Büyük Britanya’nın Uzun Süren Rol Arayışı
İngiltere’nin Brüksel’deki nüfuzu Washington’daki sesini güçlendirirken, Brüksel’deki masada bir yeri olması Washington’daki ağırlığını artırdı. 1980’ler ve 1990’larda Avrupa’da gündemi büyük ölçüde Britanya belirliyordu. Monnet, Britanya’nın aynı hatayı iki kere yapacağını, yani nihayet gerçeği kabullenip AB’ye üye olduktan kırk tuhaf yıl sonra ayrılmaya karar vereceğini, kesinlikle öngöremezdi.
Brexit, Birleşik Krallık’ın pişmanlık duyacağı bir hata. Ülkenin büyüklük sanrıları 65 yıl önce Avrupa Topluluğu kurucu üyeleri arasına katılmayı reddettiğinde kendini aşmıştı. Şimdi de aynı hatayı yapıyor. Brexit geleceği geçmişe götürecek boş bir vaat.
Buna geleceğe dönüş diyebilirsiniz. Yaklaşık altmış yıl kadar önce, yani 1962’de, Harry S. Truman’ın Başkanlığında Dışişleri Bakanı, savaş sonrası ABD’nin nüfuzlu devlet adamı Dean Acheson Britanya’nın dünya meselelerinde kendi için yeni bir kimlik yaratma çabasına dair iğneleyici bir yorumda bulunmuştu. Britanya bir imparatorluk kaybetti diyordu Acheson; ama bir rol bulmayı başaramadı. Onun bu sitemi Londra’da da şiddetli bir biçimde hissedilmiş, Birleşik Krallık’ın 1955’te Messina Konferansı’nda Avrupa Topluluğu kurucu devletleri arasına katılmayı reddine yansımıştı. Birleşik Krallık’ın varsayımı, İngiliz Milletler Topluluğu ile bağlarının ve Washington ile sıkı ilişkilerinin küresel meselelerdeki yerini öyle ya da böyle korumasını sağlayacağıydı. Acheson’un sözleri bu anlamda yaralayıcıydı. Zira daha sonra Britanya Başbakanı olan Harold Macmillan bu sözlerin doğru olduğunu biliyordu.
On yıl sonra Birleşik Krallık Roma Antlaşması’nı imzaladı. Bundan böyle Britanya Avrupa projesine angaje olarak Washington’la sıkı bir güvenlik ilişkisini dengeleyecekti. Peki şimdi ne oldu? Brexit, Acheson’un ifade ettiği gibi, bir kez daha rol arayışında bir devlet bırakarak, Birleşik Krallık dış politikasının Avrupa ayağını etkisizleştirdi.
Popülizm’in Vahameti
İngilizlerin AB’den ayrılma oylaması, önemli bir biçimde, gelişmiş demokrasilerin birçoğunda elitlere meydan okuyan çok daha geniş kapsamlı popülist bir ayaklanmanın parçasıydı. 2016 referandumundan altı ay sonra, aynı dalga Donald Trump’ı Beyaz Saray’a attı. Brexit ve Trump destekçilerinin pek çok ortak yanı vardı. Bunların çoğu küreselleşmenin ve teknolojik değişimin geride bıraktığı küçük kasabalar ve kırsal alanlardan insanlardı. İş güvensizliği ve hiç artmayan ücretlerle karşı karşıya olan bu insanlar, sorumluluğu göçe yükleyen popülistlere açıktı. İçinde bulundukları kötü durum, dijital yeniliklerden ve açık, liberal piyasalardan genel olarak fayda sağlamış olan metropoliten “seçkinler”in refahındaki artışla kolayca karşılaştırılabilirdi.
Bunun yanı sıra, Boris Johnson ve Michael Gove da büyük bir gücün, nüfuzunu koruyan ikinci derece bir ülkeye dönüşümüne dair spesifik ve bilhassa İngiltere’ye özgü duyguları hareketlendirdi. Brexit referandumu, kökleri savaşın akıbeti ve bunu izleyen imparatorluk kaybına uzanan İngiliz istisnailiğinin, bir zamanlar dünyanın büyük bir kısmını yönetirken artık başkalarınca yönetilen bir dünyada yer bulmak durumunda olan bir ulusun ekonomik düşüşü ile çarpışmasına da sahne olan bir mücadelenin, uzun süren bir ulusal kimlik mücadelesinin, son mevzisiydi. 2016 referandumu çerçevesinde yürütülen kampanya süresince Brexitçiler, Britanya’nın “Avrupa”ya üyeliğini bir yenilgi kabulü ve geri çekilme olarak lanse etti. Brexitse bir “kurtuluş” ve “küresel Britanya”da anlam bulan çok daha büyük bir rolden kazanç sağlama vaadinde bulunuyordu. Trump’ın “Yeniden Büyük Amerika”sı gibi bu da nostaljiden medet umuyordu. Brexitçilerin Birleşik Krallık’ın akıbetinin kontrolünü “geri alma” vaadi, Britanya’nın iradesini zorla kabul ettirmek için gambot yollayabildiği eski günleri yad ediyordu.
Niyetler ve Realite Arasındaki Uçurum
Fransız diplomat Jean Monnet, Birleşik Krallık’ın entegre bir Avrupa’da Paris ve Bonn’a katılmaya ilişkin savaş sonrası reddinin “zaferin bedeli” olduğunu öne sürmüştü. Savaş, Fransa, Almanya ve diğer kıta Avrupalılarına ülkeler üstü işbirliğiyle bağlayıcı bir uzlaşı arayışını gerektirmişti. Kömür ve Çelik Topluluğu ve ortak pazar, iktisadi amaçları kadar siyasi hedefleri de olan projelerdi. Britanya, 1940’ta Naziler Avrupa kıtasını istila ederken yalnız kaldığını unutamazdı. Oldukça uzun bir süre, Winston Churchill ve halefleri kendilerini ABD ve Sovyetler Birliği ile birlikte Üç Büyükler’den biri olarak, yukarılarda gördüler.
Savaş ülkeyi tükettiyse de küresel emellerine zarar veremedi. Sezgileri kuvvetli bir devlet memuru olan Henry Tizard kehanette bulunurcasına tehlikenin altını çizmişti: “Biz büyük bir güç değiliz ve bir daha asla büyük bir güç olmayacağız. Biz büyük bir ulusuz; ama büyük bir güç gibi davranmayı sürdürürsek, büyük bir ulus olduğumuz dönemler geçmişte kalacak.” Ne var ki iktidardakiler bunu dinlemiyordu. Avrupa’nın geleceğini tayin etmek üzere Postdam’da ABD Başkanı Harry Truman ve Sovyet Lideri Joseph Stalin’e eşlik eden Churchill Avrupa’da birlikten taraftı – tabii herkes Birleşik Krallık’ın mesafeli duracağını anladığı sürece.
1956’da Süveyş yenilgisi imparatorluğun sonunu ilan etti. 1970’lerde ortaya çıkan denge bir şekilde işe yaradı. Yani Avrupa Topluluğu üyeliğinin yanında, Londra’nın Yunanistan’ı Washington’un Roma’sına karşı oynama arayışında olduğu sıkı bir karşılıklı güvenlik ilişkisi kuruldu. Bu yolda engebeler vardı, özellikle de Başbakan Margaret Thatcher’ın daha adil bir bütçe düzenlemesi için ortaklarıyla savaştığı 1980’lerde. Yine de ABD güvenlik sağladı, Avrupa ise ekonomik fırsatlar sundu. İngiltere’nin Brüksel’deki nüfuzu Washington’daki sesini güçlendirirken, Brüksel’deki masada bir yeri olması Washington’daki ağırlığını artırdı. 1980’ler ve 1990’larda Avrupa’da gündemi büyük ölçüde Britanya belirliyordu.
Monnet, Britanya’nın aynı hatayı iki kere yapacağını, yani nihayet gerçeği kabullenip AB’ye üye olduktan kırk tuhaf yıl sonra ayrılmaya karar vereceğini, kesinlikle öngöremezdi.
Brexit Geçmişin Gelecekte Tezahür Edeceğine Dair Boş Bir Vaat
Üzücü olan şu ki Londra’daki hükümetler hiçbir zaman gerçekten psikolojik olarak uyum sağlamadılar. Brüksel’deki kendi başarılarını nadiren kutladılar. Almanya, Fransa, İtalya ve diğerleri Avrupa entegrasyonunun ulusal avantajının farkına vardılar. Britanya ise Avrupa kulübüne geride bırakılma endişesiyle girmişti. Muhafazakâr Parti’de başlangıçtaki güvensizlik kızgınlığa dönüştü ve Parti’nin Avrupa yanlılarının Thatcher’ın görevden uzaklaştırma mühendisliğinde bulunmasından sonra daha da sertleşti. Avrupa şüphecilerinin pek çoğu Maastricht’te tek para birimi projesi başlayana kadar AB’yi Britanya’ya karşı gizli bir anlaşma olarak görür oldular. Bu konu medyanın öne çıkan isimlerinden Rupert Murdoch ve ülkenin sağcı basını tarafından güçlü bir biçimde dile getirildi. Johnson Brexitçileri savaşa götürdüğünde hakim olan üstünlük ve güvensizlik duyguları bir “kurtuluş” çağrısına karışmıştı. Brexit ve ulusal “egemenlik”in restorasyonu, geleceği geçmişe götürme sözü veren boş bir vaatti.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Johnson’ın “küresel Britanya”sı da tamamen retorik bir kurgudur. Brexit, Britanya’nın asıl ilgisini değiştirmedi: Hukukun üstünlüğüne dayanan ve demokratik değerlerce desteklenen açık, güvenli bir uluslararası düzeni koruma. Ya da Brüksel ile bağları koparma kararı ülkenin coğrafyasını yeniden çizmedi ve tarihini yeniden yazmadı. Britanya’nın güvenlik kaygıları Avrupa’nın güvenlik kaygılarıdır ve yaptığı ticaretin neredeyse yarısı AB iledir. Hal böyleyken yakın bir ilişkinin ekonomik zorunluluğu gün gibi ortadadır.
Yine de bunlar mevcut hükûmetin kabul edebileceği gerçekler değil. Johnson, ekonomik bedelinin ağır olacağı hâlihazırda açık da olsa, Brexit’ten “başarı çıkarma” sözü verdi. Tabii ki Britanya’nın önemli güçlü yönleri var. Dünyanın altı ya da yedinci en büyük ekonomisi olmayı sürdürüyor, nispeten güçlü bir ordusu ve kusursuz diplomasi ve istihbarat servisleri var. BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi. Reel politik zamanla kendini dayatmaya başlayacaktır. Brexit’in anıları silinirken, gelecekteki iktidarlar AB ile daha yakın bir ilişki arayışında olacaklar. Ancak o zaman gelene kadar, İngiltere’nin yine Acheson’un kehanetiyle yaşaması gerekecek.
Bu yazı Robert Bosch Academy sitesinde yayınlanmış olup Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.