olarak sağlayabiliyordu. Geniş koalisyonlar, yürütme pozisyonlarının eşit ve orantılı olarak farklı gruplara dağıtılması, farklı grupların tehdit olarak anlayabilecekleri konularda veto hakkı, özerklik gibi oydaşmacı bir siyasal sistemin temel ilkelerini içeren düzenlemeler iç savaşları kalıcı bir barışa ulaştırmanın ana yolu olarak görülüyordu. Güç paylaşımı hükümetin bir kişinin ya da grubun tiranlığı haline geleceğine dair endişeleri ortadan yok ediyor ve savaşan grupların barışa bağlı kalma olasılığını artırıyordu.
Irak savaşı sonrası siyasal sistem tek bir kazananın olmadığı varsayımıyla güç dağıtımı ilkesine göre inşa edildi. Lübnan iç savaşı benzer bir biçimde oydaşmacı demokrasi ilkelerine uygun bir anayasal sistem tesis edilerek sonlandırılmıştı. Oysa her iki örnekte de bu modelin giderek daha büyük bir ölçekte çözdüğünden daha fazla sorun yarattığı gözlendi. Güç paylaşımı hükümetteki pozisyonların kimi seçkinlere tahsis edilmesine, savaşan kimliklerin siyasal sistem içinde konsolide olmasına, barışçıl aktörlerin siyasal sistemden neredeyse dışlanmasına neden oluyordu. Kısacası yeni bir iç savaş dalgası ile karşı karşıya kaldığımız son on yılda ne askeri zaferin ne mevcut müzakere çerçevelerinin nihai çözüm niteliği taşımadığı görülüyordu.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Yeni Sorunlar
Üstelik ortada artık bambaşka iç savaş dinamikleri de vardı. Barbara Walter İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana üç ayrı iç savaş dalgasının yaşandığını yazıyordu. İlk dalga 1951 civarında başlayıp Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle biten ve ağırlıklı olarak köylü seferberliği ve devrim fikri üzerine odaklanan sınıf temelli isyan ve iç savaş dalgasıydı. İkinci dalga 1990 civarında başlayıp 2001’de sona eren ve etnik köken ve kimliğin öne çıktığı ve yönelim açısından ayrılıkçı olan dalgaydı. Üçüncüsü ise 2003’te Saddam Hüseyin’in düşüşüyle başlayan ve hala içinde bulunduğumuz dalga olacaktı. Walter’a göre bu dönemlerin her biri farklı tipte iç savaşları barındırsa da, kendilerine özgü bir takım nitelikleri vardı ve farklı çözümler gerektiriyordu.
Üçüncü iç savaş dalgasının ayırt edici özelliklerinden ilki savaşların hemen tamamının iç savaş literatürünün uzun süre devam etme olasılığını yüksek gördüğü iç savaşların tipik özelliklerine sahip olmasıydı. Bu savaşlar müzakere edebilecek iki ana aktörü (devlet ve isyancılar gibi) değil, çok sayıda savaşçı grubu içeriyor ve derin toplumsal bölünmeleri olan ülkelerde ortaya çıkıp, pek çok fay hattını harekete geçiriyorlardı.
Üçüncü iç savaş dalgasının ikinci ana özelliği ise bu savaşların müzakere ile son bulmasında sorumluluk üstlenecek bir aktörün olmadığı, var olan aktörlerin ilgisini yitirdiği, ilgilenen aktörlerin de müzakere masasını kuracak ve sürdürecek kapasiteye sahip olmadıkları bir dönemde ortaya çıkmış olmalarıydı. Hiçbir devlet veya uluslararası örgüt barışın sağlanması veya korunması görevi ile ilgili değildi. Ana uluslararası aktörler bu çatışmalardan fayda sağlamayı isteyecek ve müdahale edecek kadar güçlü ama savaşı bitirmeye neden olacak kapasiteyi seferber edecek kadar güçlü değildiler. Bir diğer deyişle bu savaşlar diğer iki dalgadan farklı olarak, uluslararası uzlaşmanın çözüldüğü bir döneme denk geliyorlardı. Bu durum savaşların hep düşük yoğunluklu bir dengede devam etmesine neden olacaktı.
Üçüncü olarak bu yeni dalganın savaşları sadece ulusal değildiler, hemen tamamı bölgesel ulus ötesi ağları harekete geçirmişti. Bu ağlar komşu ülkelerin iç savaşla ilişkili risk faktörleri ile doğrudan ilgiliydi ve tam da bu durum bu yeni dalganın yayılma ve bulaşma ihtimalini yükseltiyordu. Bu özellikle bağlantılı bir diğer özellik ise bu yeni iç savaş dalgasındaki aktörlerin pek çoğunun hedeflerinin ulusal olmamasıydı. Genellikle aktörler ulus ötesi bağlarla çeşitli ağlara dâhil oluyorlardı ve hedeflerinin ulusal olarak barışçı çözümü sağlayan çerçeveler ile müzakere edilmesi güçtü. Müzakere masaları ulusal grupların çıkarlarını ve güçlerini yansıttığı için, güçlü ulus ötesi bağlara sahip olan etnik-mezhepsel grupların gerçek gücüyle ya da gelecek projeksiyonu ve hedefleriyle uyumlu değildi.
Bu dalganın sonuncu özelliği ise savaşların finansmanı konusunda sosyal medyanın dramatik bir dönüşüm yaratmış olmasıydı. İsyancı gruplar daha önceleri hem insan hem de para kaynakları konusunda belirli merkezlere ihtiyaç duyarken, artık bu ihtiyacın merkezi kayboluyordu.
Internet iç savaş girişimcilerinin bir savaşı devam ettirmek için gerekli olan asker ve paraya daha kolay erişimini mümkün kılmıştı. Dolayısıyla bu aktörlerin ulusal sınırları aşıp bütün dünyaya seslenmelerini rasyonel kılan kimi önemli motivasyonları vardı. Kısacası diyordu Walters, bu yeni dalganın iç savaşlarında savaşları bitirecek olan askeri çözümler de yeni kurumsal dizayn öngören müzakere temelli çözümler de çok zor olacaktı. Dahası aktörlerin her iki yolla da savaşı bitirme motivasyonu kaybolmuştu.
Savaşın Kalıcılığı
Bu noktada Steven Heydemann’ın Libya, Suriye ve Yemen savaşlarından yola çıkarak iddia ettiği gibi savaşın aslında bir kopuş ya da istisna değil, bir yönetim biçimi olarak süreklilik kazanmaya başladığının altını çizmek önemli. Heydemann, devam etmekte olan iç savaşlarda şiddetli çatışmalar sırasında dahi ekonomik yönetişim modellerinin savaş öncesi uygulamalarla önemli bir süreklilik sergilediğini iddia eder. Her üç ülkede de savaş öncesi otoriter, kriminal ve yağmacı ekonomik normlar ve uygulamalar iç savaş sırasında bozulmamış; savaş zamanı gereksinimlerine hizmet edecek şekilde yeniden düzenlenmiştir.
Çatışmayı çatışmadan sonra gelen kurumsal reform için bir kesinti ya da geçici bir dönem olarak gören çerçevelerin aksine, Heydemann sürekli çatışmanın bütün aktörler için tercih edilen ana yönetim biçimi haline geldiğini soyluyordu. Bu üç iç savaş örneğin egemenliği yeniden kavramsallaştırmaya ya da egemenlik ve yönetimi ayırmaya elverişli koşullar yaratmamaktadır. Aksine, çatışan taraflar sorunu çözmek veya bütün ülkeyi yönetmek için değil; mevcut durumu olduğu gibi korumak, o mevcut durum içindeki etki alanlarını kaybetmemek için rekabet ediyorlardı. Dolayısıyla Heydemann’a göre Ortadoğu’nun yeni iç savaşlarının daha çok uzun süre devam etmesini beklemek gerçekçi bir beklenti olarak görülmeliydi.
Bu yeni iç savaşlar hem askeri çözüme hem de esnek, çoğul, demokratik çözümlere yönelik bize çok az imkân sunuyorlar. Bunun en önemli nedenlerinden biri savaş sonrası toplumsal düzenin ne olacağına dair hemen hiçbir aktörün ne ulusal ne de küresel bir tasarıya sahip olmamasıdır. Elimizdeki mevcut çözümler geçerliliğini yitirmiş, bu çözümler üzerindeki ulusal ve küresel uzlaşma yok olmuş, bu çözümleri uygulama kapasitesine sahip aktörler mevcut değildir.
Toplumların nasıl yönetileceğine dair uzlaşmanın yok olduğu, farklı alternatiflerin gücünü yitirdiği, kuralların ve ilkelerin yerini çıplak gücün aldığı bir dünyanın iç savaşları kolay çözümlere teslim olmayacaklar. Tam da bu nedenle küçük egemenlik alanlarına dayalı, farklı aktörlerin dönem dönem şiddetlenen düşük yoğunluklu bir gerilimi muhafaza ederek güç devşirdiği, savaş öncesi ekonomik yönetişim biçimlerinin farklı güç alanlarına bölünerek yeniden kurumsallaştığı kalıcı bir savaş hali içindeyiz. Bu durum bir gün barışın tesis edileceği bir olağanüstü savaş hali değil, olağanüstü halin kalıcılaştığı bir iktidar ve yönetim biçimi olarak görülmeli.
Bu yazıyı başlığa taşıdığım soruyu biraz açarak bitireyim: eğer bir savaşı bitirmeye niyetli hiçbir aktör yoksa, eğer bir savaşın bitimine dair bütün tasarılar işe yaramıyor gözüküyorsa, eğer dahil olan bütün aktörler mevcut durumun devamından daha fazla yarar sağlıyorsa, bir savaş nasıl biter?
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.