Bir Tasarımın Anatomisi
Hukuk gibi en temel kavramların bile devlet elinde araçsallaştırılıp istenmeyen kişi ve gruplara karşı bir silah gibi kullanıldığı bir yerde İslam’ın bunun dışında kalacağı düşünülemez. Oysa Kitap “Sizin dininiz size benim dinim bana” demiş, bireyler arasındaki ilişkileri belli bir esasa bağlamış ve herkesin hukukunu güvenceye almıştır.
“Sizin dininiz size benim dinim bana”
Kur’an-ı Kerim/106/6
Türkiye 20 yılı aşkın bir süredir İslamcı bir gelenekten gelen siyasi elitlerin yönetimi altında. Gerçi İslamcılık ilk ortaya çıktığında Türk Modernleşme sürecinin tabii bir seyri olarak Türkiye’de ortaya çıkmışsa da bugün Türkiye’deki iktidar elitlerinin beslendiği damar daha çok Mısır ve Pakistan gibi İngiliz sömürgesi ülkelerdeki İslamcılık akımını esas almış, oradan beslenmişti.
İslamcılığın Türkiye’deki ilk formu Fransız sisteminde olduğu gibi yurttaşlık bağıyla bağlı siyasal aidiyeti esas alan Osmanlıcılık sisteminin hemen sonrasında gündeme gelen bir çözüm biçimiydi. Bu ikincisi (İslamcılık) de yurttaşlık bağıyla bağlı siyasal aidiyeti esas alan bir yöneliş olarak ortaya çıkmıştı. I. Büyük Harp sonrası imparatorluk dağılınca bu sefer aynı tasarım Türkçülük olarak uygulamaya kondu.
Fakat devlet burada da İslam ahaliyi Türk, gayrimüslim ahaliyi de gayr-i Türk sayarak belli hassasiyetlere sadık kaldı ve Sünni İslam’a devletin resmî dini muamelesi yaparak bu konudaki titizliğini göstermiş oldu. Bu çizgi aslında 1055’te Tuğrul Beyin Bağdat’a girdiği tarihten beri devletin girdiği resmî çizgi idi ve hiç değişmemişti.
Türkiye örneğinde “vaki millet” şeklindeki devlet ve onun ayrılmaz parçası olan Sünni İslam’ın bir dönem siyasal anlamda bu şekilde ele alınmasını, tam da bu yüzden çağdaş İslamcılıktan ayrı tutmak gerekir. Bu yazıda üzerinde durulacak İslamcılık akımı da birincisi değil, Mısır ve Pakistan kaynaklı ikincisidir.
Nevzuhur Bir Akımın Zuhuru
Tanzimat sonrası ortaya çıkan İslamcılık tarihî, kültürel, sosyal ve nihayet siyasî bir vak’a olarak “vaki millet” şeklindeki devletin temel harcı idi ve meşruiyetini de oradan alıyordu. Fakat orada bile kavramın ortaya sürülüş biçimi tıpkı Fransız millet sistemindeki gibi dünyevî bir zeminde ele alınmış, o şekilde ileri sürülmüştü.
O yüzden bu birinciyi Türk Modernleşme sürecinin uğraklarından biri olarak görmek daha doğru olur. İslamcılık ise bu projeye toptan bir reddiye, başkaldırıdır. Dolayısıyla bu ikisi arasında genel hatlarıyla isim benzerliğinden başka bir benzerlik yoktur.
O devirde kavramın başka gerekçelerle ortaya atılma biçimi de vardı ve o da İslam’ı geri kalmışlığımızın sorumluluğundan kurtarmak gibi bir gaye güdüyordu. Buna göre İslam asr-ı saadetteki saf haliyle ele alınmalı ve dine sonradan karıştırılan her türlü hurafe ve batıl itikattan kurtarılmalıydı.
Dinde ihya hareketleri ve öze dönüş gibi görünen bu yolun tehlikeleri vardı ve bunun en başta gelenlerinden biri “akıl, akıl” diye diye, kapının ardına kadar “hâkim akletme biçimlerine” aralanması idi. Kapının ardına kadar açılması, sanki Kitap yeni nazil olmaya başlamış da her şey yeniden kuruluyormuş gibi zımnî bir iddiayı da beraberinde getiriyor ve her şeyi bu yeni akletme biçimlerinin onayına arz ediyordu.
Kapı ardına kadar aralanınca o kapıdan her şey girmeye başlamıştı. Böyle yapılmakla İslam’ın ilk ortaya çıkışından o ana kadar inşa ettiği usul ve esaslara dair ne varsa hepsi dine sonradan girmiş insan eseri kültürel birer malzeme olarak göz ardı edilmiş ve İslam’la ilişki bu sefer “pratik aklın” yeni sürümleriyle kurulmaya bırakılmıştı.
Pratik aklın yeni sürümleriyse saf aklın “öz halindeki layetagayyer biçimleri” (sanki böyle bir şey varmış gibi) değil, oluşturulmuş aklın pratiğe aktarılmış tarihsel ve örgütlü biçimleri idi. Ve bu biçimler, aksiyomları seküler biçimde tasarlanmış varsayımlara dayanıyordu. Sözde öze dönüş şeklindeki bir tasarım, paradoksal biçimde seküler akla göre tasarımlanmış aksiyomlara göre şekilleniyordu.
Tezat da burada, daha işin başında kendisine ait olunmayan karşıt bir dünyanın kapsamına girilmiş bulunulmasıydı. Karşıtını hem küfürle itham ederek onu şeytanlaştıracaksın hem de bütün kurguyu onun temel aldığı kurucu önermelere göre tasarlayacaksın: İslamcılığın büyük çatışması burada gizliydi.
Bizde, aralarında Mehmet Akif ve Said halim Paşa gibi meşahirle Elmalılı M. Hamdi Yazır gibi allamelerin de bulunduğu İslamcıların girdiği çizgi bununla maluldü.
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”
Bu mısralar girilen çizgiyi en iyi anlatan ifadelerden biridir. Evet, geri kalmış, fakir düşmüştük ama tekrar öze dönerek bu kirlenmişlikten kurtulabilirdik. Buradaki kirlenmişlik tabirini siz kültürün kendisi olarak el alın. İnsan yapımı her şey buna dâhil edilebilir.
İyi de insan, insan yapımının dışına çıkarak mutlak öze, kutsalın saf haline ulaşabilir miydi? Böylesi bir şey mümkün müydü? Her nedense bunu soran olmadı.
Uzatmayalım, girilen süreç buydu.
İdeolojik Bir Araç Olarak İslamcılık
Mısır ve Pakistan örneğinde başını Mevdudi ve Seyyid Kutup gibilerin çektiği İslamcılık, çağdaş dünyayı İslam öncesi Arap toplumları gibi Cahiliyye Toplumu olarak görüyordu. Bunlar da İslam’ı kültür ve gelenekle kirlenmiş bütün tortulardan kurtarma ve vicdanları saf İslam’la muhatap etme iddiasıyla ortaya çıkmışlardı ama bunun arkasında başka şeyler de vardı.
Bu, ilk başta açık açık söylenmese ve hatta radikal biçimde karşı çıkılmış gibi gösterilse de gecikmiş bir uluslaşma sürecinin çağdaş bütün unsurlarını içeren bir söylem olarak ortaya çıkmıştı. Bunun en tipik örneklerinden biri Gökalp’le ciddi tartışmalara giren Mustafa Sâti el-Husrî’dir (1880-1968).
Hayatının yaklaşık son 50 yılını Arap milliyetçiliğine adayan Sâtı Bey’in bir kitabı için kullandığı “el-‘Urûbetü evvelen” (Önce Araplık) başlığı, o ve onun gibilerin gerçek niyetlerini ortaya koyar. Corci Zeydan gibi Hıristiyan Arapların bile İslam’ı Arap milliyetçiliğinin bir unsuru olarak gördükleri düşünülebilir.
Her neyse, bu ayrı bir tartışmanın konusu olduğu için tekrar ana meseleye dönersek, İslamcılık tasarımında ana gayenin bir tür dini dünyaya indirmek ve ondan hem yeni bir ulus inşa etmek hem yeni bir kalkınma modeli yaratmak olduğu söylenebilir.
Burada İslamcılık kendini doğrudan doğruya ulus inşa sürecinin bir parçası gibi ileri sürmez, hatta kendisini ona şiddetle karşı çıkan karşıt bir ideoloji olarak ileri sürer gibi gözükür ama ana gaye olarak İslam Devleti iddiasını da dilinden düşürmez. Buna göre hedef son tahlilde bir İslam devletine ulaşmak ve bir devlet dini kurmaktır.
Peygamberin Dininden Sezar’ın Dinine
İran Devrimi İslamcılar için rüyanın zirvesi oldu. Türkiye gibi memleketlerde bile bu devrim büyük bir sevinç dalgası yarattı. Çağdaş dünyada da İslami usullere göre bir İslam Devleti kurulabilirmiş diye düşünüldü. Bununla aradaki tarihî, dinî, sosyal, kültürel ve jeopolitik ne kadar ihtilaf varsa hepsinin sıfırlanacağı zehabına kapılanlar oldu.
Bugün o heyecan, hızından epeyce şey kaybetmiş görünüyor. Aynı şekilde İslamcı bir hükümetin Türkiye’deki iktidarı da hiçbir şeyin kâğıt üzerindeki gibi olmadığını göstermiş bulunuyor.
Ne ki zihnî arka plan bir anda temizlenmiyor.
Bunun temel nedenlerinden biri İslamcıların İslam’la kurdukları ilişkinin yapısından kaynaklanıyor. İslamcılık çağdaş bir tasarım olduğu için geleneği reddetmiş ve arasına ciddi bir mesafe koymuştu. Bu anlamda tarihsiz ve nevzuhurdu. Fakat tarihin belli bir dönemi veya parantez içindeki belli ve steril dönemlerini işlenmemiş halleriyle ve mutlak olarak referansa aldığı için de tarihçi idi.
Bu tarihsiz yaklaşım İslam’ın tarih içinde geçirdiği değişimleri insan eli, coğrafya ve farklı zaman dilimlerinin doğal bir yansıması olarak kendi bağlamı içinde anlama yerine, bunların tamamını İslam’ın içine karışmış kültürel kirlilikler olarak gördü. Dikkat edilirse burada insan eli değmiş her şey mahkûm edilmişti.
İslamcılığın çıkmazı da tam olarak burada düğümlenmişti. Böylece hem tarihi hem de mevcut çağı ve onun ürünlerini karşıt ilan etmişti. Oysa tanım gereği insan elinin değmediği hiçbir şey yoktu ve İslam da bunun dışında değildi. Aynı şekilde insan eli değen tasavvurlardan herhangi birine mutlaklık veya murdarlık izafe etmek de mümkün değildi.
Bu yaklaşımın temel açmazı anın idrakini mutlaklaştırmasıydı. Bundan daha tehlikeli olanı ise mutlaklaştırılan bu idrakin “nass” diye yine kutsalın bir ilkesi olarak devlet üzerinden halka dayatılma ihtimaliydi. Bu endişe, geçmişi oldukça muhataralı bir kavram olan laikliği bu sefer kurtarıcı bir unsur olarak yeniden gündemimize soktu.
Katı seküler uygulamalarla bir sopa gibi kullanılan laiklik, bu sefer de katı dinî taassup karşısında bireylerin yegâne sığınağı olarak yeniden gündeme geliyor. İslamcılığın dini dünyaya indirerek araçsallaştırması, iflasını da beraberinde getirdi.
Görüldü ki bir şeyin saf haliyle dile dolanması başka, güncel ve bireysel pratiğe aktarılması başka şeylerdir. Türk Modernleşmesi’nin bütün birikimlerine isyanın adresi olarak sahaya çıkan “soyut İslamcılık” bir cazibe merkezi olabildi ama sahadaki tecrübe bu cazibenin sonunu getirdi.
Artık bu ideoloji eski ateşini kaybettiği gibi, ilk çıkış anlarındaki çekincelerine rağmen tarihsel ve menkıbevi soslarla belli belirsiz hayatiyetini sürdürmeye çalışıyor.
‘Leküm Dinüküm ve Liyedin’
Hukuk gibi en temel kavramların bile devlet elinde araçsallaştırılıp istenmeyen kişi ve gruplara karşı bir silah gibi kullanıldığı bir yerde İslam’ın bunun dışında kalacağı düşünülemez. Oysa Kitap “Sizin dininiz size benim dinim bana” demiş, bireyler arasındaki ilişkileri belli bir esasa bağlamış ve herkesin hukukunu güvenceye almıştır.
İslam geleneğinde müftülük ile kadılık kurumları birbirinden ayrıdır. Ebû Hanife gibi büyük bir müçtehit halifenin verdiği kadılık görevini kabul etmediği için hapse atılmıştır. Çünkü bu ikincisi bir tür memuriyettir ve o dönem yargıç güvencesi henüz tam olarak yerleşmemiştir. O yüzden kadılık bile olsa, o da her zaman idarenin isteklerini kitabına uyduran bir araç olma durumuyla karşı karşıya gelebilir.
Din adına idarenin bir aparatı olmak kadar bir cinayet olamaz.
Tehlike budur.