Bugünün Doğasını Ontolojik Güvensizlik ve Radikal Belirsizlik Şekillendiriyor

Yeni bir uluslararası sistemin, küreselleşmenin ve dünya düzenin ortaya çıkacağı geçiş sürecinin ne kadar ve nasıl süreceği konusunda muğlaklık ve belirsizlik yüksek derecede. Güvenlikten iklim değişikliğine, nükleer savaştan gıda ve su krizine, iç savaşlardan şiddete kadar büyük bir alanda riskler çok yüksek. Geleceğe karşı güvensizlik, korku ve endişenin yaygınlaştığı ve derinleştiği bir dönemden geçiyoruz.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali uluslararası sistemde, değişim ve dönüşüm tartışmalarını hararetlendirdi.. Dünyanın jeopolitik, siyasal ve ideolojik trendler açısından nereye gittiğine dair yoğun tartışmalar yaşanıyor. Eski düzenin sürdürülemez olduğuna dair yaygın bir kanaat var. Buna karşın, hem yeninin içeriği hem de yönüne dair ciddi bir belirsizlik söz konusu.

 

Sabancı Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve öğretim üyesi, İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) direktörü Prof. Dr. Fuat Keyman, içinde bulunduğumuz ve belirsizliğin hüküm sürdüğü bu dönemi farklı boyutlarıyla Perspektif için değerlendirdi.

 

Ukrayna krizi sonrası küresel düzende dönüşüm yaşandığına dair bir kanaat söz konusu. Politik, ideolojik, siyasal trendler başlıklarında bu dönüşüm nasıl tanımlanır sizce?

 

2022, Şubat 24’te başlayan Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin yedinci ayına giriyoruz. Bu süre içinde sadece savaşı yaşamadık; aynı zamanda uluslararası sistemde ve küreselleşmede son dönemde yaşanan değişim veya dönüşümün ciddi anlamda tetiklendiğini gözlemledik. Savaş ve sistemsel değişim eş zamanlı yaşandı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, II. Dünya Savaşı sonrası düzeni ve Soğuk Savaş sonrası dönemi son noktalarına kadar getiren bir işlev gördü. Eskinin öldüğü, yeninin doğamadığı bir geçiş döneminin çok önemli bir eşikten geçmesi bu savaş/işgal ile yaşanmaya başladı. Çoğu gözlemcinin ve uzmanın kabul ettiği gibi, yeninin ne olduğunu ve nasıl şekilleneceğini tam olarak bilmiyoruz. Ne uluslararası sistemde ne de küreselleşmede geriye dönülecek.

 

Yeni bir uluslararası sistemin, küreselleşmenin ve dünya düzenin ortaya çıkacağı bu geçiş sürecinin ne kadar ve nasıl süreceği konusunda da muğlaklık ve belirsizlik yüksek derecede. Güvenlikten iklim değişikliğine, nükleer savaştan gıda ve su krizine, iç savaşlardan şiddete kadar büyük bir alanda riskler çok yüksek. Geleceğe karşı güvensizlik, korku ve endişenin yaygınlaştığı ve derinleştiği bir dönemden geçiyoruz. Ontolojik güvensizlik ve radikal belirsizlik/muğlaklık bugünün doğasını şekillendiriyor.

 

Bununla birlikte vurgulamamız gerekir ki, bu değişim ve dönüşüm süreci Ukrayna Savaşı’yla başlamadı. İşgal ve savaş, 21’inci yüzyılın başından beri küresel ölçekte yaşanan krizlerin son ama en etkili halkasını oluşturdu. Bugünden geriye gidersek; 2020’de salgın, 2010’da Arap Baharı, 2008 ekonomik krizi, 11 Eylül 2001, bu süreçteki eşitsizlikler, ötekileştirmelerle ilgili küresel adalet sorunları ve aynı zamanda yaşanan gücün Batı dışına kayması ile 1945 sonrası düzenin bitmeye yakın olduğunu gözlemliyor ve tartışıyordu. 1945 sonrası dönem ve sistem, Amerikan hegemonyasına dayalı, uluslararası kurumlarda Amerikan çıkarının güçlü olduğu, doların uluslararası para birimi olarak işlediği ve Amerikan kültürünün ve akademisinin küreselleştiği Pax-Americana dediğimiz bir sistemi yaratmıştı. Bugün, Pax-Americana’nın ve moderniteye Batı’nın daha hâkim olduğu dönemin sonuna gelmiş durumdayız. 2001 güvenlik, 2008 ekonomi krizleri ve Arap Baharı, 1945 sonrası dönemin sona gelmesi ve küresel ölçekte, gücün Batı dışına, Asya’ya kaymasına ve orta güçteki ülkelerin etki kazanmasına hız vermişti. Asya’nın yükselişi; Çin’in yükselişi; Hindistan, Brezilya, Rusya, Türkiye, İran gibi diğer bütün orta güçte olan ülkelerin güçlenmesi ve bölgesel güç/kilit ülke konumuna gelmesi, zaten, II. Dünya Savaşı sonrası sistemin sonuna mı geliyoruz, yeni bir döneme mi giriyoruz tartışmasını ortaya çıkartmıştı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, tüm bu gelişmeleri etki ve sonuç açısından hızlandırdı.    

 

UKRAYNA KRİZİ 2001’DE BAŞLAYAN DEĞİŞİM SÜRECİNİ HIZLANDIRDI

 

Arap Baharı dediniz, finans krizi dediniz ve bunları Ukrayna krizi eşiğine getirdiniz. O krizlerin anlamına da değinebilir misiniz?

 

Ukrayna krizi, bir taraftan ciddi anlamda dünya üzerinde etkileri olan savaşı içeriyordu ama herkesin kabul ettiği gibi 2001’de başlayan değişim sürecini de hızlandırdı. Fakat bu konuda yapılan tartışmalarda vurgulandığı gibi bunun sonucunun ne olduğunu bilmiyoruz şu anda. Buradan nasıl bir sisteme geçilecek, ne olacak, bence bugün geldiğimiz noktada, radikal bir muğlaklık, sistemsel değişim içinde yaşıyoruz. Biraz bunu açarsam, örneğin 2001’de terörle mücadele adı altında esasında güvenlik ve özgürlük ikilemi içerisinde bir dönem başladı. Bu dönem Irak’ın işgali ile devam ederken, Amerika, Irak’ın işgalinde yenildi. 2008’de tekrar Amerika’da başlayan ekonomik kriz bugüne kadar çözülmediği gibi krizin dünyaya etkileri konusunda da kapitalizm denen sistemi götürenlerden daha farklı metotlar, deneyimler güçlü olmaya başladı. Çin, Hindistan, Rusya gibi ülkeler var. 2008 krizi ve bugüne gelinen noktada esasında sistem ekonomi anlamında da değişim içine girdi ve bu da Batı’nın gücünü kaybettiğini ortaya çıkartıyordu.

 

2010 Arap Baharı esasında bir değişim olarak başladı ama bir yanda büyük bir bölgesel çalkantı ve çökmüş devletler yaratarak; diğer yanda terör anlamında IŞİD sorununu ortaya çıkararak, mülteci meselesiyle Avrupa’daki dengeleri iyice bozarak, İtalya’da gördüğümüz neo-faşist partilerin iktidara gelme süreçlerini yarattı. Batı’nın modernitesi ile ilgili büyük darbelerden biriydi.

 

2020 salgınında da esasında Batı’daki sistem kendisini tam olarak yürütemedi ve en sonunda Rusya-Ukrayna Savaşı ile; bu sefer de büyük güçler arasındaki rekabet, ikinci soğuk savaş dediğimiz savaş, hatta III. Dünya Savaşı, nükleer savaş gibi olasılıkların ortaya çıkmasını getirdi. Sistem değişikliği sadece savaşla olmadı, bence 2001 yılında başlayan bir süreç. Bugün artık son noktasına geldi.

 

ESKİNİN BİTTİĞİ, YENİNİN DOĞMADIĞI BİR DÖNEMDEYİZ

 

1. Dünya Savaşı sonrasını tanımlayan en önemli referanslardan biri olan Pax-Americana’nın geçerliliğini kaybettiğini görüyoruz. Sadece Amerika’nın gücü temelli uluslararası sisteme bakmak mümkün değil artık. Ancak bu, ABD’nin gücü azaldı, ortadan kalktı anlamına gelmiyor. Hegemon lider olmadığı anlamına gelmiyor. ABD oyunun tek kurucusu, şekillendiren tek aktör değil. İkincisi, oyunu şekillendirmek istese de başarı şansının azaldığını da ortaya koyuyor. Mesela Ukrayna Savaşı sonrası hızla birlikte hareket etme görüntüsü veren bir Batı görüyoruz ama öbür taraftan Rusya’nın savaşı kaybetmesi, Putin’in yerinden olması, Rusya’nın sistem dışında kalması gibi savaşın başında ortaya konanların geçerli olmadığına da şahit oluyoruz.

 

Bugün Çin, Rusya, Türkiye, İran gibi ülkelerin bir araya gelebilecekleri, Batı dışında daha güçlü olabilecekleri bir alternatif de ortaya sürülüyor. Öyle olduğu için esasında 2001 ile başlayan, 2008 ile devam eden, 2010 ile daha da derinleşen bir durum söz konusu ki iklim değişikliği ve küresel ısınmayı da atlamamamız gerekiyor.

 

Bugün bence, Gramsci’nin 1908’lerde yaptığı bir saptaması vardır, ona da dönük bir yapı söz konusu. Eskinin bittiği fakat yeninin doğmadığı bir dönem geçiriyoruz Gramsci’nin “interregnum” olarak ifade ettiği şekilde. Geçiş döneminde nelerin olabileceğini ise tam olarak saptayamıyoruz. Örneğin bugün İtalya’da neo-faşistlerin güçlenmesi bu geçiş döneminin görüntülerinden bir tanesi. Rusya’nın bir taraftan savaşı kaybediyor gibi görünürken hâlâ gücünü koruması, Batı’nın bir taraftan birleşirken Amerika’da Trump’ın hayaleti dediğimiz Cumhuriyetçilerin tekrar seçimi kazanma olasılıkları gibi görüntülerin hepsini, böyle bir geçiş döneminde ve belirsizlik içinde yaşadığımızı görüyoruz.

 

Modernite krizi ve Rusya-Çin, Batı modellerinin mücadelelerinden bahsettiniz. Bunları biraz daha açabilir misiniz? Bu süreç modellerin mücadelesiyle geçecek gibi gözüküyor…

 

Kapitalist gelişme teknoloji ve diğer alanlardaki bilimsel, bilişsel gelişmeler birlikte ilerleme kaydedecek ve bu ilerleme ile demokrasi ve özgürlük bir arada gidecek diye Habermas’ın örneğinde olduğu gibi modernitenin bir sözü var. Bir taraftan da bugün geldiğimiz dünyada hakikaten kapitalizmin geldiği noktada bir gelişme var görünüyor ama öbür taraftan “modernite benim tarafımdan taşınır” diyen Batı’nın verdiği sözü tutmadığını görüyoruz. Nasıl görüyoruz? Birincisi, 2001 ile birlikte başlayan güvenlik-özgürlük ikileminde güvenliğin ön plana çıkmasının çok kültürlülüğü bitirmesi, hem Amerika’da hem Avrupa’da yabancı düşmanlığı, İslam’a karşı düşmanlık, göçmen düşmanlığı, yeni sağın, aşırı sağın güçlenmesinin özgürlükleri aşındırması ile bir taraftan teknolojik gelişimler olurken öbür  taraftan ülkelerin kendi içine kapandığı, demokrasinin zayıfladığı ve birlikte yaşama yerine bir kimliğin öbür kimlikle tahakküm altına alınmak istendiği bir yapının ortaya çıkması söz konusu. 11 Eylül ve sonrası süreç ekonomideki krizlerle birleşince bu sözün tutulmadığını görüyoruz.

 

İkincisi bence Irak Savaşı ile başlıyor. Irak’a demokrasi getireceğiz, düzelteceğiz derken bugün geldiğimiz noktada ister demokrasiden sapma ister otoriterleşme ister rekabetçi otoriterlik ya da otoriter popülizm diyelim, esasında Batı demokrasilerinin kendi içlerinde çok zayıfladığı, denge-denetlemeye uymayan liderler çıkardığı görülüyor ki Orban, Trump ve Erdoğan bunun örnekleri. Bir taraftan birlikte yaşamaya dönük yapı içerisinde özgürlüklerin ortadan kalktığı ve farklılıklara karşı tezahürleri değişik olan, yabancı düşmanlığından göçmen düşmanlığına ve İslam düşmanlığına; farklı cinsel tercihleri olanlara karşı olan düşmanlığa, ben-öteki ayrımına dayalı bir yapı yaratırken öbür taraftan da demokrasinin içini boşaltıp modernitenin içinde popülist otoriterliği oluşturdu. Biz hiçbir zaman Çin ve Rusya’yı “siz demokrasi değilsiniz” diye eleştirmedik, onların zaten demokrasi olmadığı biliniyordu. O yüzden son dönem yapılan demokrasi tartışmalarının en önemli taraflarından biri, “demokrasi neden ölüyor”, “neden demokrasinin içi oyuluyor” derken esas amaç; Amerika’da Trump’ın seçilmesi, Fransa’da Le-Pen’in güçlenmesi, Macaristan, Türkiye örneği oldu.

 

SARKAÇ, UMUTLA ENDİŞE ARASINDA GİDİP GELİYOR

 

Sistemsel değişiklik derken modernitenin krizi bence iki türlü kendisini tezahür ettiriyor. Bunlardan biri; birlikte yaşama alanında ‘ben’ ve ‘öteki’ şeklinde bir ötekileştirici-dışlayıcı milliyetçiliğin giderek güçlenmesi ve bunun ırkçı, aşırı sağcı siyasi tezahürlerinin siyasi eklemlenmelerinin olması ve demokraside de popülist otoriter dediğimiz bir yapı ile eklemlenmesi oldu. Ukrayna Savaşı’ndan sonra Fukuyama; “Demokrasi otokrasiye karşı kazanacak” dedi ama o demokrasinin nasıl olduğu sorusu sorulunca bence bu söylemiş olduğum iki yapıyı vurgulamamız gerekiyor.

 

21’inci yüzyılda Batı modernitesinin zarar görmesi, emperyalizmin değil de kendi içinde bu hazırlandığı noktada demokrasiden kopması söz konusu. Buna neo-liberalleşme ile demokrasiden popülistleşme kıskacında kalmış bir Batı modernitesi de diyebiliriz. Böyle olduğu içindir ki örneğin savaşın yedinci ayına girsek de hâlâ Batı’nın birlikteliğinin ne kadar sürdürülebilir olduğu, ne kadar başarıya ulaşılacağı üzerine soru işaretleri varken bazı arkadaşlarımızın stratejik kapitalizm dediği, başta Çin olmak üzere Batı dışı toplumların güçlenmesinden, böyle bir güç kaymasından da bahsediyoruz. O yüzden sadece ABD hegemonyasının zayıflaması değil, aynı zamanda Batı modernitesinin de özellikle bu iki alanda çok ciddi hasar görmesi, alternatiflerinin çıkması, alternatiflerin de demokrasi ile eklemlenmemesi temelinde 1945 sonrası sistemin zayıflaması söz konusu. Ama nasıl bir dünyaya doğru gideceğiz noktasında ciddi soru işaretleri var. O yüzden felsefi olarak bu soruyu şöyle bitirebilirim; sarkacın umutla endişe arasında gidip geldiği bir dünyada yaşıyoruz. Ukrayna da son noktasına getirdi.

 

Küresel düzenin sarsıntılarını, bunu tetikleyen faktörleri analiz ettik, peki geleceğe dair öngörülerde bulunursak; birincisi jeopolitik açıdan dünya nereye gidiyor görünüyor, ikincisi de bahsettiğimiz büyük güçler rekabetinde küresel siyaset ile jeopolitik nasıl şekillenecek gibi?

 

Ukrayna Savaşı’nın, 2001’den bu yana bahsettiğim krizlerden çok daha büyük etki ve belirsizlik yaratan bir durumu var. Bir kere bundan sonraki dünyada büyük güçler arası bir kavga olacağını söyleyebiliyoruz, o anlamda bazen “Soğuk Savaş 2.0” deniyor, çünkü biliyorsunuz 1945’ten sonraki Soğuk Savaş, Amerika ile Sovyetler Birliği arasındaydı ama orada bir iki kutuplu dünya ve kutuplar arası dengeler söz konusuydu. Bence bundan sonraki dünyada belki iki kutup olacak ama böyle bir dengenin bulunduğu bir dünya değil, risklerin çok daha fazla olduğu bir dünya olacak. Soğuk Savaş esasında bir taraftan iki gücün arasında savaşın olmayacağını söyleyen bir şey ama Soğuk Savaş 2.0’da ciddi anlamda bir savaşın olabileceğini görüyoruz.

 

III. DÜNYA SAVAŞI, SAVAŞIN ÇOK DAHA FARKLI YÖNTEMLERLE SÜRDÜĞÜ BİR SAVAŞ OLACAK

 

İkincisi, Soğuk Savaş ABD ile Sovyetler arasında, onun dışındaki aktörlerde olan bir savaştı ama bugün Soğuk Savaş 2.0’da savaşın niteliğinin değiştiğini görüyoruz. Asimetrik savaşlar, şehir savaşları, şiddet, hepsi bunun içine giriyor. III. Dünya Savaşı; devletlerin bir araya gelip birbiriyle çarpıştığı değil savaşın çok daha farklı yöntemlerle sürdüğü bir savaş olacak. Siber savaşlar da olacak. Soğuk Savaş sırasında nükleer açıdan bir caydırıcılık vardı, düğmeye basmama vardı, bugün düğmeye basma değil ‘kaza olur mu olmaz mı’ onu konuşuyoruz. Böyle bir caydırıcılığın ortadan kalktığı, çünkü bir aktörün olmadığı bir soğuk savaştan bahsediyoruz. Öyle olduğu için bence risklerin çok daha büyük, güçler arasında rekabetin güçlü olduğu ve bunun sadece güvenlik alanında değil ticaret alanında da siber alanda da diğer alanlarda da yaşandığı ama aynı zamanda nükleer nitelikli savaşların da olabileceği bir dünyadan bahsediyoruz.

 

1980’lerde başlayan, 90’larda Soğuk Savaş’ın bitmesi ile kristalize olan bir küreselleşme süreci vardı. O küreselleşme sürecinin dünyayı daha da değiştirebileceği söyleniyordu ama bugün esasında hem COVID-19 ile başlayan salgın dünyası hem de Ukrayna Savaşı sonucu artık küreselleşmeden daha çok ekonomik milliyetçilik dediğimiz, yani ülkelerin kendi içine kapandığı, I. ve II. Dünya savaşları arasında olduğu gibi birbiriyle ticaret savaşı yaptığı, böyle olduğu için de kültür savaşları dediğimiz milliyetçiliğin yukarıya çıktığı, hem devlet düzeyinde hem de kimlikler ve birlikte yaşama düzeyinde milliyetçi, ırkçı akımların güçlendiği siyasetin eklemlendiği bir savaş var. O yüzden, jeopolitik olarak baktığımız zaman bir taraftan büyük güçler arasında farklı boyutlarda bir savaş olacak. Ama ülke içi ve ülkeler arasında kültürel ilişkilere baktığımızda, orada da bir taraftan milliyetçiliğin, ırkçılığın güçlendiği kültür savaşlarının yapıldığı bir yapıya doğru, yani içe kapanmaya doğru gidiyor dünya.

 

ÜLKE İÇİ DEMOKRASİ MÜCADELELERİ VE SEÇİMLER ÖNEMLİ

 

Ama bence hâlâ seçim, mesela Türkiye’deki seçimler bu anlamda önemli. Dünyada sivil toplumun mücadelesi önemli. Demokrasinin tekrardan canlanmasını isteyen bir grup da var. Fakat bu, ülkelerin iç dinamikleri ve o dinamiklerinin sonucunda oluşacak yapılarla veyahut da hükümetlerle olabileceği için jeopolitik yapıdaki olumsuzluğu çözebilecek; global anlamda büyük güçler arasındaki rekabeti dindirmek, dengelemekten ziyade belli ülkelerdeki (belki Türkiye kritik ülkelerden olabilir) dönüşümün aşağıdan yukarıya doğru farklı taleplerde bulunması ve örneğin iklim değişikliğine veya işsizliğe, güvensizliğe karşı mücadele eden (buna demokrasi, güvenlik ekonomi ve iklim dörtgeni deniyor) hükümet yapılarının dünyada barış ve daha fazla istikrar getirebileceği düşünülüyor. Bunu seçimlerde de görüyoruz. Jeopolitik yapı Soğuk Savaş 2.0’a doğru giderken bunun sonuçlarının ne olacağı, biraz da ülke içi demokrasi mücadelelerinin, siyasi mücadelelerin demokrasi ile mi yoksa otoriterlikle mi eklemleneceği tarafından belirlenecek.

 

Aslında sarkaç tarifi yapıyorsunuz biraz. Bir şekilde iki kutbun birçok alanda birbiri ile girdiği mücadeleden bazen bir tarafın bazen diğer tarafın galip geldiği ama her ikisinin de kendi rengini vererek yeni bir geçiş sürecinin oluşumuna katkı verdikleri süreci tarif ediyoruz. Bir yönüyle bazı ülkelerde popülist otoriterlik ön planda iken bazı yerlerde daha demokratik yapıları tetikliyor. Bir sonraki seçimde demokratik bir yapı oluyor. Siz böyle bir geçiş sürecinde çatışan iki kutbun galip gelemeyeceği bir süreç mi yaşanacağını düşünüyorsunuz? Milliyetçilik bağlamında da olabilir, seküler seviye üzerinden de okuyabiliriz…

 

Radikal muğlaklık dediğim noktada, sarkacın umut ile endişe arasında, korku ile değişim arasında çok hızlıca gidip geldiği bir yapıda konuşuyoruz. Bunun ne kadar süreceğini, nasıl sonuçlanacağını tam bilmiyoruz. Hakikaten bir tarafta ekonomi, güvenlik, demokrasi, iklim temelinde düşünürsek bu dört kıstas içerisinde; örneğin Amerika’da Trump’ın seçimi kaybedip Biden’ın gelmesi umutları artırdı, fakat ondan sonra Afganistan’da yapılan büyük hata, arkasından da Ukrayna Savaşı, şu anda bu mülakatı yaptığımız sırada Amerika’da izlediğim kadarıyla Cumhuriyetçilerin (Trump olmasa bile Trump etkisi deniyor) klasik Cumhuriyetçilerden farklı olarak ötekileştirici milliyetçiliği, radikalliği savunduğu bir yapının tekrardan hükümeti ele geçirebileceğini görüyoruz. O yüzden Amerika’nın geleceğinin ne olacağı konusunda Biden’ın kazandığı dönemin umutları çok kısa sürdü ama Demokratlar da kazanabilir; Cumhuriyetçiler kazanacak Trump gelecek demek de doğru değil. İki yılda ne olacağını tam bilemiyoruz.

 

İtalya’ya bakalım, birkaç hafta sonra seçim olacak, o seçimin sonucunda ilk defa demokratlar birleşemediği için sağ kazanacak ama sağın birinci partisi Mussolini’den gelen faşist bir parti olacak. AB’yi kuran altı üyeden biri olan İtalya neo-faşist bir lidere, başbakana sahip olacak. Bunun nedenini ekonomik krizle, göçmen karşıtlığı ile açıklayabiliyoruz. Fransa örneğini vereyim, seçimler yapıldı ve ekolojik hareket kazanır gibi oldu ama Le-Pen, yani aşırı sağ oylarını güçlendirdi. Latin Amerika’da sol bir başkan kazanmıştı, sol başkanın yapmış olduğu tek tek bakınca güzel maddeleri içeren yeni Anayasa, büyük bir hezimete yol açtı, reddedildi.   

 

Uluslararası ilişkiler perspektifinden bakınca, büyük güçlerin kafa kafaya geldiği ve büyük güçler arası rekabetin Soğuk Savaş 2.0’a doğru gittiği bir döneme girdiğini söyleyebilirim dünyanın, ama onu söylediğimiz zaman aşağıdan yukarı diğer eğilimlere bakmamız lazım. Nereye kadar gideceği, kimin kazanacağı belli değil, böyle bir muğlaklık içerisinde bütün ülkeler. Demokrasi güçleri de kazanabilir, ülkeler aşırı sağ gibi yerlere savrulabilir.

 

Tarihten şunu biliyoruz, İsaiah Berlin II. Dünya Savaşı sonrası yazdığı tüm eserlerinde savaşı çıkartan temel nedenin bu ötekileştirici, farklı olanı yok edici milliyetçilik olduğunu söylemişti. Ülke için yapılanmalar, ülke içi değişimler, aşırı sağ ile neo-faşist yapılarla özellikle Batı’nın zayıflaması, Batı modernitesinin krizi içerisinde çok ciddi şekilde kırılma yaşayabileceği; bir tarafta Çin, Rusya, Türkiye gibi, yani Batı dışının çok güçlü olduğu ve onun farklı kombinasyonlarda bir araya geldiği, Batı’nın zayıfladığı ama kendisini bu anlamda koruyabileceği büyük bir güvenlik ekseninde çok sorunlu bir yapı oluşabilir. O yüzden ülke içindeki bu mücadelenin Fukuyama’nın söylediği “Batı demokrasidir, bunun dışındakiler otoriterdir, burada demokrasi kazanır” gibi algılanmaması gerekir. O tamamlıyla Batı’nın yaptığı hatalardan başka biri. Kendi iç demokrasi eleştirisini yapmadığı zaman esasında Batı’nın bu kendi iç sorunu da, oradaki savrulma sonucu çok ciddi anamda dünyayı farklı yerlere götürme potansiyeline sahip. Demokrasiye de gidebilir, yeni yapıya da gidebilir. Bilimsel veri temelinde baktığımız zaman gelişmelere, bütün ülkelerdeki karşılaştırdığımız küresel ölçekteki verilerle gelişmelere bakınca hakikaten endişe sahibi olabileceğimiz bir yapıya da gidebiliriz.

 

TRUMP MI TRUMP ETKİSİ Mİ?

 

Tam da aslında Türkiye için de hayati bir noktaya geldiniz, ondan önce şunu sormak istiyorum. Küresel olarak demokrasi fikri, milliyetçilik, liberalizm ve sol nereye gidiyor? Popülizmin sembol yüzleri olan Trump ve Johnson’ın her  ikisi de sahneden çekildi. Bunu popülizmin zemin kaybı mı yoksa karakter değişimi olarak mı okumalıyız? Oradan da Türkiye’ye gelmek istiyorum, Türkiye bu tartışmalarda nereye oturur?

 

Mesela İtalya’ya, Fransa’ya, Macaristan’a, Şili’ye verdiğim referansı; karşılaştırmalı olarak bakınca Trump’ın gitmesi ve Johnson’ın gitmesi olarak görmek hatalı. “Trump mı Trump etkisi mi?”, “Johnson mı yoksa popülist otoriterlik etkisi mi?” diye bakmak lazım. Trump gitti ama Trump etkisi devam etti. Nasıl? Mesela Cumhuriyetçi Parti söylemi ile Trump’ın söylemi, Trump gibi hareket eden tamamıyla ötekileştirici, milliyetçi demagog, gerçek sonrası dünya dediğimiz şekilde hareket eden, öyle bir yapıya doğru gitti. Sizler de biliyorsunuz; Biden’a belki de ABD’nin son transatlantik başkanı olarak bakılıyor. O yüzden “Biden yerine Cumhuriyetçiler kazanacak ama Trump yerine başkası gelecek” dendiği zaman onun Trump’tan ne kadar farklı olacağını biz şu anda söyleyemeyiz. Marksist Derrida’nın çok güzel bir sözü vardır: “Marks’ın hayaleti eşitsizlik temelinde gezer dünyada”. Trump’ın da onun gibi hayaleti var ABD içerisinde. Trump’ın hayaleti aynı şekilde İngiltere’de de olduğu için Boris Johnson gitti, yeni gelen bir Thatcher gibi olmayacak onu biliyorlar. O yüzden yeni gelen kişinin söylemi Johnson’dan daha düzgün olabilir ama fikir olarak İngiltere’nin bugün geldiği nokta olarak çok farklı olmayacak. O yüzden bu popülist otoriter lider temelli, demokrasiden korkmuş, denge-denetleme sevmeyen bir yönetim, yani demokrasinin kendi içini oyan yönetim şeklini, seçilmişlerin o demokrasiyi kullanarak kendi hegemonyalarını kurma mücadelesi olarak görüyoruz. Bence o etki çok daha önemli.

 

Şahısların çekilmesi, temelde popülizmin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Bu noktada diğer küresel ideolojik, siyasal söylemler; liberalizm, milliyetçilik ve demokrasi fikirleri açısından neler yaşanıyor şu anda?

 

Belki Trump’ın etkisi var ama demokrasinin ne kadar önemli bir değer olduğu da kabul ediliyor, o yüzden de esasında bir demokrasi mücadelesi veriliyor. Bu Amerika’da da, İngiltere’de de, Fransa’da da, Türkiye’de de veriliyor. Diğer ülkelerde de veriliyor. Bir kere bunu demokrasinin ölümü, otoriterliğin kazanması olarak göremeyiz. Popülizmden çıkma süreci de başlamış olabilir. Trump’ın etkisinin ne kadar güçlü olacağını göreceğiz. Biden’ın başa gelmesi onun iyi yöneteceği anlamına gelmedi ki Biden’ın seçimlerden sonra refah devleti temelinde iklim ve istihdam için yapmış olduğu yatırımlar ve devlet kaynakları müthiş orandaydı. Ona rağmen olmadı. Örneğin Şili’de mesela, Anayasa’nın değişmesini herkes istiyor ama oraya kürtaj, çevre hakkı koyulması kafaları karıştırıp Şili’yi değiştiriyor diye bir propaganda ile sağ kazanmış oldu. Biden’ın yaptığı hatalar da var, Britanya’da Johnson’ın yaptığı hatalar da var. Bence mücadele devam ediyor, fakat mücadelenin devam etmesini şöyle görüyorum; küresel anlamda dünya siyasetine bakınca bazen dünya siyaseti bu mücadeleleri etkiliyor bazen de ülke içi mücadele dünya siyasetini etkileme potansiyelini taşıyor. Tam da o noktada bir muğlaklık var. Öyle olduğu için ben son dönemde uluslararası ilişkilerden daha çok dünyadaki seçimlere, seçim sonuçlarına, oradaki mücadelelere bakıyorum. Acaba hakikaten popülizm devam mı edecek yoksa demokrasi güçleri seçim kazanmaya gidecek mi? Örneğin Almanya bir ihtimaldi. Almanya, Ukrayna Savaşı ile sarsılmış gözüküyor ama Alman hükümeti başarısız oldu da diyemeyiz. Onun da ne yapacağını göreceğiz.

 

Savaş ve ekonomi teorilerinde kullanılan “VUCA World” diye bir tanımlama var. Bir kere dünya çok hızlı değişiyor, kompleks de aynı zamanda… Her şeyin hızlı değiştiği, muğlaklığın yüksek olduğu durumda yorumların doğru olmayacağı, o anlamda da kompleksliğin arttığı döneme VUCA World deniyor. Ukrayna Savaşı bunu artırdı. O yüzden, dünyada bundan sonra savaş olacak veya popülizm devam edecek veyahut Amerika’da Cumhuriyetçiler kazanacak demek ne kadar soru işareti getiriyorsa naif olup demokrasiye gidiyoruz, popülizmden çıkıyoruz demek de aynı şekilde. Böyle bir yapıda bunu nasıl yöneteceğiniz çok önemli oluyor. Nasıl büyük güçler arasındaki bu savaş hem güvenlik hem ticaret alanında hem demokrasi hem modernite hem siber alanda hem de ülkeler arasındaki iki görüş, popülizm-demokrasi arasındaysa, bunlar arasındaki muğlaklığı çözmek esasında bir anlamda geleceği yaratacak.

 

Bu, ülkeden ülkeye değişecek. Mesela Macaristan’da Orban kazandı ama muhalefet de kazanabilir. Biden kazandı, başarısız oldu ama son iki yılda u dönüşü yapıp tekrardan kazanabilir. Almanya sarsılıyor gibi ama zor geçecek bir kış dönemine giriliyor, oradan güçlü çıkabilir. O yüzden büyük bir genel bir çerçeve çizmek yerine ülkeler temelinde bakmakta yarar var. Türkiye’deki yapıları da eleştirirken ‘Batı bitti’ değil, Batı değişiyor, zayıflıyor ama Doğu’nun ne kadar güçlendiği ve ne kadar tek tip olduğu da soru işareti. O yüzden Rusya ile ilgili konuşurken de, Çin, İran ve Türkiye ile ilgili konuşurken de dikkatli olmamız lazım. Oralarda da belli mücadeleler yapıldığını söyleyebiliyoruz. Mesela Kazakistan, Kafkas ve Balkan ülkelerinde…. Ortadoğu’da her yerde yapılıyor, onu da gözlemlemek gerek.

 

Türkiye’yi burada nereye oturtuyorsunuz? Demokrasinin geleceği sorusu burada nasıl yankı buluyor? Jeopolitik olarak bir arayış da var. Jeopolitiğin altüst olduğu dönemde Türkiye nerede duruyor? Türkiye bulunduğu küre içerisinde özgünlüğe mi yoksa zamanın ruhunu üzerinde taşıyan bir yapıya mı sahip?

 

Reel politik olarak bakarsak ben dünyayı şöyle de görüyorum; bu radikal muğlaklık içinde, “VUCA World” dediğimiz, her şeyin çok hızlı değiştiği, belirsizliğin yüksek olduğu, yorum yapmada, açıklamada çok zorluk çektiğimiz, karmaşıklığın arttığı bir yerde hem dünya yönetimi hem ülke yönetenler şöyle bir karar alabilir: Biz bunu hakikaten yönetemiyorsak, bize zarar vermeden devam etmesini yönetelim. Bize çok zarar vermesin, o yüzden statüko korunsun diyebilirler. Bence hem Amerika hem Çin temelinde hem büyük güçlerin birbiri ile ilişkisi temelinde hem de ülkelerin kendi yapıları temelinde bu önemli bir eğilim. İktidar temelinde böyle bir karar alınabilir. Eskinin öldüğünü, yeninin de doğmadığını biliyorsunuz, o yüzden yeniyi doğurmak üzerine bir şey yapmak yerine geçiş döneminde var olanı koruyarak, kendimizi koruyalım diye bir yere gidebilir. Amerika’da da, Avrupa Birliği’nde de böyle bir eğilimin olduğunu düşünüyorum.  

 

TÜRKİYE POPÜLİST OTORİTERLİĞİN İVME KAZANMASINDA DA MODEL ÜLKELERDEN BİRİ

 

Bunu söylememin nedeni şu: 2001’den sonra Türkiye’nin model olma tartışması başlamıştı; Batı ile birlikte olan, tam Batı içinde olmayan, AB adayı olan bir ülkede, Müslüman ağırlıklı bir ülkede, İslam ile demokrasi ve ekonomik gelişme birlikte olabilir mi diye yürüyen bir tartışma bu. Ilımlı İslam’a kadar gitti ve büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Başarısızlıkla sonuçlanması nedenlerinden biri Türkiye’nin aynı zamanda bu popülist otoriterliğin başlamasında, belli bir ivme kazanmasında da model ülkelerden bir tanesi olması. Öyle olduğu için de mesela bugün popülist otoriteryenlik denildiği zaman hep Macaristan ile, Orban ile başlıyoruz, devam ediyoruz Trump ile. Seçimleri kazanan Macaristan lideri Orban’ın AB içinde yapmış olduğu konuşmalarda hep söylediği bir şey var, “Beni etkileyen iki lider var, biri Erdoğan biri Putin”. Türkiye esasında demokrasiden sapma, popülist otoriterleşme ve lider temelli yönetimin örneklerinden biri de oldu. O yüzden de Batı ile ilişkilerde, Batı Türkiye’ye bakarken de bu tür tartışmalar yapılıyor.

 

Türkiye’de var olan yapı kazanırsa seçimleri, esasında şu anlamada gelir; Batı buna karşı, “Eski bitiyor, yeni doğmuyor, aradaki dönemi kontrol ederken çok fazla sorun yaşamayalım, o şekilde dengeleme olsun” diyebilir. Ama eğer Türkiye’de seçimlerle birlikte bir değişim olursa ve bu değişim bugün söylendiği gibi demokrasiyle, hukukla, iklimle, küresel ısınmaya karşı mücadeleyle, birlikte yaşama ile (helalleşme söylemlerinin uygulamaya sokulması veya “Altılı Masa” dediğimiz farklı görüşte olanların bir araya gelmesi gibi) Amerika’da Biden’ın kazanmasından sonraki başarısızlığın aksine muhalefet kazanır ve bunu söylediği şekilde yönetime eklemlerse, bence nasıl Türkiye 2001 sonrası dönemde önemli tartışmaların referans kaynağı ise, popülist otoriterleşme tartışmasının referansı olmuşsa, bundan sonraki yeniden demokratikleşme süreci veyahut biraz evvel vurgulanan popülizmin bitmesi tartışmalarının da önemli referanslarından biri olur. O anlamda bence radikal muğlaklığın çok yüksek olduğu böyle bir dünyada, Türkiye her iki rolü de her iki iktidar yapısıyla oynayabilir.

 

Ukrayna Savaşı’nın ve bunun nükleer savaş ile eklemlenme riskinin çok yüksek olmasının bize gösterdiği şeylerden birisi, “bekleyelim görelim, çok fazla değişikliği yapmayalım” görüşünün II. Dünya Savaşı’ndan sonraki Soğuk Savaş’ın güçler arası dengesini tam tersine olumsuz etkileyebileceğidir. Öyle bir denge yok yani. O yüzden ben her zaman bu ikinci görüşün daha hâkim olmasını, yani Türkiye’ye demokrasinin tekrardan gelmesini, Türkiye’nin demokrasi ile birlikte tekrardan birlikte yaşamayı düşünmesini, güvenlik ve iklimle ilgili örnek ülke değil ama önemli referanslardan biri olmasını tercih ederim.

 

Böyle bir küresel yapıda, yorum yapmanın zor olduğu ve karmaşıklığın yüksek olduğu böyle bir dünyanın daha iyiye gitmesindeki önemli ülkelerden biri Türkiye’dir. Bütün bu ekonomik krizler, bütün bu iklim krizi, Ukrayna Savaşı içinde ve Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı sorunlara rağmen, Ukrayna Savaşı’nın altıncı ayında Türkiye’nin tahıl koridoru, Rusya ve Ukrayna’yı bir araya getirmesiyle ilgili sadece Rusya’nın Batı ile ilişkileri değil aynı zamanda post-Sovyet dediğimiz, Kazakistan ve diğer ülkelerde de Türkiye’nin denge unsuru niteliğinin olması, tüm bu özellikleri hesaba katabilirsek Türkiye’nin bir önemli ülke olduğunun altını çizeriz. Ama önemli ülke olmasının yanında daha iyi bir dünyaya eklemlenmesi için Türkiye’nin kendi içinde yönetim tarzında çok ciddi değişikliğe gitmesi lazım. O değişikliği mesela 2001-2002’de yaptı, yani 90’lardaki krizlerden sonra bir istikrar unsuru olarak yapmıştı, sonra demokrasiden sapmanın referansı olarak üzerinde durulan bir ülke oldu. Şimdi de popülizmden çıkma; demokrasi, birlikte yaşama, güvenlik, iklim-küresel ısınma gibi sorunları daha fazla ciddiye alan bir dünyaya dönük olarak yeninin yapılanmasında Türkiye bence çok önemli rol oynayacak ülkelerden biri, tabii kendi içinde değişimini sağlarsa.

 

O yüzden de “Batı, Türkiye’ye nasıl bakıyor” dediğimiz zaman bu iki görüş de Batı’nın önünde. Fakat ilk başta söylediğim modernite krizi ve Batı’nın zayıflaması veyahut da Batı’nın o 1945 sonrası sisteminin artık işlerliğini kaybetme derecesinin yükselmesi bağlamında Batı’nın Türkiye’ye yaklaşımı da bunun bir göstergesi. Çünkü her ikisine de gidebilecek bir Batı var. Batı her iki tartışmayı da yapıyor, çok işlevsel, çok fonksiyonel bir Türkiye yaklaşımı içinde, ama şunu da biliyoruz ki bunlar yaşadığımız sorunlara çözüm değil. Daron Acemoğlu’nun güzel bir çalışması vardır, salgından sonraki dünya nereye gidecek diye. Onun opsiyonlarından biri; “Aman çok fazla bir şeye dokunmadan, bize de zarar vermeden bugünü kontrol edelim.” Buraya giderse ki eğilim o yönde ama salgının arkasından Ukrayna Savaşı’nın gelmesi ve tetiklediği gıda krizinden başlayarak İtalya’dan Şili’ye kadar aşırı sağın çok güçlenmesi gibi sorunlar bence artık; çare olmadığını ve zamanın da çok kısaldığını gösteriyor. Ama böyle bir sarkacın gidip gelebildiği şudur diye yorum yapmanın çok zorlaştığı bir dönemden geçtiğimizi söyleyebilirim.

 

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.