Çakarlı Arabalar

Çarşı pazar yanıyor ve bir ekonomik kriz sonrası çevreden merkeze doğru yürüyen iktidar bloku, şimdi o halkın karşısına bürokratik bir “hükümet sekreteryasıyla” dikiliyor. Çakarlı arabalar, bir imzayla dağlara taşlara hükmeden yeni iktidar ortakları sorumsuz bürokratlar ve bilhassa yargı ve yüksek mevkilerdeki beylerden oluşan bir blok. Bu beyler bakalım şimdi ne yapacaklar? Şimdi de aynı acarlığı gösterebilecekler mi hep beraber göreceğiz.
çakarlı arabalar

Seçim sonuçları üzerine konuşmayı oldum olası sevmem. Ekranlarda zaten yeterince konuşuluyor. Fakat belli hususlara değinmesek de olmaz. 22 yıl aradan sonra AK Parti ilk defa taban oyunun gerisine düşerken CHP de 1977’den bu yana ilk defa yüzde 40’lara yaklaştı.

 

Bunun elbette bir anlamı olmalı. Benim dikkatimi çeken, artık yapısal hâle gelen bir kibir ve yozlaşma. İktidar ve iktidar çevrelerini kastediyorum. Şimdiye kadar dışarıdan gelen hiçbir eleştiriyle kurban vermedi iktidar. Rıza Zarrab bile bunun dışında değil. Bu konuda çok sağlam bir karnesi var.

 

Bürokrasi ve iktidar çevreleri bu güven içinde. O kadar ki kritik bir dava için binler, on binler, hatta yüzbinlerce dolarların konuşulduğu bir yargı sistemi ve usulsüzlük iddiaları yeri göğü inletirken iktidar çevrelerinden tek bir ses çıkmıyor. Bunlar vardır yoktur ayrı mesele. Biz sadece konuşulanı söylüyoruz. Benzer şeyler ruhsatlar ve kamu ihaleleri için de konuşuluyor.

 

Yozlaşma ve yolsuzluk bütün demokrasilerde olan bir şey. Fakat gerçek demokrasilerde şikâyetler dikkate alınır ve gereği yapılırken, az gelişmiş memleketlerde bunların üzeri kapatılır. Mevcut iktidar döneminde her nedense o kadar iddia ve söylentiye rağmen tek bir operasyona tanıklık edilmedi. Yeni İçişleri Bakanı’yla birlikte ülkede yığınla yolsuzluk ve çete operasyonu yapılıyor ama bunun bürokrasi ve parti çevrelerine uzanan tek bir örneğine rastlanmadı. 

 

Bir İmtiyaz Rejimi

 

Ekonomide işler yolundayken bütün bu söylentiler pek göze çarpmıyor olabilirdi ama işler kötüye gitmeye başlayınca en küçük ayrıntılar bile göze batmaya başladı. İlk durumda “çalıyorlar ama çalışıyorlar da…” algısı devam ederken, yeni durumda yozlaşmaya bir de liyakatsizlik ve adam kayırma eklenmiş oldu.

 

Gerçi bu memlekette halk belli bir oranda adam seçme ve kayırmayı tolere edebilir ve ses çıkarmayabilirdi ama işin içine bir de hem kel hem fodul türünden iş bilmemezlik ve kibir de girince buna katlanması zordu. Şu anda muhatap olduğumuz tam olarak bu. Bütün kurumlar tel tel dökülüyor.

 

Yargıda, idarede, akademide, her yerde bir liyakatsizlik ve adam kayırmadır gidiyor. Ve bütün bunlar olurken sağda solda astronomik rakamlara varan haksız kazanç ve usulsüz işlem iddiaları ayyuka çıkıyor. Pekâlâ bu iddialar bir yana, gerek kamusal meseleler gerekse şahsi meselelerle ilgili hak kaybına uğrayan birinin hak arama çabaları çözüme kavuşturulabiliyor mu dersiniz?

 

Bu konuda yaşanan haksızlıkların yarattığı feveran o kadar trajik ki, AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen yığınla insan mağdur edilirken bir o kadarı da kayrılıyor. Yargı tek bir sayfa bile okumadan klişe gerekçelerle en netameli dosyaları kapatırken en basit suçlamalarla insanları gözaltına alıp tutuklayabiliyor. Arkasına iktidarı alan yargı ve bürokrasi o kadar kendinden emin ki, yaptıkları işlem hukuka uygun mu değil mi diye zerre miktar endişe duymuyor. 

 

Daha da önemlisi, adam kayırmanın iş dünyası ve bürokrasi üzerinden sıradan vatandaşın günlük hayatına uzanan negatif etkileri. Ortak pastadan iş dünyasının gözdelerine büyük kıyaklar yapılırken dar gelirliye yapılacak küçük boyutlu iyileştirmeler ekonomik istikrar, Büyük Türkiye ve gelecek nesiller adına kulak ardı edilebiliyor. Bu bilhassa emekli maaşlarına yapılması istenilen iyileştirme istekleri konusunda yaşandı.

 

Ve bütün bunlar dünün baldırı çıplakları tarafından yapılıyor. Algı tam olarak bu. Herkes herkesi gündelik hayatındaki değişmelerle birlikte görüyor, izliyor. Oradaki kibri de görüyor elbette. Hiç hak etmediği halde büyük avantajlara sahip olanları da görüyor, devletten aldığı kredilerle iş insanı pozisyonuna giren türedileri de.

 

Bu öyle bir döngüdür ki içine aldığı herkesi, iyi-kötü ayırt etmeden zehirliyor. Ve bu döngü, bilgi edinme hakkının, devasa bir enformatik güç tarafından perdelenmesiyle ne tam olarak duyulup duyurulabiliyor ne de bir yerlerden kırılıp tersine çevrilebiliyor. Halk bütün bunları adını koyamasa da hissediyor, biliyor.

 

Halkın Dediği

 

Bütün bunlar olurken kurumsal muhalefet gereği gibi davranabildi mi dersiniz, tabii ki hayır. Bu bir yıl önceki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde görüldü. Muhalefet ve bilhassa İYİ Parti Genel Başkanı’nın fahiş hataları kurumsal muhalefeti avara kasnak haline getirince, resmî oranı yüzde 48’e ulaşan muhalefet bloku tam bir umutsuzluğa kapıldı.

 

Her şeyini, ana babasını kaybetmiş bir yetim psikolojisiydi muhalif seçmenin durumu. Halk işte böyle bir durumda meseleye sahip çıktı. Sessiz yığınların kendiliğinden siyasete ve devlet seçkinlerine istikamet verdiği bir tercih. Derin Türkiye böyle bir şeydi. Öyle kapalı kapılar, derin dehlizler arkasında âleme nizâmat veren kirli beylerin dediği olmuyordu bu topraklarda.

 

Bu son seçim bazı aymazların adam yerine koymadığı Türk Milletinin doğrudan doğruya sürece müdahil olduğu bir şeye tanık oldu. Bu millet ki “bio-politik” kodlarında binlerce yılın politik davranış kodunu taşır ve daima işlerin görülmesini öne alır. “Mala davara zararı var mı” sözü, bu kodun en yalın ifadesidir.

 

İş buraya, canın boğaza dayandığı noktaya geldi. Bu halk ufak kaçamakları, irili ufaklı usulsüzlükleri çok da büyütmez. İnsandır, yapar der. Fakat iş, iş bilmezliğe varıp mülk tehlikeye girince, işte buna sessiz kalmaz. Bugün de öyle oldu. Bu kadarı da fazla, iş o kadar da değil noktasına gelindi.

 

Türkiye artık yeni bir yola girmiş bulunuyor. Belli ki eskilerle bu iş yürümeyecek. Son seçimlerle bu artık anlaşılmış oldu. Fakat yenilere açılan kredi nasıl değerlendirilir veya değerlendirilmez o ayrı bir konu ve onu da ilerleyen günlerde hep beraber göreceğiz. Ve bu şekilde görüldü ki burası güdülecek bir sürü topluluğu değil, genetik kodlarında ulus şuuru bulunan kurumsal bir bütünlük, millet, Türk Milleti. 

 

Can Haber Alınca Can Olur 

 

Hülasa edecek olursak seçimleri “atanmış” bürokrasi kaybetti. Bir yanda kabinenin atanmış “memurları”, diğer yanda bunların çıkarttığı pasları değerlendiren sivil siyasetçiler. Bir yanda güçle zehirlenmiş sarayın yaverleri, diğer yanda halkın içinden ve onun diliyle konuşan piyasa adamları.

 

Çarşı pazar yanıyor ve bir ekonomik kriz sonrası çevreden merkeze doğru yürüyen iktidar bloku, şimdi o halkın karşısına bürokratik bir “hükümet sekreteryasıyla” dikiliyor. Çakarlı arabalar, bir imzayla dağlara taşlara hükmeden yeni iktidar ortakları sorumsuz bürokratlar ve bilhassa yargı ve yüksek mevkilerdeki beylerden oluşan bir blok. Bu beyler bakalım şimdi ne yapacaklar? Şimdi de aynı acarlığı gösterebilecekler mi hep beraber göreceğiz. 

 

Yerel seçimlerde kaybeden iktidarın yumuşak karnı buydu. Kendilerini devlet zanneden ve halkla ilişkiyi o konfor üzerinden kuran zihniyet.

 

Oysa eski bir aforizmadır; “güç zehirler, mutlak güç ise her zaman zehirler”. Ve güç incelikli tercih ve davranışlar yerine daima kaba saba ve hoyrat davranışları sevmiştir. Şimdi de öyle oldu ve kibri şiar edindi. Hikmetle değil, zorbalıkla davranmayı tercih etti. Hukuk tanımadan “Ben yaptım oldu” diyen bir noktaya geldi. Geldi ama hiçbir şey “Ben yaptım oldu” demekle olmuyor, rıza ve güzellikle oluyordu.

 

Rızasız bahçenin gülü derilmez demişti Anadolu irfanı. Rıza nerede bunlar neredeydi? Oysa adalet olmadan rıza mı olurdu! Serbest denetim olmadan can haber mi alırdı! 

 

Can haber almadan can olmaz demişti Hz. Mevlâna. Haberleşme olmadan adalet olmazdı. Hâlbuki bunların koruma zırhına aldığı ruhsuz uzmanlardan oluşan bürokrasi haberleşmez; talimat alır, talimat verirdi.

 

Canın haber alması birbirini tanıması demekti. Tanıma da karşılıklı gönül alma, rızalaşma ile olurdu. Bu hep böyleydi. İktidar cephesi bunu kaybetmişti: Karşılıklı bir araya gelme, konuşma, anlaşma, kucaklaşma yerine karşıtlığı, kutuplaşmayı, dışlamayı, sindirmeyi ve kriminalize etmeyi esas; konuşup görüşmeyi, kucaklaşmayı ve sevip saymayı istisna haline getiren bir zihniyeti esas almıştı.

 

Oysa kültürümüz selamı, selamlaşmayı emretmiş ve onu yaygınlaştırmıştı. Bu karşılıklı haberleşme, birbirine kulak verme demekti. Kaybedilen budur!

 

Kaybeden de bunu seçim propagandaları, sahte ve sentetik makyajlar ve reklam ajanslarıyla giderebileceğini zanneden tavır ve mekanik aygıt. Sevgiyi bir endüstri hâline getiren ve alınıp satılan bir metaya çeviren zihniyettir kaybeden.

 

Sahte gülümseme ve jestlerin arkasına sığınan rafine kibirdir kaybeden. İnceltilmiş, tepeden bakan bir kibir. İçerik ve içtenliğin kuruduğu duyarsız bir kabuk. Her akşam televizyon ekranlarında pudralı beyler ve makyajlı güzel hanımların bir sirk alanına çevirdiği maskaralık görüntüleri halkı yordu. Sadece bürokrasi değil, ekranları bir yalan makinesine çeviren beyler ve hanımlar da kaybetti. 

 

Kadavraya dönüşmüş, hissetmeyen, sevmeyen ve merhamet etmeyen hissiz kalplere çöreklenen kibirli bakışlar kaybetti. O bakışlar ki her zerresinden ibadullahı istihkar ve küçümseme fışkırıyordu. Mürai, yapışkan, yılışık ve yüzsüz bir kibir.

 

Kaybeden budur. Bakalım bunların yerine gelenler ne yapacak, sevecek ve hissedecek mi, yoksa kibirden örülmüş içtenliğin surları arkasında yeni saraylar mı inşa edecek, hep beraber göreceğiz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.