“Burası Çok Önemli”
İktidarın mühendislikle yetinmeyip yeni partiler ihdas etme, partilerin içini karıştırmak için yeni atraksiyonlar geliştirme, değiştiremediği kuralların da etrafından illegal tarzda dolanmaktan başka çaresi kalmamış görünüyor. Mühendisliğin, 6’lı masada zaaf oluşturup ittifakları anlamsız kılma çabası içerdiği, masanın motivasyonunu da kırmaya çalıştığı açık. Lakin bu durumun ters tepme potansiyelini de içinde barındırdığı vakıa. Küçük partiler için daha esnek alanlar açacağı, farklı ittifaklar için yeni zeminleri getireceği de vakıa.
- BAHADIR KURBANOĞLU
- 21 Mart 2022

Her ikisi de çok önemli. Berat Albayrak’ın yeni çıkan kitabı da, yeni Seçim Kanunu taslağı da. Aslında ikisi arasında güçlü bir korelasyon söz konusu.
Türkiye; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçtiği günden bu yana, ekonomi ve enerji gibi çok önemli iki alanda tek yetkili; bununla da kalmayıp güvenlik başta olmak üzere bürokrasinin her alanında sistemin “demir eldiveni” konumunda olan Berat Albayrak’ın (BA) şahsı manevisinin ve aynı ekolün zihindaş kadrolarının sistem üzerinde hâlâ etkili olduğu bir dönemi yaşamaya devam ediyor. Araya birkaç aylık fragman dönemler girdiyse de bu hep böyle oldu. Atılım sözleri, 2023-2053 hedefleri, iç-dış sorunların tümünü çözmenin reçeteleri, kendisinin kılavuzluğunu yaptığı alanlar için söz konusu oldu.
“Cesurdu”; nitekim sistem içinde ondan başkası ‘af’fının zamanına ve şekline karar veremedi. Fiziki varlığı, etkisi ve fikirleri Türkiye’nin nasıl bir sistemle yönetildiğinin özeti olurken, gidişi de yine sistemin özünü ortaya koyar nitelikteydi. Kendisi kenara çekildi ama hayata bakışı, tecrübeleri, icrai özellikleri, bedeli ne olursa olsun inatla savunulan görüşleri baki kaldı. “Yapıyoruz”, “yapacağız” denilen her vaat, onun yegâne sorumlu olduğu alanlarla ilgiliydi. Fikirleri, düşünceleri, ideolojisi mikrofon önünde, prompter’den okunsa da icra sahasında hep o vardı.
Lakin, belli ki engellenmek isteniyor, eli kolu bir yerlerden bağlanmaya çalışılıyordu. Politikalarının karnesi içte ve dışta hak etmediği notlara maruz kalıyordu. Sahada da bir şeylerin ters gittiğine dair emareler mevcuttu. Nitekim yeni çıkan kitabında da müsebbipler “dış mihraklar”, “bankaların başını çektiği finans sistemi” ve “yerli işbirlikçi muhalefet” olarak kodlanmıştı. Ancak Instagram hesabından gidişini betimlerken “At izinin it izine karıştığından; hak ile batılı ayırt etmenin zorlaştığı çetin zamanlardan geçtiğimizden ve Cenab-ı Allah’ın sonumuzu hayreylemesi gerektiğinden” bahsetmişti. Kimeydi bu sitemler? Kitabında bahsettiği dış mihraklar ve işbirlikçilerine mi yoksa kendisinin elini kolunu bağlayan, bunaltıp istifaya zorlayan bu sisteme mi? Orası hep muamma kaldı ama gerçek olan şuydu ki; varlığı ile yokluğu fark etmedi ve kuruluşunda büyük hizmetleri geçen sistemik yapı onun mirasını sürdürmeye şevkle devam etti. Giderken kendisinden 26 saat bahsetmeyen medya bile vefasını zaman zaman, özellikle enerji sahasında yaptığı atılımları anarak gösterdi. Siyasetçiler, miras bıraktığı ve kitabında hiç konu etmediği “128 milyar dolar nerede?” sorusunu cevaplayabilmek için türlü atraksiyona başvurup kırk takla attılar. Hatta Ahmet Hakan gibi yazarlar, kitapta bu tür sorulara cevapların yer alıp almadığını sorgulamasalar da kitaptan “şeker notlar” bulup çıkardılar.
Ve fakat, bir yerlerde bir terslik olsa gerekti. Nitekim, günler öncesinden duyuruları yapılan, yandaşlar tarafından “yer yerinden oynayacak” diye lanse edilen kitap, iktidar mahfilleri tarafından beklenen ilgiyi görmedi. Hakkında sade suya tirit birkaç yazı yazıldı. Hatta muhalif kesimler daha fazla ilgi gösterdiler bile denebilir. Acaba bunun sebebi artık oyunun içerisinde olmayışı olabilir mi? Ya da kitabın girişinde, kendisinin başarılarına “vesile” olduğundan ötürü Cumhurbaşkanını andığı bölüm dışında kitabın hiçbir yerinde ‘O’ndan bahsetmemesinden kaynaklı olması mümkün mü? “Giderken arkasında, Erdoğan’ın siyaset yapmasını ciddi manada engelleyen hatırı sayılır bir fatura bıraktığından ötürü olmuş olabilir” desek, “O halde neden aynı çizgi inatla devam ettirildi?” diye başka bir soruyla yüzleşmek zorunda kalırız.
Sorular çok tabii ki! Mesela giderken altını çizdiği “At izi it izine karıştıysa, sonumuz Allah’a havale edildiyse”, yani işler kendisinden sonra iyiden iyiye rayından çıkıp ülke iflah olmaz hale gelecektiyse, kitapta müjdelenen 2030 da neyin nesidir? Kendisinden sonra Allah’ın sonumuzu hayreyleyeceği iyi icraatlarda mı bulunulmuştur, yoksa gitmeden evvel öyle köklü temeller atmıştır ki, bunlar şimdi görünmese de 2030’lu yıllarda mı neşvünema bulacaktır? Ya da mesela, bu kadar önemli icraatlara dış engellere rağmen cesaret ve kararlılıkla atılmış bir “şahsiyet”ten bir sistem neden istifade etmeyi sürdürmez?
Siyasi hatıratlar önemli ve değerlidir; dönemin kısmi bir resmini sunar; okuyucuya döneme ilişkin beklenmedik ipuçlarını yakalama imkânı sağlar. Tabii basımından önce kuşa çevrilmemişse! Basımından önce pek çok hesaplaşmanın içinde yer alacağı ilan edildikten sonra, bir hatıratta tek bir isim dahi geçmiyorsa, insan işkillenmeden edemez. Lakin bu durum da, yani kitabın muhtevası, değin(ebil)dikleri ve değin(e)medikleriyle, insanda PR algısı dışında hangi intibaı bıraktığı sorusu da aslında bize yine döneme ilişkin ipuçları sunar.
Üzerinden çok fazla zaman geçmediği için bu “hatırat” ve yazarıyla ilgili şu rasyonel sorulara odaklanmak daha faydalı olur: Neden siyaseti ve medyasıyla bir sistem, bunca iyiliği memlekete kazandırmış bir şahsiyete irabta mahalli yokmuş gibi davranır? Anlatıda mı sorun var, yoksa anlatı ile gerçekler arasında kopukluk mu? Öyle bile olsa, zamanında etrafında pervane olunan bu şahsın kitabı -hiç olmazsa gazeteci merakıyla- insaflı bir değerlendirmeyi hak etmemekte midir? Dahası; bunca icraatın kaderi, siyaseten yokluğun ardından bir kitapla duyurusunu yapmak mı olmalıydı? Peki ya özellikle ekonomi alanında yapılan bunca icraat, memleket insanına neden gereken faydaları sağlamadı? Ortada bir vefa sorunu mu var yoksa? Eğer gerçekten fayda sağlamış olsaydı, başta iktidar tabanı olmak üzere geniş kitleler onun yokluğuna ah vah etmezler miydi?
İnsan, bir yönüyle de şöyle düşünmeden edemiyor: Ortak aklın, şeffaflık, denetim, liyakat ve hassaten hesapverirliğin dışlandığı bu sistem olmasaydı; “Ben Yaptım Oldu”nun bahşettiği kibir; hesap vermeden çekip gitmek; giderken elinden oyuncağı alınmış şımarık çocuklar gibi gönül koymak; böyle bir şımarıklığı, kendisinden başka hiç kimseye nasip kılınmayacak bir zaman diliminde gerçekleştirmek; hâlâ dönüp PR çalışmaları yapabilecek yüz bulmak mümkün olabilir miydi?
Yönetme Kabiliyetini ve Siyasi Meşruiyeti Bitiren Miras
“Hatıratlar önemlidir” demiştik ama dönemleri kavramak açısından tek başına yeterli değildir. Nitekim kitabı okuyanlar da, mesela enerji politikalarında hangi adımların atıldığına dair bilgiler edinmekle birlikte, bunların kimler, hangi isimler vasıtasıyla yapıldığına değil, sürekli birinci tekil şahıs zamiri eşliğinde gerçekleştiğine şahitlik edecekler. Böylelikle “İkinci Adam” olma imtiyazının da sadece mezkûr dönemde değil 20 yıllık süreçte de, kendisinden başkasına niçin tanınmadığını sorgulayabilme imkânı elde etmiş olacaklar.
İşte bu yüzden gelecek nesiller, yarınlarda bugünleri sorgularken, kendisinin de ekiminde yer aldığı tohumların siyasi tarihimize kattığı acı tecrübeleri daha geniş bir çerçeveden anlayabilmek için başka hatıratlara, Meclis zabıtlarına, iç ve dış politikamızla ilgili yazılıp çizilenlere, demokrasi deneyimimiz ve ekonomi tarihimiz açısından kayıp kazançları değerlendiren akademik literatüre, sistemin geniş toplum kesimlerinde yarattığı etkileri değerlendiren çalışmalara göz atmak durumunda kalacaktır. Böylelikle, sonradan ortaya çıkması muhtemel başarılara 2022 yılında yazdığı kitapla sahip çıkma niyeti ile hesap vermekten kaçındığı ve kitabına almadığı icraatlarını (ve bu icraatlara zemin oluşturan zihniyetini) karşılaştırmalı olarak okuma imkânına sahip olacaklar. Dolayısıyla, 2030’a kadar oluşacak muhtemel ekonomik ve toplumsal gelişmelerin, onun Çin ve Rusya’daki otoriter örneklere atıfla “demokrasi kültürü gelişmeden de ilerleme olur, dünyada da örnekleri var” zihniyetiyle mi gerçekleştiğini, yoksa “hukuk ve adalet zemini sağlamlaştırılmadan, özgürlük ve demokrasi kültürü gelişmeden nitelikli ilerleme/büyüme/gelişme olmaz” tecrübesinin mi ülkeye fayda sağladığını da değerlendirme imkânına kavuşmuş olacak. Kim bilir belki de o dönemler geldiğinde, bu yıllara ilişkin bu soruları sorma ihtiyacı da ortadan kalkmış olacak. Yeni nesiller çoktan rotasını tayin etmiş olacak. Bizler gibi, Özal’ın Kur Korumalı Mevduat konusundaki uyarılarını dinlemeyip o kötü mirası tekrar etme hatalarına karşı efsunlanmış bir nesil ortaya çıkacak; kim bilir?
BA’nın kitabında bahsedemediği, ancak süreci gözleyenlerin ortak akla dayalı objektif okumalarıyla ortaya konan bedellerin üretimi, yakın geçmişin kümülatif faturası, siyasetin meşruiyet alanındaki daralmalar, sistemin işleyişindeki yapısal deformasyon, kurumların işlevsizleşmesi, kurumsal hafızanın törpülenmesi, yönetim kabiliyetinde yaşanan travmalar, dejavu’lere maruz bırakılan sosyo-politik tecrübeler, -maalesef- hiç de şaşırtıcı olmayan yeni Seçim Kanunu’nu ve muhtevasında şeffaf biçimde görülen siyaset mühendisliğini önümüze koymuştur.
Bu Seçim Kanunu aslında bir itiraftır. Tıpkı İnsan Hakları, Adalet, Ekonomi gibi alanlardaki reform paketlerinin muhtevasının birer itiraf hükmünde oluşu gibi. O içerikler aslında sistemin karnesini ortaya koymaktaydı. Neleri yapıp değiştireceğini değil, neleri yapamadığını ihtiva etmekteydi. Hepsindeki ortak sorun da “yapmak isteyip istememekte” düğümlenmekteydi aslında. Ya da sistemin “yapma iradesi gösterme kabiliyetinin kalıp kalmadığı”ydı asıl mesele.
İşte o iradeyi ortaya koyup koyamamak, sizin siyasal ve ahlaki yolculuğunuzu ve meşruiyetinizi de belirlemekte aslında. Faturası toplumun geniş kesimlerine çıktığı gibi; dönüşü olmayan bir yolda olmanın sıkışmışlığı, o sıkışmışlıktan kaynaklı yanlışların çoğalmasını, meşhur deyişle “velev ki” bir süre sonra doğru/sahih olanın farkındalığı oluşsa bile çoğalan yanlışlardan, kemikleşen yapılardan, üzerinden kalkılması güç günah galerilerinden ötürü, rotayı çark ettirmek de mümkün olmamakta. Mesela gerçekten hukuk devleti olmak istiyor muyuz istemiyor muyuz? Yoksa hukuk devletinin siyasi iradeyi baskılayıp zayıflatacağını, bunun da gücü törpüleyeceğini mi hesap ediyoruz? Keşke soru bu kadar basit olsaydı. Şunu da ardına eklemek lazım; Sisteme/Gemiye doluşturduğunuz bürokratik kadrolar, o kadroların zihniyet yapısı ve sırtlarını dayadıkları siyasi çizgiler, soruya doğru cevaplar üretmenize izin verirler mi acaba?
Bu Zihniyetle Kim Kazansa Kaybeder, Ülkeye de Kaybettirir
Keşke BA, sistemden uzak kaldığı ve nefsini hesaba çekebileceği geniş zaman dilimine sahip olduğu bu vasatta yukarıdaki muhasebeyi yapabilseydi mesela. İşte o zaman kitaba baskı yetiştirebilmek mümkün olmazdı. Hiç kimse fiyatına falan da bakmaz, “280 küsur sayfalık bir kitabın üzeri fiyatı neden 50 TL?” diye de sorgulama ihtiyacı hissetmezdi. Kitap dostları bilir ki eğer muhteva sağlamsa, kimse zaten fiyat sorgulamasına kolay kolay girişmez. Hatta içinden geçtiğimiz ve BA’nın da temelinde katkıları büyük olan bu sistem yüzünden insanların alım güçlerinin ciddi manada düştüğü bu zeminde bile.
BA, kişisel PR sayesinde tarihe kayıt düşmesinin kendisine bir siyasi gelecek sunup sunmayacağı beklentisinde midir bilinmez ama, inşasında rol aldığı sistemik yapı ciddi manada can çekişmekte. Bu onun, siyaseti geniş halk kesimleri için yaptığı dönemlerden çark etmenin ardından gerçekleştiği ilk siyasi mühendislik çabası değil, lakin çaresizliğinin son demleri olarak da okunabilir. Bu tespiti, kimlerin ince hesaplarının tutup tutmayacağı, seçim kazanma-kaybetme, yüzdelerin kimin lehine-aleyhine olacağı kehanetinden ötürü yapıyor değiliz. Bahsettiğimiz husus zihniyetsel! Bu zihniyet ve onu besleyen sistem sürgit devam ettiği müddetçe ülke açısından bir kazanç söz konusu olmayacaktır.
Önemli Olan Siyasal Mühendislikleri Değil, Köhnemiş Zihniyeti Aşmak
Bugünlerde siyasal mühendislikler tarihi üzerine çokça yazılıp çizilmekte. CHP dönemi açık oy gizli tasnif, DP dönemi değişen seçim kanunları, 12 Eylülcülerin maharetleri, Özal’ın siyasi yasaklı liderlerin dönüşünü engelleme çabaları, 28 Şubat, Erdoğan’ı siyasi yasaklı kılma çabaları, HDP geleneği üzerinde oynanan oyunlar, tümünün ortak noktası, halkın iradesini zayıflatma, seçmenin oyunu muktedirler lehine çalma, siyasal meşruiyet alanını yasallık görüntüsüyle zaafa uğratma çabalarındaki hesaplar ya tutmamış ya da keskin çıkışlarla yok hükmüne sokulmuştur. Siyasal meşruiyeti kaybetmenin neticesi hileli girişimler olmuş ama bunlar bir şekilde toplum kesimleri tarafından püskürtülmüş, oyunu kurallarıyla oynayanların aleyhine gelişmeler sadır olmuştur.
İşin kötü tarafı, hileli girişimlerde bulunma kudretine sahip olanları destekleyen kitleleri de gayrı ahlaki vaazlarla günahlara ortak etme çabasıdır. Bunu da medya üstlenmektedir. Bugün ortaya konan siyasal mühendisliği reisin dahiyane aklının bir ürünü gibi yansıtan medya organları da bu kirlenmenin baş müsebbipleri olarak tarihteki yerlerini almışlardır. Dün de böyleydi. 31 Mart yerel seçimlerinde “seçimlerde hile var” söylemiyle haftalarca kamuoyunu iğdiş eden zihniyet sahipleri, bugün “yeni” adı altında ortaya konan seçim kanunlarını dehaya ve temsilde adalete hamlededursunlar, “Seçime hile karıştırmayı planlamıyorsanız, sandık kurulu üyeliğini niye zorlaştırmak istiyorsunuz? En kıdemli hâkimin seçim kurulu başkanı olmasının bugüne kadar nasıl bir sakıncası görüldü?” sorusu, “Gizli sayım günlerine geri mi döneceğiz?” sualine eşlik ediyor.
Bunun cevabı maalesef öyle 70 yıl öncesinde falan değil. “Sandıkta darbeyi kim örgütledi. Türkiye tıpkı Gezi kalkışması, 17/25 Aralık, 15 Temmuz’da olduğu gibi 31 Mart’ta da sandık üzerinden darbeye maruz kaldı. Kirli ittifak yürüten organize çete hile ve hırsızlıkla sandıkta millet iradesine darbe yaptı” diye olmayan yangın yerine benzin taşıyan medyanın vaveylalarının sonunda Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK), ‘sandık başkanlarının atanması’yla ilgili teknik bir gerekçeyi ileri sürüp seçimleri iptal etmek zorunda bırakıldığını; seçimlerin iptaline karşı çıkıp şerh koyan Yüksek Seçim Kurulu başkanının bilahare emekliye ayrıldığını; Kurul’un başkanlığına “seçimler iptal edilmeli” diyen üyenin seçildiğini; seçimleri iptal ettiren YSK üyelerinden birinin Danıştay Başkanlığı’na getirildiğini; aldıkları kararlarla iktidarı öfkelendiren ilçe seçim kurullarındaki hâkimlerin kararnamelerle cezalandırıldığını hatırlatmak yeterli olsa gerek.
Bu gerçekleri çok yakın bir geçmişte yaşamış olmamız ve muhtemel değişikliklerle birlikte dejavu’sünün imkân dışı görülmeyişi, maalesef bahsettiğimiz siyasal meşruiyet yitiminin getirdiği, oyunun kurallarını kendine yontma motivasyonu ve o yakın geçmişin propagandistlerinin hiçbir ahlaki özeleştiriye yanaşmamalarıyla yakın ilgisi vardır. Kuralları kendine yontma motivasyonunun meşruiyetinin ve gayrı ahlakilik hissiyatından sıyrılmanın mottoları da gizli değildir. Özellikle 15 Temmuz atmosferinin, gerçeğin peşinde olmaktan ziyade “kaybetmeme dürtüsü”nün iktidar tabanında ağır basması için kullanıldığı nice örneklere şahit olduk. Toplumun bilinçaltına zerk edilen “savaşın hile olduğu”, “bugün yapılanların benzerlerinin geçmişte de yaşandığı”, “Esenyurt düşerse Kudüs’ün de düşeceği” bildirimlerinin -seçim sonuçlarını lehe çevirmese de- karşılık bulmadığını söylemek doğru olmaz. Öcalan’dan getirilen mesajın, kardeşinin devlet televizyonuna çıkarılmasının terörle işbirliği içinde olan muhalefete karşı hileli bir atraksiyon olması da ahlaki bir sorun oluşturmaz. Sorunumuz gerçekler değil, -içinde geniş kesimlerin maddi-manevi farklı kaygılarının bulunduğu- kaybetme korkusudur. Bu yüzden, sözleşmelere ve hukuka aykırı hileli durumları meşrulaştırmaya yarayan bu kaygının yalanlarla kışkırtılması, içinde çaresizliğin de olduğu kaybetmeme arzusunun en kestirme yöntemidir. Oysa bu şekilde yönetilmek, hayatın sürekli bu akış içinde ilerlemesi ‘birlikte kaybetme’ye sebebiyet vermektedir. Bu bilindiği için, bu durumun ürettiği yüksek maliyetler toplumun gözünden kaçırılmaya çalışılmaktadır. Yaklaşık 2017-2018’den beri de içinde debelendiğimiz sarmal budur. Artık mızrağın çuvala sığmaması ise ne rasyonel ne de ahlaki bir sorundur. Mesela artık, tıpkı yarışın kurallarından (seçim yasaklarından) Cumhurbaşkanının tek başına istisna tutulmasının yasalaştırılması gayretinde olduğu gibi, olan biten toplumun gözü önünde gerçekleşmekte, açık adaletsizlik ve hileli durumun “hile” değil, dini-milli sebeplerden kaynaklı bir “hak” olarak benimsenmesi, etrafına duvar örme ve dış dünyayla irtibatını kesme ihtiyacı hissetmeden toplum kesimlerine salık verilmektedir. Öyle ya; “Eğer hizmetlerimize karşı vefa duygusu törpülenmiş, kutuplaşma siyaseti yetersiz kalmış, oylarımız 10-12 puan düşmüş ve bizden oy çalmak için küçük partiler ihdas edilmişse, biz de onların bizden çalmaya çalıştıklarını telafi için tüm imkânlarımızı harekete geçirip yeni oyunlar ihdas etmekte sakınca görmeyiz!”
Siyasi tarihimizde bolca örneği olan, yakın geçmişte de pratikleri çaresizce serdedilmiş bu mühendislik çabalarına toplumun ne cevap vereceğini bekleyip göreceğiz. “Çaresizce” diyoruz, çünkü bu ince matematiğin her deliğe yama olma imkânlarına sahip olmadığı daha şimdiden sorgulanmakta. Muhalefet henüz ilk şokları atlatmakla meşgul. Muhalefetin eksiği, başka konularda da olduğu gibi iktidarın atraksiyonlarına hazırlıksız yakalanmak. Lakin öyle de olsa senaryo seçenekleri oldukça fazla. Özellikle küçük partilerin oylarının boşa gitmemesi adına çeşitli varyasyonlar eşliğinde yapabilecekleri mevcut. Algoritmalar oluşturmaya şimdiden başladılar.
Bu atraksiyonların “iktidarın kaybettiğini gördüğünün de bir itirafı” demiştik. Geçmişte AK Parti bu tür atraksiyonlara verdiği doğru tepkilerle kazanıyordu. Yani ahlaki meşruiyeti kaybetme trendine girdiğinizde bu gidişatı geri çevirecek olan şey yine siyasi ahlaki meşruiyete ve hukuka bağlı kalmaktır. Neden kayıplar yaşadığınızı dönüp toplumsal kesimlere sormaktır. Mesela Davutoğlu, 2015 seçimleri sonrası pek çok grupla bir araya gelerek “Biz nerelerde yanlış yaptık” görüşmeleri yapmıştı. Bugünkü iktidar ise onca gücüne rağmen bu imkânları kullanma kabiliyetini de çoktandır yitirdi. O halde soru şu: 7 Haziran 2015’te bile AK Parti’ye uyarıda bulunan, uyarısını 31 Mart’ta şiddetlendiren seçmen, bu kez daha şiddetli bir tepki verir mi yoksa seçmenin korkuları ahlaki-hukuki boyutun çiğnenmesine rıza oluşturur mu?
İktidarın bu mühendislikle yetinmeyip yeni partiler ihdas etme, partilerin içini karıştırmak için yeni atraksiyonlar geliştirme, değiştiremediği kuralların da etrafından illegal tarzda dolanmaktan başka çaresi de kalmamış görünüyor. Mühendisliğin, 6’lı masada zaaf oluşturup ittifakları anlamsız kılma çabası içerdiği, masanın motivasyonunu da kırmaya çalıştığı açık. Lakin bu durumun ters tepme potansiyelini de içinde barındırdığı vakıa. Küçük partiler için daha esnek alanlar açacağı, farklı ittifaklar için yeni zeminleri getireceği de vakıa. Mesela iktidar, yeni düzenlemeyle, Deva ve Gelecek partilerinin CHP ve İYİ Parti listelerinden seçime girmelerinin, muhafazakâr seçmen nezdinde itibar kaybı üreteceğini ve beklendiği üzere “%40 + küçük partilerin oyu” gibi bir denklemin burada oluşmayacağını hesap edebilir ama bu hesap ters de tepebilir.
Mesela tarihinde sürekli stratejik davranmaya alışmış, bu kabiliyeti yüksek HDP seçmeninin davranışı, küçük partilerin de içine dahil olduğu hesaplanmayan bir yöne evrilebilir.
Mesela normalde CHP gibi partilerle yakınlaşmayı muhafazakâr seçmen, iktidarın beklentileri üzere okumayıp, bu yeni sistemin, Deva, Gelecek gibi partileri 50+1’in de ötesinde bir metazori sisteme mecbur ettiğini, bunun hazmedilir olduğunu düşünebilir. Daha da ötesi, Gelecek-Deva-Saadet gibi partilerin aralarında kurabilecekleri alternatif ittifakları beklenenin çok üstünde ödüllendirebilir.
Burası Çok Önemli: 6’lı Masa Vizyon İttifakı Olduğunu İspatlamalı
Geçen ay Perspektif’te, 6’lı masanın sadece bir seçim ittifakı olmadığını, sistemik dönüşümünün parametreleri üzerinde anlaşmak için yola çıkmakla beraber, toplumun ana damarlarını oluşturan çizgilerin sosyo-politik kültürünün dönüşümünü de hedefleyen daha geniş bir çerçeveye haiz olduğunu; parti tabanlarını, rövanşizmi içinde barındıran duygulardan arındırmayı hedefleyen, üst normlara bağlı bir kazan-kazan sosyolojisine dönüştürme bilinciyle oluşturulduğunu, güven veren samimi pratiklerle bu vizyonel duruşu topluma mal etmenin her türlü çabadan üstün olduğunu vurgulamaya gayret etmiştik. Şimdi masanın bu meyanda da bir samimiyet testine tabi olduğunu belirtmek gerek.
Nitekim bütün o amaçları içinde barındıran ve “seçim / ara dönem / Parlamentarizm” olarak üç safhaya ayrılan etaplara ilişkin koyulan hedeflerde zayıflamaya yol verilirse, asıl o zaman masadaki partiler tutarsız davranmış olurlar. Türkiye siyaseti ve toplumunun yegâne ihtiyacının, intikamcı hislerden, dejavu’lerden arındırılmış sosyo-politik kültürün dönüşümü hedefine matuf olduğunu vurgulamıştık. Bunun da ancak iletişimin süreklilikleştirilmesiyle mümkün olacağını belirtmiştik. Nitekim, masaya daha baştan olumsuz bakan dar elit kesimleri bir kenara koyacak olursak, masanın demokratik kültürün gelişimine etkilerini, liderlerin çabalarının ötesinde tabana doğru yayılan faydalarının ortaya çıkmaya başladığını bu kısa sürede bile çeşitli örneklerle gözlemlemiştik. Hatta CHP’de Genel Başkan Yardımcısı olan Bülent Kuşoğlu gibiler katıldıkları programlarda sadece kendi tabanlarından iletişim ve etkilenme örneklerini kamuoyuyla paylaşmıyor; kendilerine yakın entelijansiyanın masaya tahammülsüzlüğüne dönük açık eleştirilerde de bulunuyorlardı. Yani masa, matematikten çok daha fazla anlam ihtiva etmekte idi ki; liderler de çerçeveyi böyle çizmişlerdi.
İktidarın farkında olmadan muhalefetin eline samimiyetini ispat edecek bir koz verdiğinin altını çizmek gerek. Stratejik ince hesapları tüm partiler elbette çalışacak. Yeni denklemler onlara bu hakkı fazlasıyla vermekte. Haktan da öte, o hesapları aralarında da gözden geçirecek imkânları kendilerine sunmakta. Ama masanın salt “seçim kazanma” anlamına gelmediğini ispata dönük, duruşlarını bozmadan, ima yollu bile olsa şüpheler oluşturmadan yollarına devam etmeleri gerekiyor. Bu tutum seçmen nezdinde, seçimden sonraki iki safhanın da samimiyetine ilişkin bir turnusol işlevi görecek; umutların başka baharlara kalmamasının da projeksiyonunu oluşturacaktır.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

BAHADIR KURBANOĞLU
