Büyüdük Çok Şükür
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi döneminde sergilenen keyfi ve kural tanımaz yönetim, görevlendirmelerde ehliyet ve liyakat yerine lidere kayıtsız şartsız sadakatin ölçü olması, kurumsal yetkinliklerin aşındırılması ve kurumsal hafızaların tahrip edilmesi, büyüdük zannederken bile aslında ülkenin yoksullaşması sonucunu doğuruyor.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçtiğimizden beri ekonomide sıkıntı eksik olmadı. Fiyat artışları özellikle dar gelirliler için yaşamı kâbusa çevirdi. Kur hareketleri lunapark trenlerini aratmıyor. Öyle bir kriz atmosferi var ki ne öldürüyor ne olduruyor. Bütün bunlara sebep hükümetin alışılmış politikalarını bir yana bırakıp iktisat bilimine ve genel kabul gören piyasa uygulamalarına ters yeni bir model arayışı oldu. Hükümet ise geçmişte yapılanların yanlış olduğu kanısında. Klasik politikaların sorunlara kalıcı çözüm getirmediğini, Türkiye’yi ekonomik ve siyasal olarak açmaza sürüklediğini, dahası ülkenin boyunduruk altına girmesine ve ulusal çıkarlarını koruyamaz hale düşmesine yol açtığını savunuyor. Yaşanan zorlukların ise adı “Türkiye Ekonomi Modeli” olarak duyurulan yeni modeli uygulamak, yani aslında ekonomik ve siyasal bağımsızlığımız için ödememiz gereken bir bedel olduğunu iddia ediyor. Zaten kriz gibi görünen hareketler de hükümete göre Türkiye’ye diz çöktürmeye çalışan dış güçlerin kasıtlı saldırılarının bir sonucu.
Bu kadar gürültüye patırtıya neden olan yeni modelin temel hedefi büyüme. Cumhurbaşkanı Erdoğan bunu her vesileyle dile getiriyor. Kurdaki çılgın hareketlere, enflasyonun zıvanadan çıkmasına yol açan faiz indirimleri -her ne kadar zaman zaman dinsel kılıfa büründürülse de- büyümeyi artırmak için yapılıyor. Büyüme önemli tabii. Aslına bakacak olursanız iktisat politikalarının temel amacı toplumun mutluluğunu sağlamak, bunun için de refahını artırmaktır. Bunu sağlayacak olan ise gelirin artması, yani ekonomik büyümedir. Büyüme sayesinde küresel üretimden aldığımız pay artar, gelişmiş ekonomiler ile aramızdaki fark kapanır. İçişleri Bakanı Soylu’nun, 20 gün kadar önce “Fırsatını yakaladık, Batı ile 300 yıllık makası kapatıyoruz” şeklindeki sözlerini bu hedefin ifadesi olarak kabul edebiliriz.
İzlenen Politika Büyümeye Hizmet Ediyor mu?
Bu noktada şu soruyu sormalıyız. Acaba izlenen politika gerçekten yatırımları artırmaya ve büyümeye ne ölçüde hizmet ediyor? Daha önemlisi, iktidarın “Türkiye’yi uçuracağını” iddia ederek seçmenden destek istediği Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin iktisat politikalarının, gelişmiş ekonomilerle aramızdaki 300 yıllık makası kapatma açısından performansı nasıl?
Hafta başında büyüme verisiyle rahatladık. Gayrisafi Yurt İçi Hasıla (GSYH) 2021 yılında reel olarak yüzde 11,0 arttı. Yazının sonunda, konuya aşina olmayanlar için birkaç teknik açıklama yer alıyor.* 2020 yılında toplam üretim ve harcama 5 trilyon 47 milyar TL imiş. Geçen yılın tamamında ise 7 trilyon 209 milyar olmuş. Bir başka deyişle GSYH yüzde 42,8 oranında artmış. Artmış ama bu artışın bir kısmı aslında yaratılan katma değeri üretirken fiyatların da artmış olmasından kaynaklanıyor. 2021 yılında büyümenin yüzde 11’i bu reel büyümeden, geri kalan yüzde 28,7 ise fiyatların artmasından kaynaklanmış. Kim ne derse desin yüzde 11 yüksek bir büyüme. Hele 2018 yılındaki yüzde 2,6’lık, 2019’daki yüzde 0,9’luk ve 2020’deki yüzde 1,8’lik düşük büyüme verisinden sonra hükümete moral olduğu kesin.
2021 yılında ekonominin ciddi bir sıçrama gerçekleştirmiş olduğu anlaşılıyor. Bu sayede Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde geçirdiğimiz son dört yıldaki ortalama yıllık büyüme yüzde 4,3’e yükselmiş oldu. Aynı dönemde cari fiyatlarla gerçekleşen nominal büyüme yıllık ortalama yüzde 23,4 oldu. Dolayısıyla aslında GSYH 2,3 katına çıkmışken bu artışın sadece yüzde 18’i reel/gerçek büyüme oldu. Geri kalan kısım, hormonlu büyümeydi. Fiyatların şişmesinden, yani enflasyondan kaynaklanmıştı. Oyun bozanlık etmek istemem ama burada COVID-19 salgının etkisiyle 2020 yılında ekonominin durgunluk yaşamasının etkisi de var. Sonuçta büyüme, bir önceki döneme göre artış demek. Eh, bir önceki dönemde küresel salgın yüzünden üretim olağandan daha düşük kalmışsa, ardından normalleşme geldiğinde ciddi bir artış olması da anlaşılabilir bir şey. Grafik aslında durumu özetliyor. Sütunlar Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildiğinden beri gerçekleşen yıllık büyüme oranlarını, kırmızı çizgi ise Türkiye ekonomisinin uzun dönemde hesaplanan potansiyel büyüme hızını gösteriyor. En sondaki sütun ise bu yıla ilişkin beklentimiz. Uğruna bu kadar sıkıntıya katlandığımız büyüme hedefi bakımından hükümetin performansının başarılı olup olmadığını birinci grafiğe bakıp herkes kendisi verebilir (Grafik 1).
Söz konusu büyüme olduğunda harcamaların hepsinin etkisi aynı değil. Tüketim harcamaları sadece gerçekleştiği dönemde GSYH’yı artırırken, yatırım harcamaları ekonominin üretim temelini büyütüyor ve geleceği de etkiliyor. Kalıcı büyüme için yatırımlar diğer harcama kalemlerinden daha önemli. Zaten faiz indirimlerini savunurken hükümetin dayandığı argümanlardan biri de bu. Daha düşük faiz daha çok yatırım demek. Yatırımlar artınca da hem istihdam hem üretim artacak, büyüme kalıcı biçimde daha yüksek olacak. Ya da hükümetin düşüncesi bu. Ne yazık ki evdeki hesap her zaman çarşıya uymuyor. AK Parti iktidarının şimdi aslını inkâr edercesine acımasızca eleştirdiği geçmiş dönemlerinde faizler enflasyonun bir hayli üzerindeyken Türkiye’de yatırımlar ciddi biçimde artmış. Tam olarak söylemek gerekirse, faizin enflasyonun üzerinde “yüksek” olduğu 2002-2014 arasında yatırımlar 3,7 kat; “eksi reel faiz” dönemindeki 7 yılda sadece 1/4 kat artmış. Şimdi bu gerçeği ne yapacağız? Sefil bir gerçek uğruna güzelim teorimizden (üstelik “nass”la müeyyed) vaz mı geçelim? Siz en iyisi bu ikinci grafiğe de bakmayın (Grafik 2).
Peki niye böyle? Cevap aslında çok basit. Yatırım yapmak geleceğe güvenmek demektir. Yatırım iştahını en fazla etkileyen öngörülebilirliktir, istikrardır. Ekonominin büyümesi için gereken finansal kaynakları ekonomi yeteri kadar yaratamıyorsa, dünyanın geri kalanından kaynak ödünç almak gerekir. İşte yukarıda bahsettiğimiz ilk dönemde Türkiye bunu çok büyük bir başarıyla gerçekleştirebilmişti. Bunda hiç kuşkusuz Avrupa Birliği ile başlattığı üyelik sürecinin, ekonomi yönetimindeki kurumlarının bütün dünya tarafından saygı ve takdirle karşılanan yetkinliğinin, fiyat istikrarı ve finansal istikrar alanında geçmişe göre nispeten iyi bir konuma gelmesinin, uluslararası hukuka uygun düzenlemeler yapmasının, bölgesinde barışın ve istikrarın simgesi haline gelmesinin etkisi vardı. Sonra… sonra ise işler feci biçimde değişti.
Ne yazık ki TL değer saklama özelliğini uzun süredir yitirmiş durumda. Geçen hafta Kerim Rota durumun vahametini kendine mahsus üslubuyla anlatmıştı. Sadece bundan da değil, uluslararası karşılaştırma yapmak bakımından ülkelerin üretimini küresel para birimi olan ABD doları (USD) cinsinden belirtmek genel kabul gören bir usul. Türkiye’nin 2021 yılı GSYH’sı 802,7 milyar USD. 2020’de ise 716,9 milyar USD idi. Yani üretimimiz dolar cinsinden de yüzde 12 artış kaydetmiş. Buradan doların (yıllık ortalama kuru esas aldığımızda) enflasyon kadar artmış olduğunu anlıyoruz. İtirazlar geldiğini duyar gibiyim. Doğru, yıl başındaki düzeyi ile yıl sonundaki düzeyi iki nokta olarak karşılaştırırsak dolardaki artış çok daha yüksek. Ama 2020 yılı ortalama dolar/lira kuru (USD/TRY) 7,01 idi. Geçen yılın ortalama kuru ise 8,89. Bu durumda artış oranı yüzde 26,8 oluyor ki bu da 2021 yılındaki deflatöre çok yakın. Yani hesap doğru.
İyi de üretime mutlak değer olarak bakmak çok fazla anlamlı değil. Analiz yapmaya daha elverişli, bilgi değeri daha yüksek olan iki ölçü var. Birincisi, Türkiye’nin GSYH’sının -yani üretiminin- küresel üretime oranı. Bu bize toplumumuzun, küresel refahın ne kadarından yararlanabildiğini, göreli refah düzeyimizi gösteriyor. Öyle ya, sizin 100’den 150’ye çıkmanız tek başına fazla bir anlam ifade etmez. Dünya ortalama 100’den 120’ye çıkarken siz 150’yi başarmışsanız, dünyanın geri kalanına göre refahınız artmış demektir ve bu gerçek bir başarıdır. Oysa bütün dünya, özellikle de size benzeyenler 100’den 200’e çıkmayı becermişken siz 150 olmuşsanız aslında geri kalmışsınız demektir. Ekonomik refah ile ilgili analizlerde hep göz ardı edilen bir boyut bu. Teknolojik gelişme ve ticaretin artması sayesinde genel refah artışı oluyor. 1980’li yıllarda lüks olan bir tüketim düzeyi 2020’de düşük gelire karşılık geliyor olabilir. Ayrıca yapısal değişiklikler de var.
Popülist Siyasetin Kandırmacası
Dünyadaki genel refah artışını, teknolojik gelişmeyi, sistemik ilerlemeyi ya da rejim değişikliğinden kaynaklanan sıçramayı kendi siyasal başarısı olarak yansıtma çabası, dünyanın her yerinde popülist siyasetin başvurduğu bir kandırmaca. Bazı ülkelerde başarıya ulaşıyor. Türkiye’de “buzdolabı” ile simgeleşmişti. Ama altyapı yatırımlarından sağlık hizmetlerine kadar birçok alana uyarlayabilirsiniz. Sokak röportajlarında ekonomik durumdan yakınan gençleri “çıkar cep telefonunu bakayım” diye azarlayan edepsizliğinin, hadsizliğinin gerisinde yatan da bu.
1990’da toplam küresel üretim 22,6 trilyon USD idi. 2019 itibarıyla bunun yaklaşık dört katı. ABD’de özel tüketim harcamaları 1990’da 3,8 trilyon iken 14,8 trilyona çıktı. Yani artış oranı aynı. Küresel çıktıya oranla ABD özel tüketim harcamaları yatay seyretmiş. Bir başka deyişle, bugün 30 yıl öncesine göre çok daha fazla tüketim yapan Amerikalı tüketicinin refahı aslında dünyadaki refah artışıyla aynı oranda artmış. 1990’da ABD’de cep telefonu, evlerde Internet bağlantısı çok daha azdı. Muhtemelen son derece lükstü. Oysa bugün çağdaş dünyanın parçası olmak istiyorsanız bir zorunluluk.
1980 öncesinde telefon sistemleri analog iken 1979’da Paris’te yapılan ISS 79 Uluslararası Bağlaşma Sempozyumunda, elektronik santrallarda dijital tekniğin benimsenmesi kararlaştırıldı. Türkiye telefon altyapısını 1983’te kurmaya başladığı için doğrudan en gelişmiş teknolojiyi aldı. 1980’de İstanbul’dan İzmir’deki ailemle konuşmak ciddi bir meseleyken 1985’te yurt dışıyla otomatik telefon görüşmesi yapmak (#99 çeviriyorduk) çok kolay olmuştu. Ama bu, o dönemki yöneticilerin bireysel başarısından daha çok sistemik değişimin sonucuydu. Bir başka örnek de iktidar sözcülerinin dillerinden düşürmedikleri yol-tünel övünmesi. 2000’li yılların başında tünel kazma teknolojisinde çok büyük bir dönüşüm yaşandı ve hem maliyet hem hız konusunda olumlu gelişmeler kaydedildi. Dolayısıyla bu konuda sağlanan ilerleme gerçek olmakla birlikte sağlayan etken teknolojik sıçrama oldu.
Peki ne yapacağız? Gerçek durumu görmek istiyorsak Türkiye’nin GSYH’sının küresel üretim içindeki payına bakacağız. Ne yazık ki burada görüntü pek iç açıcı değil. İktidar yanlıları yine kızacak ama ne yapayım? İşim gücüm gerçeklerle benim. Üçüncü grafiğimiz son yarım yüzyılda Türkiye’nin üretiminin küresel üretim içindeki payını yüzde cinsinden gösteriyor. Gördüğünüz gibi 30 yıl boyunca yüzde 0,50 ile 0,80 arasında iki ileri bir geri yaptıktan sonra 2002’den itibaren istikrarlı bir iyileşme kaydedilmiş. 2009’daki küresel krizin etkisi bir taraf bırakılacak olursa 2007’den 2014’e kadar yüzde 1,2 civarında bir performans sergilenmiş. Bunun bugünkü karşılığı 1 trilyon 140 milyar USD. Bir başka deyişle, hükümet -ilerlemeyi bırakın- sadece Türkiye’nin o dönemdeki görece konumunu bozmamayı başarabilseydi bugün 340 milyar USD daha büyük bir ekonomiyle “trilyonerler kulübü”nün üyesi olacaktık. Ama yapamadılar…
Daha çarpıcı olan ise Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçtikten sonra sergilenen performans. Grafikteki kırmızı dikey çizi Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildiği dönümü gösteriyor. 2017’den sonra toplumun küresel refahtan aldığı pay tepetaklak yuvarlanmış. İktidarın sürekli “aman ha, biz gidersek o günlere döneriz” diye seçmeni korkuttuğu 1970’li yıllardaki düzey ile 2021 yılındaki düzey hemen hemen aynı. Hepsi bu kadar da değil. Kur bu yıl bundan sonra hiç artmasa, ekonomi de hükümetin resmi planlarında öngördüğü kadar büyüse, 2022 yılında bu oran 1975-79 arasındaki dönemdeki düzeyinin de 1998-2000 arasındaki düzeyinin de altına düşmüş olacak (Grafik 3).
Yukarıda iki ölçü var demiştik. Birincisindeki durumumuz sanırım anlaşılmıştır. İkinci ölçü ise kişi başına düşen gelir. Bunda da benzer bir karşılaştırma yapmak mümkün. Türkiye’deki kişi başına düşen gelir, 2005 yılına kadar dünya ortalamasının altındayken o tarihte ortalamayı yakalamış ve ardından ortalamanın üzerine çıkmış. Ne zamana kadar? İyi bildiniz, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçinceye kadar. Dördüncü grafikte iki çizgi arasında görülen dönem Türkiye ekonomisinin dünyanın geri kalanına göre daha iyi performans sergilediği dönem. Uluslararası karşılaştırmalarda Türkiye’nin içinde bulunduğu ülke grubu üst-orta gelirli ülkeler. Dünya Bankası istatistikleri yayımlanmaya başladığından beri Türkiye’deki kişi başına düşen gelir hep bu grubun üzerinde seyretmiş. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildikten sonra tarihinde ilk defa Türkiye bu grubun ortalamasının altına düşmüş. 2021 yılındaki göz kamaştırıcı ama bir o kadar da yüksek maliyetli büyümeye rağmen hâlâ kendi içinde bulunduğu ülkeler grubunun ortalamasını altında (Grafik 4).
“Yükseldik Sanıyorlar, Alçaldıkça Tabana”
Türkiye bir kriz yaşıyor. Bu bir yönetim ve daha da temelde bir zihniyet krizidir. Bu yönetim ve zihniyet krizinin siyasal yansımaları, hukuksal/yargısal yansımaları, toplumsal ve kültürel yansımaları, kentsel ve çevresel yansımaları, sağlık ve eğitim alanlarında yansımaları ve nihayet ekonomik yansımaları var. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi döneminde sergilenen keyfi ve kural tanımaz yönetim, görevlendirmelerde ehliyet ve liyakat yerine lidere kayıtsız şartsız sadakatin ölçü olması, kurumsal yetkinliklerin aşındırılması ve kurumsal hafızaların tahrip edilmesi, büyüdük zannederken bile aslında ülkenin yoksullaşması sonucunu doğuruyor.
İktidar çevreleri Necip Fazıl’ı çok sever, sık sık da ondan alıntı yaparlar. “Muhasebe” şiirinde şöyle bir dize vardır; “Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana”. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemindeki büyüme de o hesap; büyüdük sanıyorlar yoksullaştıkça…
_