Çağdaşlaşmanın İki Yüzü: Kamusallığın Dönüşümü ve Ulusçuluk

Bugün itibarıyla gelinen süreçte ülke, gelişmiş demokrasilerden farklı olarak kamusal alanın tam olarak kamusal alan olmadığı bir keyfilik döneminden geçiyor. Bu, sadece bugünün değil, öteden beri devam edegelen çağdaşlaşma süreçlerindeki doğal çatışma süreçlerinin de bir ürünü ve belli bir sosyolojiye dayanıyor.

TÜRK MODERNİZMİ

Türk Modernleşme devirlerinin bugüne de süregelen en temel sorunudur çağdaşlaşma. Çağdaşlaşma, adı üstünde bir süreç, saf bir öz veya olgu değil ve bütün toplumlarda ayrı ayrı süreçlerden geçen bir yolculuk. 

 

Kavram ilk ortaya çıktığında modernleşme kavramının karşılığı olarak kullanılmış ve bizde de muasırlaşma kavramıyla karşılanmış. Zaman zaman “asrîleşme” olarak bir tür yozlaşmayı da çağrıştıran kavram, sadece bir anlam kaymasını değil kavrama yüklenen anlamın halk nezdindeki hakiki bir tespitini ifade etmesi bakımından ayrı bir öneme sahip. 

 

Gerçek şu ki, bizim ilk modernleşme devirlerimizden bu güne neredeyse bütün tartışma ve ayrılıklar bu kavram ve karşıtları üzerinde olmuş. Bazıları buna “Batılılaşma”, bazıları “Gâvurlaşma”, bazıları “Medenileşme”, bazıları “Asrîleşme”, bazıları da “İlim ve Teknolojide Avrupa ülkelerini yakalama”, kısaca “sanayileşme” demişlerse de hiçbirinde kafa karışıklığını giderecek açık bir tanıma ulaşılamamıştır. 

 

Burası böyle olmuştur ama bu kafa karışıklığının zihin ve ruhlarımızda bıraktığı tortular bugün de dâhil bütün nesillerin enerjisini emmiş, hepsinde de kültürel ve toplumsal travmalar bırakmıştır.

 

“Evvel Yoğ İdi İşbu Rivayet Yeni Çıktı”

 

Şu halde biz de aynı soruyu farklı bir şekilde sorabilir ve şöyle diyebiliriz: Bu çağdaşlaşma denilen şeye nasıl ulaşılabilir? “Batılılaşma” yoluyla mı, sanayileşmeyle mi yoksa başka yollarla mı, hangisiyle? 

 

Bizim ilk modernleşme teşebbüslerine bakıldığında buna “ilim ve fende” muasırlarımızın usullerini almak yoluyla ulaşılabileceği şeklinde bir yola girildiği anlaşılıyor.

 

İlk kurulan mektepler ve açılan mühendishanelere bakıldığı zaman bu çok açık biçimde görülür. Bu tavır, çağdaşlaşmanın zımnen de olsa kültürde kendi kalarak bazı usulleri bir tür teknik aparat olarak memlekete getirmek şeklinde anlaşıldığını gösterir. III. Selim, II. Mahmut, Tanzimat, Islahat ve sonraki devirlerin genel karakteristiği budur.

 

Bir de Cumhuriyet’in erken devirleri vardır. Burada işler radikal biçimde değişir. Artık çağdaşlaşmadan anlaşılan belli alanlarda teknik birer adaptasyon girişimi değil, topyekûn bir medeniyet değiştirme teşebbüsüdür. O kadar ki, kültürün en temel unsurları da dâhil her şey sadece günlük hayattan değil resmî alandan da tamamen kovularak geri kalmışlığın irticaî bir kalıntısı olarak kriminalize edilmeye başlanır. 

 

Çağdaşlaşmanın bu ikinci tip yorum ve uygulaması asırlarca genetik hafızamıza işlenmiş ne kadar alışkanlık ve uygulama varsa ayrım yapılmaksızın hepsinin, geri kalmışlığın arkaik bir kalıntısı olarak tarihin bekleme odasına bırakılmasıdır. Bu tip bir çağdaşlaşma bir özentinin de ötesinde yeni bir amentü, tümden kendi kaynaklarına bir sırt çevirmedir. 

 

Gerçi hayatın içinden atılan kültürel malzemelerden bir kısmı artık kullanım değeri olmayan müzelik birer eşyadan farksızdır. Burası doğru, fakat böyle bile olsa bunların hepsinin gündelik hayattan çıkartılması bambaşka bir sonuç doğurdu. O da hepsinin bir anda ve soyut halleriyle nesillerin önünde bir mücevher gibi parlamaya başlaması oldu.

 

Hal böyle olunca mesele bir anda günü geçmiş bazı uygulamalarının yerine yenisini almak şeklindeki teknik bir usûl meselesi olmaktan çıkarak kültürün kimliğine bir saldırı, tecavüz şeklinde anlaşılmaya başlandı. Hiçbir ayrım yapılmaksızın bütün kültürel ögelerin özen gösterilmeden unutulmaya terk edilmesi, eski Rönesans saraylarındaki eşyaların yok fiyatına sağda solda çarçur edilmesine benzer.

 

Bunun gündelik hayattaki tezahürü iyi-kötü ayrımı yapılmaksızın topyekûn bütün modernleşme teşebbüslerini “formalite” parantezi içinde etkisiz hale getirme şeklinde oldu. Bu da Tanzimat’ın yan yana getirdiği dual hayattan birini resmî alana, diğerini de sivil alana hapsetti. 

 

Böylece Tanzimatçıların tereddüdü bir kenara atıldı atılmasına ama bu sefer de bu ikili hayat tarzından biri kayıt dışına, diğeri de formalite parantezine alınarak hayatın dışına itildi. Bu haliyle modernleşme sadece satıhtaki bir formalite işleminden ibaret kalmadı, aynı zamanda zamanı gelince raflara kaldırılacak bir sapma olarak algılandı.   

 

Hayatın Seyri

 

İnkılapçıların tavrı gündelik hayatın seyrini değiştirmediği gibi ikiyüzlülüğü yapısallaştırdı. Bu bilhassa değerler sahasında olsaydı bir dereceye kadar anlaşılabilirdi ama resmî olanın formalite icabı uyulması gerekli sembolik bir zorunluluk olarak algılanması bütün hayat şekillerini ve davranış kalıplarını etkiledi.

 

Bu yüzden hayatın kendisi asırlık alışkanlıklar şeklinde sürmeye devam etti. Bu durumda sahici olarak değişen sadece plastik bir şekilden ibaretti. Zihniyet ve davranışlarda en ufak bir değişiklik olmamış, hayat hükmünü icra etmişti.

 

Bugün görünüşte modern olan hayat şekilleri ve davranışlarından çoğunun bir dokunuşta yerini başka hayat formlarına terk etmesi, çoğu kişi tarafından anlaşılmakta zorlanılıyor. Oysa bunun anlaşılmasında bir tuhaflık bulunmuyor. Olup biten, çağdaşlaşma diye belli bir sürecin ürünü olan hasılayı zorla halka dayatmak ve buna verilen tepkiden ibaret.

 

Devletçi bir gelenekten beslenen Cumhuriyet elitleri resmî alandaki kamusal dil ve çevrim üzerinden yeni bir kültür kodu ve kamusallık alanı yaratabileceklerini düşünmüşlerdi. Gerçi bunda kısmen de olsa başarılı oldular. Bu yöntem bilhassa başlangıç yıllarında bürokratik elitler üzerinde etkili oldu. 

 

Ankara gibi yeni gelişen memur kentlerinde bunun diğerlerine göre daha başarılı olduğu söylenebilirse de zamanla köyden kente yapılan düzensiz göçler bu ivmeyi de tersine çevirdi.

 

Sonuçta bu teşebbüs toplumu dönüştürmek yerine ayrışmayı daha da derinleştirdi.

 

Çok partili hayat ve çarpık kentleşmeyle birlikte geniş halk yığınlarının siyaset üzerindeki etkisi artınca, “millî” olan ne varsa onları da merkeze taşıyacağı iddiasındaki taşra -taşra aslında bütün memleket demekti-, bir hamlede resmî alanı da dönüştürmeye başladı. 

 

Resmî alan yine şekil şartına bağlıydı ama taşranın rengini almış yeni bir resmî alan vardı artık. Fakat kayıt dışına itilen taşra iç ahengine ulaşmış yekpare bir bütünden değil, derme çatma kompartımanlara ayrılmış bölük pörçük parçalar ve cemaatlerden ibaretti.

 

Bu sefer en kötüsü olmuş ve yurttaşla devlet arasındaki mesafeleri eşitleyecek aygıtın kendisi, devlet; bir anda kapalı ilişkiler ağının mücadele sahasına dönüştürülmüştü. Bu pek tabii ki bir anda olmamış, tedricen ve ağır ağır gelişmişti. Nihayet bütün kavga bir demokrasi mücadelesinden çıkartılarak kapalı yapıların devlet üzerinden yürüttükleri bir iktidar mücadelesine dönüştü.

 

Bugünlerde ahbap-çavuş kapitalizmi olarak da literatüre giren yeni ivme, resmî ve yansız kamusallık alanlarının bir anda ahbap-çavuş ilişkilerinin dar ve kapalı ilişkiler ağına kurban edildiği bir kısırdöngüye teslim oldu. Böylece geleneksel olanın kapalı yerellik ve cemaat yapıları “demokratikleşme” adı altında Cumhuriyet’in yanlış usullerle kurmaya çalıştığı bölünmez kamusallık alanlarına girdi ve bu alanları paramparça etti.   

 

Gökalp, Ulus ve Paralel Kamusallıklar

 

Bulunduğu dönem de dâhil hâlâ tam olarak anlaşılamayan en büyük düşünürlerimizden biri olan Gökalp, “çağdaşlaşma sürecinin uluslaşma yoluyla yapılabileceğini” söylerken¹, tam da yukarıdan beri altını çizmeye çalıştığımız kamusallık alanlarının zehirlenmesiyle sonuçlanan aksaklıkları gidermeye çalışmıştı.

 

Bütün mesaisini modern kamusallığın inşasına adayan Gökalp’in bu tespiti, maalesef gecikmiş uluslaşma sürecinin çoğu örneğinde görüldüğü gibi duygusal, koyu ve arkaik bir milliyetçilik parantezine sıkıştırıldı. Oysa hazret “milliyetçilik” kavramını “paralel kamusallıklar” yerine “ulusal bir kamusal” yaratmayı sağlayacak doğal bir araç olarak gündeme getirmiş ve çağdaşlaşmanın asli unsuru olarak merkezine koymuştu. 

 

Gökalp’e göre modern kamusallık, birbirine kapalı yerel cemaat yapılarının yerine ulusal çerçevede açık topluma ulaşılarak inşa edilebilirdi. Bu anlamda Gökalp’in atıfta bulunduğu hakiki uluslaşma sürecinin hem ortak kamusallık hem de demokratik bir açık toplum yaratma ideali olduğu söylenebilir. Ona göre bunu başarabilen toplumlar modern, başaramayan toplumlar da geleneksel toplumlardır.

 

Ulus da cemaat seviyesini aşabilen bütün yapı ve süreçlerin genel hasılası, toplumun geneli için kullanılan kültürel bir aşama, olgunluk seviyesi olarak tanımlanmıştı. Uluslaşma süreci de aynı şekilde toplumsal yapı ve kurumlarla toplumsal ilişkilerin açıklık ya da kapalılık derecesini gösteren sosyolojik aşamalar. 

 

Cumhuriyet elitleri her ne kadar Gökalp’i belli konularda referans alsalar da onun merkeze aldığı kavramın içeriği ve bilhassa kültür konusunda farklı bir yol izlediler. Oysa Gökalp kültürü medeniyetten farklı olarak kendiliğinden oluşan yapılar şeklinde tanımlamıştı. Bunlardan birincisi (medeniyet) öğrenmekle, ikincisi (kültür) ise bilincin erişimine kapalı kendiliğinden oluşan bilinçdışı yapılar olarak kullanılmıştı. Ve bunlardan her birinin ayrı ayrı yasalara tâbi süreçlerle muhat olduğunu uzun uzun anlatmış, bu meseleye ciddi bir mesai sarf etmişti²

 

Cumhuriyet elitleri Gökalp’ten farklı olarak bildiklerini okudular ve neticede süreç kendilerini dolaylı biçimde de olsa bugünlerde en istemedikleri şeye, paralel kamuların oluşmasına götürdü. Oysa bu kadro da laiklik ve ulus gibi iki kavram üzerinden devletle yurttaşlar arasındaki mesafeyi eşitlemek ve böylece yansız ve bölünemez bir kamusallık yaratmak istemişlerdi.

 

Bu konuda başarısız olmalarının ve paralel kamuların oluşmasına sebep olmalarının nedeni, kültürel alana yapılan zecri müdahalelerin yol açtığı bilişsel ve varoluşsal yarılmalardı. Böylece biri sivil/geleneksel, diğeri resmî/modern olmak üzere birbirinden çok farklı iki yapı ortaya çıktı. Resmî olanı Batıcı, gayrı resmî olanı da geleneksel referans setleri kurmuş, tanımlamıştı. Bunun sonucu olarak kendiliğinden yapılar, yani doğa ve onun isyanı resmî olanı dize getirdi.

 

Türkiye bugün hâlâ uluslaşma yoluyla modern kamusalı inşa edememiş geri kalmış bir ülke görüntüsü vermekte. O yüzdendir ki ne terminoloji ne davranış ne usûl ve adap ne üslup ne edip eyleme biçimleri ne de ortak muhayyile inşa etmede, hiçbirinde ortak bir dile, gramere ulaşabilmiş değil.

 

Herkesin dili ayrı, tarzı ayrı ve dahası bu ayrı gayrıların kendine özgü bir sosyolojisi, habitatı oluşmuş durumda. Kentleşme süreçleri ve kamusal alandaki kamu dili ve kurallarının bu ayrı gayrılıkları zaman içinde bir potada eriteceği düşünülmüştü. Fakat şimdi ortak kamu dili de yok edildi. Ondan da eser yok.

 

En azından Cumhuriyet elitlerinin tasarısı buydu. Süreçte bir yığın hata yapılmıştı ama en azından gaye buydu; ortak bir kamusal dil ve muhayyile yaratmak. Bugün bu bile tehlikeye girdi ve o kadar tehlikeye girdi ki sıradan ahali için bile bu görünür hâle geldi. 

 

O kadar ki Kızılay gibi en güvenilir kamusal araçlar ve kurumlar bile kamusal kavramının çağrışımlarını yitirmeye başladı. Bunu Yargı, Türkiye İstatistik Kurumu, TRT, Anadolu Ajansı, İletişim Daire Başkanlığı ve isimlerini sayamayacağımız dünya kadar devlet kurumundaki yozlaşmalar takip etti. Bu, en büyük kamusal alan olan devletin çökmesi, ona olan inancın çökmesiydi.  

 

Ortak bir kamu yaratmanın yeter şartlarından biri ortak bir kültür kodu ve ortak bir kamusal muhakeme -buna kısaca devlet dili denir- yaratmaktı. Bunun da yolu sadece şeklen oluşturulan kamusallıklardan değil, herkesin kesinliğinden şüphe duymadan benimseyebileceği kamusal kurumlar ve anayasal güvencelerden geçer. 

 

Ve hakikat şu ki yansız kamusal alan ancak yansız kamusal araçlarla gerçekleştirilebilir.

 

Vâkıa, uluslaşma süreci merkeze alınıp onun gerekleri usulünce yerine getirilebilseydi, çok eski zamanlardan beri amme menfaatine dair bir geleneği olan toplum buna pek tabii ki uyum sağlayabilir ve sürece olağan şekilde katılabilirdi. 

 

Bizde, kamusallığı şu ya da bu değerler kümesinin iktidar alanı olmaktan çıkartarak bu sınırı güvenceye alan kamusal ve sivil kurumsal mekanizmalar inşa etmek ve bunları usulünce işletmek yerine, tam tersi bir yola sapılmış ve kamusal alan ayrı ayrı kompartımanlara hapsedilen değer kafeslerinin iktidar savaşlarına terk edilmiştir. 

 

Hâsılı

 

Bugün itibarıyla gelinen süreçte ülke, gelişmiş demokrasilerden farklı olarak kamusal alanın tam olarak kamusal alan olmadığı bir keyfilik döneminden geçiyor. Bu, sadece bugünün değil, öteden beri devam edegelen çağdaşlaşma süreçlerindeki doğal çatışma süreçlerinin de bir ürünü ve belli bir sosyolojiye dayanıyor.

 

Bu sosyolojiyi üreten alanlar ve gerekçeler gökten zembille inmiş alışkanlıklar ve keyfî zorlamalar değil, belli bir sürecin ürünü ve kendi tarihî gerçekliğimizden kaynaklanan sonuçlar. Demokrasimiz bugün arkasında belli bir tarihsel birikimi ve sosyolojisi olan bu tarz patolojileri aşma gibi tarihi sorumluluklarla karşı karşıya bulunuyor.

 

Anayasal kurumların kültürel kafeslere irca edildiği, bu yüzden de gittikçe anayasal kurum olma hüviyetlerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalındığı bir dönemde, kamusal alanı yeniden restore ve inşa etmek belli ki zaman alacak. 

 

Ulus olmak, cemiyet olmak; kısaca açık ve denetlenebilir, öngörülebilir rasyonel topluma ulaşmak demektir. Bu da ancak kapsayıcı anayasal kurumlar ve kurallarla olur. Anayasal kurumların kamunun değil de iktidar çekişmelerine alet edilen partizan kurumlar haline getirildiği bir toplumda, ulustan değil, olsa olsa zümre ve parti menfaatlerinden, parti devletinden söz edilebilir.

 

__

¹Berkes, N. (2003), Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, İstanbul, s. 424.

²Ben bu meseleleri müstakil bir çalışmada etraflı biçimde tartıştığım için burada meseleyi uzatmak istemiyorum. Bkz. İlgen, A. (2022), “Gökalp Dualizmi: Algılar ve Gerçekler”, Prof. Dr. M. Çağatay ÖZDEMİR’e Armağan: Toplumsal değişim, (haz) Serdar Sağlam-Galip Yüksel-Mehmet Kara-Selcen Bingöl, Nobel Yayınevi, Ankara. 

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.