Bütün Yanlış Alternatifleri Tükettikten Sonra
Suudi Arabistan’la, Birleşik Arap Emirlikleri ile, İsrail ile, yakında Mısır ile, belki çok uzak olmayan bir gelecekte Suriye ile ilişkiler normalleştirilirken, Türkiye’nin ulusal çıkarları gerektirmediği halde ideolojik saiklerle başka ülkelerin iç işlerine müdahale edilen bir dönem kapanmış mı olacak, yoksa konu Türkiye’nin cari açığının finanse edilmesiyle sınırlı mı kalacak?
“Amerikalıların her zaman doğru olanı yapacağına güvenebilirsiniz, ancak yanlış olan bütün alternatifleri tükettikten sonra.” Bu söz yaygın olarak Winston Churchill’e atfedilir ancak gerçekte Churchill’in böyle bir ifadesi olduğuna ilişkin bir kanıt bulunmamaktadır. Konumuz bu sözün kime ait olduğu değil, Amerikan dış politikasına yönelik eleştirilerde, daha çok da özeleştirilerde sıklıkla kullanılıyor olması. Bu sözü bu sefer aklıma getiren ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta Katar’da Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile samimi bir şekilde tokalaşması oldu. Bu tokalaşmanın Türkiye ve Mısır ilişkilerinin normalleşmesine yönelik olarak kamuoyunun gözü önünde atılmış ilk adım olduğunu söyleyebiliriz.
Erdoğan-Sisi tokalaşması özellikle muhafazakâr aydınlar nezdinde bir burukluğa yol açsa bu adımı açıktan ve doğrudan eleştiren pek kimse olmadı. Mısır ve Türkiye’nin ikili ilişkilerinin normalleşmesinin olumlu bir adım olduğu konusunda genel bir mutabakat var. Asıl tartışma ilişkilerin bozulmasına yol açan politikalar üzerinden çıktı. Türkiye-Mısır ilişkilerinin nasıl koptuğunu bir kez daha hatırlamakta fayda var.
Arap Baharı ve Ilımlı İslam
Arap Baharı olarak adlandırılan toplumsal hareket 2010 yılının Aralık ayında Tunus’ta patlak vermiş ve başlangıçta özellikle Batı’da olumlu bir heyecan yaratırken geleneksel olarak bölgesinde istikrarı önceleyen Türkiye, konuya ihtiyatlı ve mesafeli yaklaşmıştı. Öte yandan ayaklanmaların yaygınlaşması ve kısa süre içinde Mısır’a da sıçraması ister istemez Türkiye’nin konuya daha fazla ilgi göstermesine yol açmıştı. Ayaklanmalarda siyasal İslamcı grupların ön plana çıkması ise Türkiye’deki iktidar çevrelerinde farklı bir heyecan yaratmıştı. Ayaklanmaların başarılı olması durumunda Kuzey Afrika’da “ılımlı İslamcı” siyasal hareketlerin iş başına geçeceği, bunların Türkiye’den ve AK Parti’den ilham alacağı, Türkiye’nin doğal lideri olacağı bir bölgesel düzenin kurulacağı vizyonu ortaya çıktı ve Türkiye bundan sonraki adımlarını bu vizyon çerçevesinde attı. Öte yandan iktidarların halk ayaklanması yoluyla devrildiği tüm ülkelerde ılımlı veya değil siyasal İslamcı iktidarların işbaşına gelmesi gerek Batı dünyasında gerekse İsrail ve Körfez monarşilerinde büyük bir kaygıya yol açtı.
Türkiye’nin Arap Baharı sürecinde en açıktan destek verdiği ülke önce Mısır oldu. 2011 yılında Mübarek rejiminin devrilmesinde sonra Müslüman Kardeşler örgütü ve bu örgütün kurduğu Özgürlük ve Adalet Partisi ile Türkiye’deki iktidar partisi olan AK Parti çevreleri arasında çok yakın bir işbirliği ortaya çıktı. Henüz Mısır’daki seçimler yapılmamışken, Türkiye bu seçimlerde taraf oldu, Özgürlük ve Adalet Partisi’nin kazanması için çaba sarfetti. Özgürlük ve Adalet Partisi de Ankara’dan gelen tavsiyelere dikkatle kulak verdi ve büyük ölçüde uydu.
Bütün bunlar olurken Türk dış politikasının komşu ülkelerin iç işlerine karışmama ve özellikle komşu ülkelerdeki ayaklanmalara destek vermeme gibi ilkeleri tamamen göz ardı edildi. Bu ilkeleri hatırlatmaya çalışanlar, Ortadoğu’yu anlamamakla ve konuya Batılı ülkelerin perspektifinden bakmakla suçlandılar. Oysa Türkiye’nin dış politikasının bu geleneksel ilkelerini Cumhuriyet’i kuran ve bundan önce de birçoğu Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’daki topraklarında görev yapmış kadrolar ortaya koymuşlardı. Ateş çemberinden geçmek zorunda kalmış olan bu kadrolar Ortadoğu’yu çok iyi tanıyordu.
Gelgelelim, Mısır’da Özgürlük ve Adalet Partisi’nin lideri Muhammed Mursi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra “kimin haklı olduğu” ortaya çıkmıştı. Uygulanan politikayı eleştirmek artık daha da zorlaşmıştı. Ankara’da özgüven zirveye çıkmıştı. Artık Türkiye’nin haberi olmadan Ortadoğu’da bir yaprak dalından düşmeyecekti.
Mısır’da Darbe ve Türkiye’nin Tutumu
Ama düştü. Haziran 2013’te Mısır’da bu sefer de Mursi karşıtı protestolar başladı ve Temmuz ayının başında Mısır ordusu seçimle işbaşına gelmiş ilk Mısır hükümetine karşı darbe düzenledi. Üstelik darbe yönetimi Mısır Cumhurbaşkanı Mushammed Mursi’yi casusluk dahil çeşitli suçlardan yargılamaya başladı ve Mursi 2019 yılında duruşma sırasında öldü.
Türkiye, Mısır’daki darbeye en sert tepki gösteren ülkelerden birisi oldu. Türkiye ve Mısır diplomatik ilişkilerini karşılıklı olarak maslahatgüzar seviyesine indirdi. Öte yandan Türkiye, Mısır Müslüman Kardeşler örgütüne destek vermeye devam etti. Bu örgütün yayın organları, faaliyetlerini Türkiye’den sürdürmeye başladılar.
Mısır’da protesto gösterileri ile tetiklenen kanlı askeri darbe ve Türkiye’de aksi kanıtlanana kadar benim toplumsal patlama olarak göreceğim Gezi Protestolarının büyük ölçüde eşzamanlı olarak gerçekleşmesi, konuya daha da ilginç bir boyut kattı. Türkiye’deki hükümet bu eşzamanlılıktan kendisine mağduriyet payesi çıkarttı ve Mısır’daki darbe uzun süre Türkiye’deki seçim meydanlarında tema olarak kullanıldı. Türkiye’deki muhalifler ne alakası varsa Sisi’ci olmakla itham edildi.
Yazının bu noktasında bir paragraf açmak istiyorum. Bütün bunlar olurken Türkiye, Suriye’deki iç savaşa da doğrudan müdahil oldu ve Esad yönetimini destekleyen muhalefete açıktan destek verdi. Bunun sonucu olarak Türkiye-Suriye sınırı flulaştı. Bir dönem bu sınırı sadece Esad rejimine karşı savaşmak üzere başka ülkelerden Suriye’ye gitmek isteyenler değil, Esad rejiminin zulmünden kaçmak isteyen sığınmacılar da sınırsızca kullandı. Bunun sonucu olarak 4 milyonun üzerinde Suriyeli sığınmacı Türkiye’ye yerleşti ve böylece Suriye iç savaşı Türkiye’nin bir iç meselesi haline geldi. Suriye ve Irak’ta IŞİD sorunu ortaya çıkarken Ankara bu konuyu yeterince ciddiye almadı, ta ki IŞİD 2014 yılından itibaren doğrudan Türkiye’de terör saldırıları gerçekleştirene kadar. Türkiye Suriye iç savaşına destek verip Suriye’nin istikrarsızlaşmasına katkıda bulunurken bunun sonucunda Türkiye’nin sınırları önce IŞİD daha sonra da PKK’nın Suriye kolu tarafından kontrol edilmeye başlandı. Bu sefer Türkiye’nin elinde Suriye’ye doğrudan asker sokmak dışında bir seçenek kalmadı. Bugün Türkiye’nin devirmeye çalıştığı Beşar Esad hâlâ Suriye’nin başında ve Cumhurbaşkanı Erdoğan kendisiyle görüşebileceğini ima etti. Parantezi kapatıp Mısır meselesine geri dönüyorum, zira Suriye meselesi bu yazının kapsamını aşar.
Genel olarak Arap Baharı konusuna, özel olarak da Mısır’a yönelik yaklaşımı, Türkiye’nin başına çok daha büyük sorunlar açtı. Türkiye kendisini Suudi Arabistan’ın bölgesel ağının hedefinde buldu. 2019 yılında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Fransa, Filistin Yönetimi, İsrail, İtalya, Mısır, Ürdün, Yunanistan tarafından kurulan Doğu Akdeniz Gaz Forumu’na Türkiye davet edilmedi. Ayrıca bu ülkelerin bir kısmı, aralarında yaptıkları deniz yetki alanları anlaşmalarında Türkiye’nin çıkarlarını göz ardı ettiler. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da ve Doğu Akdeniz’de kendisini dışlanmış bulan Türkiye, Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını korumak için meseleyi askerileştirmekten başka yol bulamadı.
Bir hususu teslim etmek gerekiyor, Türkiye gerek Suriye’ye yaptığı askeri müdahalelerle gerekse Doğu Akdeniz meselesini askerileştirerek kendisini dışlayan denklemleri bozdu. Ancak bunun Türkiye’ye yönelik diplomatik maliyeti de büyük oldu.
Normalleşme Girişimleri
İşte bu maliyetin farkına varan hükümet 2020 yılından itibaren normalleşme girişimlerine başladı. Cemal Kaşıkçı’yı İstanbul’da hunharca katleden Suudi Arabistan’la, 15 Temmuz darbe girişimini finanse etmekle itham edilen Birleşik Arap Emirlikleri ile ve son olarak İsrail ile ilişkiler normalleştirildi. Mısır işi ağırdan alıyor olsa da şimdi Mısır ile de normalleşmeye ilişkin ilk adımların atılmakta olduğunu anlıyoruz. Ve tabii Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Suriye Devlet Başkanı Esad ile görüşme olup olmayacağına yönelik bir soruya verdiği “Siyasette küslük, dargınlık olmaz. Eninde sonunda uygun şartlarda adımları atarız” şeklindeki cevaptan bugün için olmasa da gelecekte bunun gündeme gelebileceğini anlıyoruz.
Türkiye doğru olanı yapıyor, ancak maalesef bütün yanlış alternatifleri tükettikten sonra. Bu arada Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkilerin normalleşmesinin ardından bu iki ülkenin Türkiye’yi kısa vadede rahatlatacak SWAP anlaşmalarının yapılması, Erdoğan’ın Sisi ile verdiği fotoğrafın hemen ardından Suudi Arabistan’ın Türkiye Merkez Bankası’na 5 milyar dolar mevduat yatıracağı haberinin gelmesi gözden kaçmıyor, tabii Esad’la görüşme hikâyesini önce Putin’in gündeme getirdiği ve son zamanlarda Rusya’nın Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın brüt döviz rezervini iyileştirmeye yönelik kısa vadeli adımlar atmakta olduğu da. Bütün bu normalleşme adımlarının bir şekilde döviz transferi ile ilişkili olması gösteriyor ki, Türkiye’nin kararlarında içinde bulunduğumuz ekonomik durum etkili oluyor.
Peki bütün bu olan bitenden ders aldık mı? ABD Başkanı Biden, Afganistan’dan çekilme kararını açıklarken şunu söylemişti: “Bu karar sadece Afganistan ile ilgili değil. Başka ülkeleri dönüştürmeye yönelik büyük askeri operasyonların yapıldığı bir dönemi sona erdirmekle ilgili.” Suudi Arabistan’la, Birleşik Arap Emirlikleri ile, İsrail ile, yakında Mısır ile, belki çok uzak olmayan bir gelecekte Suriye ile ilişkiler normalleştirilirken, Türkiye’nin ulusal çıkarları gerektirmediği halde ideolojik saiklerle başka ülkelerin iç işlerine müdahale edilen bir dönem kapanmış mı olacak, yoksa konu Türkiye’nin cari açığının finanse edilmesiyle sınırlı mı kalacak?