Bitmeyen Travma

Türkiye’nin bilhassa son 20 yılını AK Parti dönemi olarak yaşadığı değişimlerin tamamı, yaralı bir bellek ve onun araladığı kapıdan içeri girdi, oradan beslendi ve meşruiyetini oradan aldı. Bu kelimenin hakiki anlamında bürokratik devletin sonuydu, fakat şimdi de bambaşka bir yorgunluk halkı bitap düşürdü. Bu sefer de partinin devleti, partinin davranışları; halkı ve demokrasimizi cendereye sokan bu sefer de bu oldu.

Bitmeyen Travma

Tanpınar’ın “Bitmeyen Çıraklık” başlıklı bir yazısı vardır. Kendisine gönderilen taslak bir metin üzerine kaleme almıştır bu yazıyı. Metninde her şey yerlidir. İnsanlar, mekân, olaylar, her şey yerli ve bize aittir. Fakat bir şey eksiktir, sahicilik diye bitirir yazısını. Bizim demokrasi tecrübemiz de böyledir.

 

Görünüşte her şey kitabına uygun, her şey standartlara göre yapılmıştır. Ama her nedense bir türlü demokrasi diyemeyiz yaşadığımız tecrübeye. İçimize sinmez bu. Bir şeyler eksik gibi gelir.

 

Mesela TBMM, onun ilk açılış günleri ve Cumhuriyet’i düşünelim. Meclis’in duvarına “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözü asılmış, ardından da Cumhuriyet ilan edilmiştir.

 

Her şey güzel, her şey usûle uygundur. Fakat bir şeyler eksik gibi gelir. Törenler, coşkulu kutlamalar, hepsi tamamdır tamam olmasına ama “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözü bile gerçekte hâkimiyetin kimde olmayacağını belirtmek için duvara asılmış gibi görünür, burada bile murad millet değildir gibi yorumlanır.

 

Bürokrasinin İradesi

 

Aslında bu ilk değişim de ulus çağının bir armağanıdır bize. Arkasında koskoca bir imparatorluğun tasfiyesi ve nihayet İstiklal Harbi, onun Gazi başkomutanı ve Gazi Meclisi bulunan bir devir.

 

Topyekûn bir sosyolojinin, geleneğin reddi anlamına gelen cüretkâr bir değişim.

 

Oyunun kurucu aktörlerinden İsmet Paşa’nın bozgun sonrası Bursa’dan Eskişehir’e dönerken içinde subaylar ve subay ailelerinin de bulunduğu bir kafileye rastladığında söylediği sözler, bütün bir dönemin ve sonrasının zihniyetini özetler.

 

“Kafileyi durdurdum. Subayları bir kenara topladım. İçinde bulunduğumuz vaziyeti bilesiniz. Bundan başka, subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır. Bana bakın dedim. Kimse işitimesin millet düşmanınızdır”.[1]

 

Buradaki değişim iradesi sosyolojiyi değil de aydınları temsil eder; sosyoloji de değişen değil, direnen ve geleneğe sarılan bir eğilimi. Fakat değişim iradesi bile tereddütlü, o bile ikirciklidir. Dahası bu irade de “mevcudun” kökten değiştirilmesinden yana değil, devam ettirilmesinden yanadır.

 

O kadar ki, kim “Bu oyunu bozmaya, idareci kadroların bünyesini temelden değiştirmeye kalkışmışsa, o da iki tarafın elbirliğiyle idam sehpasına itilmiş, hesabı görülmüştür”.[2]  Yeni de bu anlamda mevcuda bu kadar bağlıdır.

 

Vakıa, bunlar halkın karşısında, onun aleyhinde değillerdir, olmamışlardır da. Çünkü öyle bir gelenekten gelmemişlerdir. Bunlar da tıpkı çok eski çağlardaki ataları gibi çıplak halkı giydirmek, aç milleti doyurmak emelinde, azmindedirler. Hepsi ülkücü, hepsi romantik ve aynı zamanda hepsi hayatından içinden çıkmış, güngörmüş, tedbirli adamlardır.

 

Temel kaygıları bu büyük ülkeyi nasıl edip de zapturapt altına alabilir, kurda kuşa yem etmeden düze çıkarabiliriz davasıdır. Fakat bütün bunları yaparken eski bir travma, bir tür eskiye özlem, gelenek ve sosyolojinin direnişi, irtica kaygısı; bir türlü peşlerini bırakmaz.

 

Tarihi kanlı hatıralarla dolu bir geçmiştir bu.

 

Türk İnkılâbı ve İnkılabın mutfaktaki tipik kurucu ismi İsmet Paşa ve etrafının temel kaygısı budur. Dışarıda Lord Curzon ve müttefikleri, içeride henüz merkeze tam olarak bağlanmamış gayri mütecanis kitleler ve “irtica tehlikesi”.

 

“Lord Curzon bana dedi ki:

 

‘Konferanstan bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var bir de aynımdakinde. Unutmayın ne reddederseniz cebimdedir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı?’

 

‘Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip de diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp siz göstereceğiz’.” (İnönü, İ, (1998), Hatıralar: Lozan-I, Cumhuriyet Kitap, 130).

 

İnönü hatıratında anlatmaya devem ediyor:

 

“Bunu yapmamak için on beş sene uğraştılar… Harp meydanında kazanılmış olan kıymetleri bu uğurda heba etmedik. (Oysa onlar), İhtiyaç bizi icbar edecek, yeni müzakereler açılacak ve o yeni müzakereler yeni şartlarla karşımıza birtakım yeni muahedeler çıkaracak. Bu ümitteydiler…” (İnönü, İ, (1998), Hatıralar, Cumhuriyetin ilk Yılları-I, Cumhuriyet Kitap, 22).

 

Yukarıdaki satırlar ve bir bütün olarak İsmet Paşa’nın hatıratı okunursa, ömrü devlet hizmetinde geçmiş bu büyük adamın şahsında bütün bir devrin hakiki panoraması görülebilir.

 

Batı karşısındaki bu hassasiyet, bu “Endülüs Travması” en tepedekinden en aşağısına kadar seciyesi bozulmamış bütün bir memleket evladının genetiğine işlemiştir. Bu öyle sıradan, hayalî, paranoyak bir koşullanmışlık da değil, okuyan okumayan herkesin bilinçdışını belirleyen sahici, temel, kolektif bir içgüdüdür. Devletin bekası!

 

Bizdeki bürokratik hegemonya, sair konularda her ne kadar halkla karşı karşıya gelse de meşruiyetini buradan, bu doğal hassasiyetten alır. Bu hassasiyet o kadar derinlere kök salmıştır ki, milletin yüreğine “Allah devlete millete zeval vermesin” şeklinde kodlanmış, o şekilde kaydedilmiştir. “Devletin bekası”, bir arketip olarak kolektif bilinçdışının merkezi kavramı olarak her şeyi belirler.

 

Eskiye özlem ve irtica ise bir türlü yerinden emin olmayan bürokrasinin psikozu, onu rahatsız eden arketiptir. Sünni İslam’a devletin resmi dini muamelesi yapan, Lozan’da İslam ahaliyi unsur-u aslî olarak belirleyen bir çizginin kaygısı, belli ki din değil, eski rejime duyulan özlem karşısındaki bir refleks olmalıdır.

 

Bir Davranış Kodu

 

Davranışları belirleyen birinci hassa budur: Devletin bekası. İkinci hassa da bununla ilişkili ve aynı kaynaktan beslenir. Orada da temel kaygı “mala davara zarar gelir mi” kaygısıdır.  

 

Türk toplumunda ilk bakışta “devletin bekası” ve kolektif çıkarla çelişir gibi görünen bu tavır, “mala davara zara gelir mi” şeklindeki bireysel çıkar tavrı; aslında bir gerçeğin, bireysel çıkarın da toplum ve devletin bekasıyla ilişkilendirildiği uzak bir geçmişten, onun hatırasından beslenir.

 

Devlet, devletin bekası ve devletin kendisi, bu arketip; bir başka şeyin, “kapı halkı” davranışının da kaynağıdır. Bu sadece bilincimizi değil bilinçdışımızı da belirleyen temel motiftir. En eski devirlerimizden yenileşme devirlerimize kadar değişmeden devam eden bir davranış.

 

Yenileşme devirlerinden günümüze kadar hemen herkesin tipik davranış tarzı budur. Elde edilen bütün pozisyonlar genellikle büyük bir alın terinin ürünü olarak değil, lütufla elde edilmiştir de ondan böyledir bu. İşin tuhafı, tuhaf karşılanmayan yegâne şey de imtiyaz ve ayrım.

 

Herkes bir imtiyaz ve bir lütuf umuduyla yaşadığı için statükocu, onun için muhafazakâr, onun için mevcudun devamından yana, onun için devletten geçinme eğiliminde ve onun için eski düzenin yeni şekilde devamından yanadır.

 

Bir türlü kırılamayan negatif döngü budur!

 

Bir kapıkulu psikolojisidir herkese hâkim olan.

 

Evet, eskiden olduğu gibi şimdi de kapılar yeteneklere açılmış, dikey anlamda bir mobilete sağlanmıştır. Fakat adam kayırma ve ayrımcılık da eksilmeden devam etmiştir.

 

Eski Nizam, Tereddütler ve Değişim

 

Geleneksel devir “dirlik ve düzenliğe” çok sağlam bir çözüm bulduğu için, kurduğu düzene “devlet-i ebed-müddet” demiş. Fakat XVII. yüzyılın başlarından itibaren dengeler bozulmaya başlayınca işin rengi değişir, asayiş ve düzeni korumanın maliyeti artar.

 

Dirlikler orduyu besleyemez, ordu da asayişi sağlayamaz olur. Muhafızlar beslenemez olunca bu paralı ordu, bu besleme asker; Sipahi ve Yeniçeri, düzeni korumak yerine fesat yuvasına döner.

 

Değişim ve yenileşme hareketleri ivmesini buradan, bu zaruretten alır. Bu hem maliye hem de ordunun yeniden tanzimi, kökten değiştirilmesini gerektirir. Fakat bu girişim statükonun direnci ve bunun devlet içindeki temsilcileriyle -asker, ulema ve esnaf- karşı karşıya gelir.

 

Değişim ihtiyacıyla değişim arasındaki tereddüt, karar verme ve nihayet yürürlüğe sokma arasında geçen zaman dilimi, iki buçuk asra yaklaşır. Nihayet 1826’da Yeniçerilik tasfiye edilir. Yeniçeriliğin tasfiyesi, bir anlamda topyekûn eski nizamın da tasfiyesi, bertaraf edilmesidir.

 

Yeni Devir

 

Yeni devir gerçek anlamda bundan sonra başlar. Meşruiyetini doğrudan doğruya devletten alan bürokrasi bu devirde doğar. Fakat bürokrasi zamanla yansız ve ruhsuz teknik birer uzman, memur olmaktan çıkarak iktidarın kendisi haline gelmeye başlar.

 

Cumhuriyet ile bürokrasi ve bilhassa asker bürokrasinin kendini devlet yerine koyma tavrı, daha da derinleşir. Bürokrat, ülkeyi zor şartlarda yedi düvelin elinden kurtarmıştır. Bu doğrudur.

 

Ama bürokrasinin ve bilhassa asker bürokrasinin egemen tavrı, toplumun bilinçdışına işleyen çok eski bir travmayı da ateşlemiştir: Yeniçeri imgesi!…

 

Evet, yetersiz bir altyapı, yetersiz bir sermaye ve yetersiz insan kaynaklarıyla salgın ve kıtlıklara karşı boğuşan bir ülkeyizdir. Ülke, dışarıdan hiçbir yatırım alamayan borçlu bir ülkedir. Gelen yatırımlar şartlı ve küllenmiş travmaları uyaran emperyal şartlarla kendini empoze eder.

 

Bütün bunların hepsi ve daha fazlası doğrudur ama halk da yorgun ve kurtarıcılardan kurtulmak, normalleşmek ister.

 

Türkiye’nin daha sonraki yıllar ve bilhassa son 20 yılını AK Parti dönemi olarak yaşadığı değişimlerin tamamı, bu yaralı bellek ve onun araladığı kapıdan, o çağrışımların bilinçdışına işlediği yoldan içeri girdi, oradan beslendi ve meşruiyetini oradan aldı.

 

Bu kelimenin hakiki anlamında bürokratik devletin sonuydu, fakat şimdi de bambaşka bir yorgunluk halkı bitap düşürdü. Bu sefer de partinin devleti, partinin davranışları; halkı ve demokrasimizi cendereye sokan bu sefer de bu oldu.

 

Demokrasimizin bitmeyen, tükenmeyen travması budur.

__

[1] Küçükömer, İ. (1994), Düzenin Yabancılaşması, Bağlam Yayınları, İstanbul, s. 87.

[2] Tahir, K. (1992), Notlar: Batılaşma, (haz) Cengiz Yağcıoğlu, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, s. 101.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.