Bölgesel ve Küresel Oyun Kurucu: Hamas
Hamas, Aksa Tufanı operasyonu ile uluslararası kamuoyu tarafından yeniden mercek altına alındı. 1987 yılında açıkladığı tüzüğünden başlayarak Hamas’ın İsrail’e bakışı, planları, Oslo Anlaşması’nın ardından yaşanan süreçte FKÖ ile giriştiği mücadele ve bölgesel/küresel devletlerin güdümünde bir vekil aktör olup olmadığı, geriye dönüp cevap aranan konulardan birkaçı.
Hamas, Filistin’de 7 Ekim 2023’te başlayan Aksa Tufanı operasyonu ile uluslararası kamuoyu tarafından yeniden mercek altına alındı. 1987 yılında açıkladığı tüzüğünden başlayarak Hamas’ın İsrail’e bakışı, planları, Oslo Anlaşması’nın ardından yaşanan süreçte Filistin Kurtuluşu Örgütü (FKÖ) ile giriştiği mücadele ve bölgesel/küresel devletlerin güdümünde bir vekil aktör olup olmadığı, geriye dönüp cevap aranan konulardan birkaçı. Aksa Tufanı’nın daha önce görülmemiş ölçekte, yalnızca Hamas’ın değil Filistinli farklı ideolojik arka planlara sahip silahlı direniş gruplarının birlikte çatışmalara katıldığı kitlesel bir krize dönüşmesinin “Bu nasıl mümkün olabildi” şeklinde özetlenebilecek bir şaşkınlığa yol açtığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu soru işaretleriyle dolu süreç üç başlık altında incelenmeyi hak ediyor. Birincisi İsrail tarafının da ısrarla işaret etmeye çalıştığı İran etkisi. Bu görüşe göre İran olmadan Hamas’ın bu ölçekte geniş kapsamlı bir çarpışmaya girişmesi pek muhtemel gözükmüyor. İkincisi bu süreçte Hamas’ın siyasi kanadının bulunduğu başta Katar olmak üzere Körfez ülkeleri. Hamas’ın Körfez’in istenmeyen bir misafiri olduğunun altını çizmek gerekiyor. Son olarak dikkatlerden kaçmaması gereken husus Filistinlilerin başlı başına bir fail olduğu. Belki de analizlere sinmiş, söylemlerde içselleştirilmiş bir Oryantalizmle, Hamas başta olmak üzere Filistinlilerin kendi kararlarını verebilecek aktörler olarak görülmemesi gibi çarpıcı bir durumla karşı karşıyayız.
Asla Unutma, Asla Affetme
İran ve Hamas arasındaki ilişkiyi Aksa Tufanı operasyonuna kadar geçen sürede inişli çıkışlı bir birliktelik şeklinde tanımlamak yanlış olmaz. Özellikle 2006 yılındaki seçimlerin ardından Gazze idaresini kontrolüne alan Hamas, 2007 yılından itibaren karşılaştığı Batı ambargosu ve İsrail ablukasının ardından destekçi olarak benzer bir ambargo ile kendisi de yıllarca mücadele eden İran’ı bulacaktı. Elbette bu Hamas ile İran arasındaki ilk bir araya geliş değildi. Tarihte yapacağımız kısa bir yolculuk Hamas ile bölge ülkeleri arasındaki ilişkiyi çarpıcı şekilde ortaya koyacak.
1987 yılında resmi olarak varlığından söz ettiren Hamas, özellikle Oslo Barış Anlaşması’nın şartlarının belirgin olmaya başladığı süreçte bir tehdit unsuru olarak Filistin siyasetinde kendisine pek çok düşman edinecekti. 1992 yılına gelindiğinde grubun silahlı kanadı İzzettin el-Kassam Tugayları kurulacak ve İsrail’e yönelik ilk şiddet eylemini gerçekleştirecekti. El-Kassam Tugayları Şubat 1992’de İsrail sınır polisi Nissim Toledano’yu kaçırarak adından söz ettirecekti. Toledano’nun cesedi, kaçırılmasından iki gün sonra bulunacaktı. İsrail’de şok etkisi yaratan bu olayın aynı zamanda el-Fetih ve İsrail yönetimi arasında devam eden Oslo sürecini de baltalamasından çekiniliyordu. İsrail ise çareyi Gazze ve Batı Şeria’da tutuklama yapmakta ve 415 Hamas ve İslami Cihad üyesini Filistin’den Güney Lübnan’a sürgün etmekte bulacaktı. Güney Lübnan sürgünü Hamas’ın dış politikası bağlamında bir kırılmaydı aynı zamanda. Bu süre zarfında geçmiş hatalar üzerine düşünmeye, farklı düşüncelerle birlikte yaşamaya çalıştılar ve mevcut mülteci kampı şartlarını İslamcı idare biçiminin bir modeli olarak teste tabi tuttular.
İsrail’in Hamas ve İslami Cihad üyeleri için verdiği sürgün cezası siyasi kadronun 2 yıl Filistin’e geri dönmesini engelliyordu. Ancak kısa sürede Hamas, Filistin direnişinin yeni nüvelerinin atılmaya başlandığı Güney Lübnan’da, Filistin dışındaki ama özellikle Filistin’e sınırdaş ülkelerin kıymetini anlayacaktı. Hamas Lübnan’da gerek ülkenin önemli aktörlerinden Hizbullah ile irtibat kuracak gerekse ülkeye özel bir önem atfeden İran ile bu dönemde iletişim kurmaya başlayacaktı. 1992 yılı Lübnan’ı Hamas için mecbur olmasalar kalmak istemeyecekleri bir ülkeydi. Ki kısa sürede yeni bir durak bulma fırsatı doğduğunda, kendisi de Filistin’de tarihi ve kritik rol oynayan bir başka ülke olan Ürdün ön plana çıkacaktı. Hamas lider kadrosu 90’lı yılların büyük bir bölümünde bu ülkeyi kendilerine merkez üs olarak gördüler. Tersine bir senaryoyu bundan 20 yıl önce FKÖ yaşayacaktı. Ürdün 1970 yılında FKÖ’yü gerçekleştirdiği operasyonla bozguna uğrattı, topraklarından çıkardı ve Lübnan’a çekilmeye zorladı. Ancak Ürdün bu sefer FKÖ’nün en büyük karşıtı olan Hamas’a kapılarını açıyordu.
1990’larda Ürdün’ün Hamas için sorunsuz ve güvenli bir ülke olmadığı kısa sürede anlaşılacaktı. Bu tarihler Hamas’ın İsrail içerisinde intihar bombacılarını kullandığı döneme tekabül ediyordu. Hamas ilk olarak 1994 yılında İsrailli bir yerleşimci Baruch Goldstein’ın İbrahim Camii’nde gerçekleştirdiği, 29 kişinin ölümü ve 125 kişinin yaralanması ile sonuçlanan katliama misilleme olarak intihar eylemlerini devreye sokacaktı. Bu saldırılara İsrail, intihar eylemlerinin mimarı olarak bilinen mühendis Yahya Ayyaş’ı suikast sonucu öldürerek cevap verecekti. Hamas tarafının karşılığı ise saldırıları artırmak oldu. Bütün bunlar yaşanırken bir taraftan Hamas’a ev sahipliği yapan Ürdün aynı zamanda kendi çıkarları doğrultusunda İsrail ile anlaşma yoluna gidecek ve İsrail’in Amman’da bir elçilik açmasına olanak sağlanacaktı. Bu aynı zamanda Mossad’ın ülkede operasyon yürütebilmesine imkân vermek anlamına geliyordu. Kırılma noktası ise Ürdün’ün başkenti Amman’da 1997 yılında Hamas’ın siyasi büro şefi Halid Meşal’e karşı İsrail ajanlarının gerçekleştirdiği suikast girişimiydi. Meşal’in kısa süre içinde komaya girmesi Ürdün ve İsrail arasında süren barış anlaşmasını kopma noktasına getirmişti. Ürdün’ün baskıları sonucu İsrail tarafından sağlanan panzehirle Meşal sağlığına kavuşurken aynı zamanda İsrail, Ürdün anlaşmasını tehlikeye atmamak adına Hamas kurucusu Şeyh Ahmet Yasin’i serbest bırakmayı dahi kabul edecekti. Bütün bu gelişmeleri dikkate alan Hamas ve Ürdün bu ilişkinin iki tarafa da zarar verdiğini kabul edecek ve yeni güvenli bölge arayışını sürdürecekti.
Ürdün’ün ardından Hamas’ın 1999 itibarıyla durağı Suriye’nin başkenti Şam olacaktı. Dikkat edilirse Hamas kendisine güvenli bölge arayışında hiçbir zaman tarihi Filistin topraklarından uzaklaşmamaya gayret gösterdi. Önce Hafız el-Esad ardından da Beşar el-Esad idaresiyle yakın ilişkiler içerisine giren Hamas açısından Suriye, özellikle Arap kamuoyu ve diğer uluslararası aktörlerle irtibat kurabilecekler stratejik öneme sahip bir ülkeydi. Bu zaman dilimi aynı zamanda 2000 yılında başlayan ve ilerleyen beş yıl devam edecek olan İkinci İntifada dönemine de rastlamasıyla Hamas açısından kritik değerdeydi. 2000’li yıllarda Suriye ile ilişki aynı zamanda İran ile yakın ilişki anlamına gelecekti. 2007 yılındaki ambargo ile birlikte küresel desteğe ihtiyaç duyan Hamas, bu tarihten itibaren sıkı bir diplomatik ilişkiler ağı geliştirdi. Öncelikli hedef Arapça konuşan ülkelerle yakın ilişkiler kurmaktı ancak kısa süre içerisinde büyük güçlerden kendisine destekçi bulmanın kaçınılmaz olduğunun farkına varan Hamas Rusya ile de yakınlaşmaya çabaladı. Bu minvalde Halid Meşal’in başını çektiği Hamas heyeti Moskova’ya giderek görüşmelerde bulunurken aynı zamanda dönemin Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev ile Şam’da bir araya geleceklerdi.
Bütün bölgenin sosyolojik ve siyasi ilişkilerini de yeniden tanımlayacak olan Arap Baharı’ndan kaçınılmaz olarak Hamas da payına düşeni belki de başkalarına kıyasla daha şiddetli bir şekilde hissedecekti. Suriye’de ayaklanmanın başlamasının ardından Hamas’ın tarafını devrimden yana seçmesi, Suriye ve İran hattıyla iplerin kopması anlamına geliyordu. Bu anlaşmazlık temelde İran’ın vekil aktörlerine ilişkin tutumuna dair ipuçları veriyor. Öyle ki bugün itibarıyla Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’deki vekil unsurlarından tam bir itaat bekleyen İran, sınırlarını kendi çizdiği direniş ekseninin gerekli gördüğü cephelerde, gerekirse de sınır ötesi operasyonlarda rol oynamalarını istiyor. Filistinli olma vurgusu yapan ve sorunun küreselleşmesine mesafeli yaklaşan bir grup olan Hamas içinse bu tutum kabul edilebilir bir durum değildi. Tartışmaya açık bir konu olmakla birlikte bugünden geriye dönük bir okuma ile denilebilir ki Hamas, Suriye iç savaşında tıpkı Hizbullah gibi Beşar el-Esad tarafında yer alsaydı savaş bu kadar uzamayabilirdi. İran ile Hamas arasındaki yakınlaşma girişimleri birkaç yıl sonra, Suriye’nin savaşının belki de duraklama noktasına geldiği dönemlerde, yeniden kendisini gösterse de İran Hamas’ın -İran’a göre- tarihi hatasını asla unutmadı ve affetmedi demek yanlış olmayacaktır. 7 Ekim Aksa Tufanı operasyonu sonrası Hizbullah, İran ve Hamas üçgenindeki ilişkiler ağı bu tarihi dönüm noktaları ışığında daha da anlam kazanıyor.
İstenmeyen Misafir
Arap sokağından gelen değişim çağrılarına, bizzat müdahil olmamakla birlikte, saygı duyduğunu ve kayıtsız kalamayacağını ilan eden Hamas yeni bir durak bulacaktı: Katar. Söz konusu dış politikada arabuluculuk ve çatışma çözümü olduğunda Katar önemli bir bölgesel ve küresel aktör olarak karşımıza çıkıyor. Afganistan, Lübnan, Sudan, Yemen ve tabii ki Filistin konusunda attığı adımlarla Katar adından çokça söz ettiren bir ülke. Ancak söz konusu Hamas olunca ve Katar’ın komşuları özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri dikkate alındığında, bunların farklı ülkelerin sinir uçlarına dokunan konular olduğunu görmek mümkün. Bunun temelleri de aslında Hamas’ın bağlı olduğu Mısır merkezli Müslüman Kardeşler hareketine dayanıyor.
20’nci yüzyıl Ortadoğu’sunun büyük bir bölümüne, özellikle darbelerle başa gelen Arap cumhuriyetleri ile Körfez monarşileri arasındaki çatışma hâkimdi. Birbirlerini yıpratmak adına tercih edilen yollardan bir tanesi de muhaliflerine destek vermek olacaktı. Bu amaca yönelik olarak Müslüman Kardeşler hareketine kapı açan Körfez monarşileri, aynı zamanda hareketin baskılardan daha güçlü çıkmasına imkân sağlayacaktı. Bunun sancıları ise çok geçmeden hissedilecekti. Öyle ki Müslüman Kardeşler’in farklı kolları veya ondan ilham alan yapılar, asker temelli cumhuriyet veya monarşi şeklinde bir ikileme sıkışan Arap siyasi sistemine, İslami söyleme sahip, sosyal hizmeti önceleyen ve demokratik seçimlerle tabandan gelerek yönetimi elde eden üçüncü bir alternatif olma iddiasıyla belirmeye başladılar. Bu fikri yapının kendilerine bir tehdit oluşturacağı korkusuyla bu hareketleri engelleme yolunu tercih ettiler.
Bunun ilk nüvelerini Arap Baharı’nın yoğun şekilde hissedildiği Mısır’da Müslüman Kardeşler’i iktidara getiren süreçte Katar merkezli el-Cezire televizyonunun yayın politikasına karşı alınan tavırlarda gözlemlemek mümkün. Buna ek olarak yine Müslüman Kardeşler’e yakınlığı ile bilinen önemli İslam alimlerinden Yusuf el-Kardavi’nin Katar’da yerleşik bulunması ve buradan açıklamalar yapıyor olması da Katar’ın komşularında tedirginlikle takip edilecekti. Mısır’da 2013’te yaşanan askeri darbenin ardından Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Müslüman Kardeşler’i terörist örgütler listesine eklemesiyle karşıtlık gün yüzüne çıkacaktı. Arap ülkeleri arasındaki bu çekişme öyle bir seviyeye ulaşacaktı ki Katar 2017 yılında üç yıl sürecek bir abluka dönemi yaşayacaktı. Bu süre zarfında ise Hamas, Katar’ı tam anlamıyla terk etmektense Türkiye ve Malezya gibi farklı ülkelerde varlık gösterecekti.
Kendi Başına Bir Fail
Bu tarihsel gelişim süreci bizi şu sonuca ulaşmaktan alıkoymamalı; genel itibarıyla Filistinliler özelde ise Hamas kendi kararlarını alabilen, değişik tarihlerde ve ülkelerde siyasi, askeri baskılara uğramasına rağmen özgün bir fail olma özelliğine sahip ve bunu koruyor. 7 Ekim’den itibaren yaşanan çatışma, uluslararası kamuoyunda Hamas’a odaklanmış olsa da, nasıl dış politikada tek bir ülkeye tabi olmamayı öğrendiyse, Hamas edindiği bu tecrübeyi Filistin’de farklı fraksiyonları bir araya getirmek gibi pratik bir adım atarak gösterecekti.
Ancak Filistinliler belki de bölge ülkeleri için İsrail ile normalleşme yolunu tercih ederken göz ardı etmeyi umdukları bir vakaydı. Direniş sönümlenmeye yüz tutmuş ve eğer abluka kalkacaksa bu İsrail’in iç siyasetinde yaşanacak siyasi bir değişimin ardından durumun yeniden gözden geçirilmesi sonrası, belki de 20 veya 30 yıl sonra olacaktı. Sahadaki statüko gerçeği daha açık bir şekilde ortaya koyuyor. Filistinlilerin bir bölümü halen İsrail işgali altında, diğer bir bölümü Lübnan ve Ürdün’deki mülteci kamplarında, üçüncü bir kısımsa dünyanın farklı ülkelerine dağılmış biçimde diaspora halinde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor. Bu durum Filistin-İsrail sorununu düşünme ve yaklaşım biçiminin içerisine sinmiş bir Oryantalizmin de ipuçlarını bize sunuyor. Her ne kadar 1948’den itibaren farklı dönemlerde ayaklanma ve protestolarla kendisini gösterse de bölgesel ve küresel güçler için Filistinliler adeta bir büyüğün ellerinden tutarak yürümeyi öğretmeye çalıştığı çocuk gibiler. Bir başkaldırı varsa arkasında birilerinin olması gerektiği veya Hamas’ın bir Filistinli aktör olarak tek başına bu kadar büyük çapta bir eylemi gerçekleştiremeyeceği şeklindeki şüpheler de bu Oryantalizmin kırıntılarını taşıyor. 7 Ekim saldırılarını analiz ederken, her ne kadar beraberinde tahammül etmesi zor sahneler getirse de, jeopolitik ve büyük güçler dengesinin ötesinde mikro ölçekte Filistinliler için günlük yaşam pratiklerinin dayanılamaz olduğu bir evrede patlak verdiği gözlerden kaçmaması gereken bir husus.