Buzdağının Görünmeyen Kısmına Odaklanmak
Çoğu zaman kızlarımızı, gençlerimizi, çocuklarımızı kaybettikten sonra yasını tutmaya başlıyoruz. Onu bile tam beceremeyerek. Yeni yasların yaşanmaması için gerekli tedbirlerin alınmasını, teamüllerin değişmesi gerektiğini hep unutarak. Onların hayatlarını güven içinde yaşayabileceği bir gündelik hayat inşa etmek zorundayız. Bunun ilk adımı da buzdağının sadece görünen kısmına odaklanma kolaycılığından vazgeçmek…
Ülke olarak birçok toplumsal, siyasi olayda olduğu gibi 8 yaşındaki Narin’in katledilmesini de iç kutuplaşmalara malzeme etmeyi, komplo teorileriyle magazinleştirerek bağlamından koparmayı başardık. Maalesef bu artık alıştığımız bir durum… Tek yenilik, daha önce durdukları yerde çıkarları için kimi zaman hakikat eksilterek kimi zaman da ateşi harlayarak büyütenlerin, o yolun yol olmadığını ve tam da böyle krizlerle kutuplaşmayı nasıl büyüttüklerini görmeleri oldu belki de.
Narin’i ölüme götüren atmosferi henüz tam öğrenemedik. Ama ailenin ve neredeyse bütün köyün, hepimizin kanını donduracak şekilde yaşanan bu cinayeti suskunlukla kapatmaya hatta karartmaya çalıştığını çok net biliyoruz. Çoğu kimseye göre yaşananların en büyük sebebi cehalet ve herkes eğitilirse böyle olaylar yaşanmaz. Yaygın şekilde ortaklaşılan bir diğer konu ise; cezaların caydırıcı olmaması gerekçesiyle idam talepleri… Doğrusu iki tavır da çok basmakalıp, kolaycı ve kısıtlayıcı. Tam bir buzdağı gibi önümüzdeki fotoğraf. Suyun üstünde gördüklerimiz çok azı ve onlar böyle kolaycı bir tutumun takınılmasına neden oluyor. Oysa bir de suyun altında görünmeyen kısımlar var ki hem yapısal hem de çok katmanlı sorunlarla dolu.
Kayıp çocuklarla ilgili verilerin karartılmasından cezasızlığa, denetimsizlikten eşitsizliğe, toplumsal kültürde yer alan ‘kan parası’nın hukuk alanında oluşturulan normlarla kanıksanmasına kadar birçok yapısal sorun söz konusu. Cezalar çoğu zaman yeterli olmadığı için değil uygulanmadığı ve infaz edilmediği için caydırıcı değil. Siyasi olaylarda, hukukun sopa gibi kullanıldığı cinayetlerden trafik suçlarına kadar birçok adli olayda iktidara yakın olanlara imtiyazların sağlandığı bir vasattayız. Küçük kızın cesedini nasıl gömdüğünü anlatan sanık bile pişmanlık ve iyi halden kolaylıkla söz edebiliyor. Parası, gücü, imkânı olanın hukuk önünde ‘daha eşit’ olduğuna her geçen gün şahit oluyoruz.
Bitmeyen Dejavu: Cezasızlık ve Denetimsizlik
Çocuk İstismarı ile Mücadele Derneği’nden Yücel Ceylan, Narin dosyasının adaletin sınavı olduğunu savunarak, “Ağrı’da Leyla davası sürecinde, Ankara’da Barolar Birliği’nin düzenlediği, devlet kurumlarından temsilcilerin ve STK olarak sadece bizim davet edildiğimiz çalıştayda şöyle söylemiştim: ‘Eğer Leyla dosyasında cezasızlık çıkarsa, adalet feodal yapının kanunlarına yenilmiş olur ve artık kadınlar çaresiz, çocuklar korumasız kalır.’ Ceza çıkmadı, Leyla faili meçhul oldu, Narin katledildi (duymadıklarımız da vardır)…” diye yazmış.
Feodal yapılara olduğu kadar her türlü güç odağına da yeniliyor kanunlar yıllardır. Cezasızlık sadece çocuk cinayetlerinde değil çok farklı adalet mücadelelerinde karşımıza çıkıyor. Suçu işleyenler yahut ihmalleriyle kayba sebep olanlar, bu suçların-ihmallerin oluşmasına imkân verenler ya da gerekli adalet mekanizmalarını işletmeyenlerin kolaylıkla sıyrılabildiği bir düzlem, aynı kaderin tekrar tekrar yaşanmasına sebep oluyor. Ve biz her seferinde sanki ilk kez yaşanmış gibi tepki veriyoruz.
Cezasızlık kadar sistemin, mekanizmaların işlemesini kişilerin becerisine, liyakatine ve en çok da insafına bırakan denetimsizlik de sorunların yapısallaşmasında çok etkili. Kadına şiddet vakalarından afetlere, eğitimden hukuk mekanizmalarına kadar birçok alanda yaptığımız araştırmalarda gördüğümüz bir şey var ki; var olan sistemin işlemesi gerçekten de kişilerin insafına bırakılmış durumda. Binlerce insanın hayatını kaybettiği depremde; neredeyse tek devlet-yerel yönetim görevlisinin sorumlu görülmediği, sadece müteahhitlerin yargılandığı, onların da büyük çoğunluğunun kolaylıkla cezasızlıkla korunduğu bir ülkede zaten bu konuda başka cümle kurmaya gerek yok. Denetimsizlik bu gibi durumlarda sistemin nerede aksadığını, özellikle de kız çocuklarının korunmasında hangi halkanın eksik-yetersiz kaldığını görmek bakımından önemli.
Şeffaflık İhtiyacı ve Komplo Teorileri
Vakanın diğer tanıdık yönü, ortalıkta dolaşan komplo teorileri ve magazinleştirme oldu. İşin en ilginç tarafı, gizlilik kararı verilen davadaki tanık ifadelerinin dahi medyaya servis edilmesinde yaşandı. İlgili uzmanlar bunun dava sürecini olumsuz etkileyebilecek kadar ileri gittiğini belirtiyor. Bu gibi toplumsal olaylarda doğru ve güvenilir bilginin topluma ulaştırılması, yani şeffaflık politikaları komplo teorilerinin yaygınlaşmasının önlenmesinde etkili. Sinan Alper ve Onurcan Yılmaz tarafından kaleme alınan, Komplo Teorilerine Neden İnanırız? adlı kitap, komplo teorilerine yatkın olunmasının sadece bireysel sebepler değil birçok toplumsal faktöre dayandığını ortaya koyuyor: “Toplumda derin bir güvensizlik yaratan toplumsal travmalar, yolsuzluk, eşitsizlik gibi faktörler komplo inançlarını da artırmaktadır. Bu da anlaşılır bir durumdur, zira hukukun işlemediği, herkese eşit muamelenin yapılmadığı, tarihsel olarak kötü olaylarla dolu bir belleğe sahip bir toplumda, belli grupların bir başka gruba zarar verecek şekilde gizli bazı faaliyetler yürütüyor olması, diğer ülkelere kıyasla, çok daha olasıdır.” Alper ve Yılmaz’ın Narin’in kaybedilmesine suskunlukla destek olan köylüleri o şekilde davranmaya sevk eden topluluk içinde kalma kültürüyle ilgili tespitleri ve bunun değişmesi için vurguladıkları öneriler de üzerine düşünmeye değer.
Medyanın yapısal sorunların gün yüzüne çıkarılmasında, komplo teorilerinin toplumu daha da güvensiz kılmasının önüne geçilmesinde birçok işlevi varken bu gibi olaylarda tam tersine basın kaosu büyütecek bir tutum takınıyor yaygın olarak. Doğruluğu teyit edilmemiş bilgileri yaymak bir yana tıklanma uğruna sansasyonel başlıklar, içeriklerle adeta yalan yanlış bilgiler dolaşıma sokulup magazinleştiriliyor. Yozlaşma örneklerini titizlikle bulup ekrana yansıtan figürlerin ‘ahlak ve hukuk sorumlusu’ olarak itibar gördüğü bir durumdayız.
Ayşenur Ezgi ve Alınmayan İbretler
Narin’le ilgili gündemin içinde başka bir kadının, kızımızın, kız kardeşimizin de hikâyesine tanıklık ettik. 26 yaşındaki Ayşenur Ezgi Eygi’nin şehadeti. Arkadaşlarının anlatımıyla, “Ayşenur, İsrail’in Filistinlilere karşı işlediği savaş suçlarını ve etnik temizliği gözlemlemek ve dünya kamuoyunu bu konuda harekete geçirmek için geldi. İsrail, Ayşenur’u bu yüzden öldürdü.” Kısa ömrüne çok ibret alınacak bir hayat sığdırdı Ayşenur. Özellikle de bizim toplumumuzda örnekleriyle yaygın şekilde karşılaştığımız gibi varlığını ancak düşman üzerinden anlamlı bulanlar, her hakikati kendi hesaplaşmasının malzemesi yapmaktan imtina etmeyenler için ibretler… Herkes kendi baktığı yerden kendine, ideolojisine ve hikâyesine göre bir portre çizse de Ayşenur’dan geriye kalan fotoğraflar, tanıklıklar, sosyal medya profilleri tam da yeni kuşakların birden fazla kimliği, yönü içinde barındırabilecek yapıda olduğunu ortaya koyuyor. Böyleyken yine hakikat eksiltmelerle Ayşenur’un katledilmesini de kendi hesaplaşmasına kalkan etmekten imtina etmeyenlerle karşılaştık çokça. Onun gibi gençlere ülkemizde gösterilen tutum ve muamele zaten durumu anlatmaya yetiyor.
Velhasıl çoğu zaman kızlarımızı, gençlerimizi, çocuklarımızı kaybettikten sonra yasını tutmaya başlıyoruz. Onu bile tam beceremeyerek. Yeni yasların yaşanmaması için gerekli tedbirlerin alınmasını, teamüllerin değişmesi gerektiğini hep unutarak. Onların hayatlarını güven içinde yaşayabileceği ve hayattayken de kıymetlerinin bilineceği bir gündelik hayat inşa etmek zorundayız. Bunun ilk adımı da buzdağının sadece görünen kısmına odaklanma kolaycılığından hem toplumsal kültür hem de sistemsel olarak vazgeçmek…