Çelişkinin Gizlediği
Türkiye’de aydının temel sorunu çelişkiye savaş ilan etmesidir. Taraflardan her biri çelişkinin sebebi saydığı karşıtını yok etmek istiyor. Bu mantığa göre kendisi de aynı sonucun doğal bir parçası olarak benzer bir muameleyi hak ediyor.
Tanpınar’ın bir kitabı “Sahnenin Dışındakiler” başlığını taşır. Orada, mütareke yıllarından halaskârını bulacağı güne kadarki dönemin İstanbul sakinleri kastedilirken, bu yazıda “sahnenin dışındakiler” ile başka bir şey anlatılmak isteniyor. Pascal büyük adamdan bahsederken “sadece iki uçta birden bulunmaz, iki ucun ortasını da doldurur” dermiş.
Aynısı bir farkla bizde görülür. Birileri sadece iki uçta bulunurken, bazıları da iki ucun arasını doldurur. Bu ilişki türü, “iki ucun arasını dolduranla doldurmak isteyen mantığın sosyolojisini verir” bize. İki ucun arasını dolduran ya da doldurmak isteyen sosyoloji, hem onu hem de bunu dikkate alanların kurduğu opsiyonlu bir ilişki biçimi, bir sosyolojidir.
Tanpınar Pascal örneğini verdikten sonra, bunun tam zıddını oluşturan tipi tanımlamak için bu iki ucun arasını dolduramadığı gibi, “bilhassa umumî işlerde, karşılığı olmayan çek” gibi davranan adamlara dikkatleri çeker. Bunlar, gerçekte, işlerin genelde ve çoğu kez devlet tarafından ve devlet eliyle yürütüldüğü yerlerde arzı endam eden bir tipi sembolize eder ki, çoğu yerde bize özgü bir davranış kalıbının ürünü olarak ortaya çıkarlar.
Yaptığı ya da yapmayı taahhüt ettiği iş, alın teriyle kazandığı eldeki bir birikim ve kalitenin devreye sokulması değil, daha çok “derenin taşıyla derenin kuşunu avlama” ya da lütufla ilerlemeyi ilke edinmiş kimselere özgü bir beklenti şeklinde devreye girmez sadece. Bu aynı zamanda ya tutarsa cinsinden bir temenninin dolanıma sokulduğu ve bütün işlemlerin onun üzerine bina edildiği muhayyel bir döngü şeklinde dolanıma girer.
Bu muhayyel döngü de tıpkı kaydî para ve aynı şey demek olan kredi para gibi ödeme taahhüdünün dolanıma girmesi şeklinde reel bir satın alma gücü ve talep yaratır. Bu da arz sabitken talebin artması örneğinde görüldüğü gibi bir beklenti değeri oluşturur. Normal ekonomik davranışın hemen yanı başında bir gölge gibi hareket eden bu tür ekonomik davranışlara epifenomen davranışlar denebilir.
Uzun yıllar zenginliğin ana kaynağı olarak görülen topraktaki mülkiyetin resmî belgesi olan tapulu malda bile tarihin çok eskilere gitmediği bizim gibi memleketlerde bu tarz bir tespit abartı olarak görülmez. Çünkü her şey ve bilhassa zenginlik sürekli olarak devlet üzerinden sağlanan bir ganimet gibi görüldüğü için böyledir bu. O yüzden söz konusu tip bu toprakların aslî karakteristiğini verir bize.
O yüzden bu memlekette ekonomik anlamdaki aslî davranış kodunu belirleyen temel faktör, iktisat teorisinin altını çizdiği soyutlama ve bu soyutlama içindeki arz-talep ilişkileri değil, ondan da fazlasını içeren başka bir şey; iktidarın kendisi, kullandığı enstrümanlar ve bütün bunların devlet eliyle davranışlara yansıtıldığı türevleridir. Burada o yüzden piyasa ilişkilerini güdüleyen temel saik “tasarı halindeki saf piyasa güçleri” içinde değil, bunların da üstünde ve hepsini belirleyen iktidar ilişkileri içinde belirlenir.
Sahnenin dışı, bu ilişkilerin ağına tam anlamıyla katılamayan ve fakat sürekli olarak bu ağın içinde olmak isteyen, her hareketinde bunu dikkate alan, beklentilerin büyük ölçüde bu saiklerle belirlendiği büyük yığınların, tribünlerdeki büyük kalabalığın sosyolojisidir. Bunlardır ki, “piyango bir gün bana da çıkarsa” umuduyla davranışlarını koordine eden ve bu beklentiyle kendine özgü bir rasyonellik inşa eden insanların davranış kodunu temsil ederler.
Gerekçe mi Nedensellik mi, Hangisi!
Bu durumu tam olarak anlayamayan ve hayatı kitaptaki modeller gibi düşünen yarı rasyonel tipler, kurguladıkları şey karşısında toplumdan gördükleri her direnci “bu tür (geri kalmış memleketlerde) gerçek anlamda bir nedensellik anlayışının yeterince gelişmeyişine” bağlarlar.
Bunda kısmen de haklı olabilirler. Sahiden de geleneksel toplumlara açık-seçik bir nedensellik dizgesi değil, daha çok alışılmış bir devam zinciri, gelenek yol gösterir. Bu doğrudur.
Fakat mesele sadece bununla sınırlı değildir. Çünkü bugün gerçek anlamda ‘nedensellik’ olarak bildiğimiz şeylerin, çoğu kez hakiki anlamda genel-geçer bir nedensellik değil, bir gerekçelendirme biçimi olduğu biliniyor. O yüzden ardışık şekilde önümüze çıkan, çoğu da “alışkanlık” olan rastlantı veya kabulleri nedensellik olarak görüp diğer her şeyi yargılamak çok da doğru olmuyor.
Mesela, yukarıda altını çizdiğimiz davranış biçimi, bize özgü ve belli bir realite ve tarihsel geçmişe dayanıyor. Oysa başka bir varsayım ve kurgu üzerine kurulu başka bir deneyin sonucu olan iktisat kuramının belli kurguları; bu ikinci olguyu deney dışı bıraktığı gibi, realite dışı da bırakmış gibi davranabiliyor.
Oysa ekonomik davranış kodları sadece soyut bir kurgu üzerinde yürüyen tek tip sabiteler üzerinde değil, ondan çok daha ötede bir sosyoloji ve kurumsal bir zemin üzerinde yürür.
Birinde en büyük kurumsal bütünlük olan devletin karşısında onu dengeleyen kuvvetli bir demokrasi ve örgütlü bir toplum varken, diğerinde az gelişmiş bir demokratik gelenek ve örgütsüz bir toplum vardır.
Kurumsal bütünlük, demokrasi, kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, açıklık, özgür basın, ifade ve fikir hürriyeti, bağımsız yargı ve bunların tamamını güvenceye alan örgütlü bir toplumda fiilî bir “denge mekanizması” varken, diğerinde sadece kâğıt üzerinde bir adalet vardır.
Bu böyledir, çünkü birinde kanunlarını kâğıt üzerine yazmış bir toplum, diğerinde ise hayatı hayatla kuran ve kanunlarını kuvvetin karşısına diktikleri fiilî bir kuvvetle yazan bir toplum vardır. Kemal Tahir bu birinci tip toplumu “mafsalsız toplum”, ikinci tip toplumu ise “mafsallı toplum olarak” niteler.
Bu söylenirken iktisadın bilindik kurguları reddedilmiş olmuyor, bilakis denkleme giren başka bir olguya, devlet olgusu ve onun tüm ekonomik davranışları belirleyen etkisine, “devletin sosyolojisine” dikkatler çekilmiş oluyor. Şu hâlde mülkiyet ilişkilerinden kazancı elde etme biçimlerine varıncaya kadar birçok şeyin iktisat teorisinin normalleri dışında cereyan ettiği bir toplum ve tarihsel sosyolojide gösterilmesi gereken doğru tavır, bilindik ezberleri tekrarlamak değil bunları doğru okumaktır.
Bu, şu anlama geliyor: Aynı sonucu doğuran bir süreçte, birbirinden farklı ve çelişik çok sayıda neden bulunabilir ve akıl bunları her zaman tutarlı bir bütün halinde ve sıralı biçimde ortaya koyamayabilir. Bunun nedeni, zihnin, yan yana yürüyen birbirinden özerk ve farklı nitelikteki sayısız olgu ve olayı, mantık ve soyutlamanın zorunlu bir gereği olarak “bir amaç birliği” içinde hareket eden homojen şeylermiş gibi anlama alışkanlığından kaynaklanır.
Ne ki, sonuç uyumun değil, çelişkinin; homojenliğin değil, farklılığın hasılasıdır. Tarih ve hareketin dinamiği budur. Mevsimler bununla değişir, yağmur bununla yağar, bahar bununla gülümser. Her şey buna bağlıdır. O halde hayatın kendisi olan çelişkiden şikâyet etmek ve toplumu askeri bir kışla gibi uygun adım yürüyen bir bütün yapmak değil, gerçek demokrasinin kaynaklarını aramak gerekir.
“Tarih insanın tininin, nüfuz edilemez olayları algılayış tarzından başka nedir ki; birbirleriyle ilişkili olup olmadıklarını ancak Tanrının bilebileceği şeyleri ilişkilendirir; anlaşılmaz olanın yerine anlaşılır bir şeyi koyar; dışarıya yönelik amaçlılık kavramlarını, ancak içe yönelik bir amaçlılığa sahip bir bütüne atfeder; binlerce küçük nedenin etkili olduğu yerde bir rastlantının varlığını kabul eder”. ¹
Demek ki çoğu kez yaptığımız bir kavram mitolojisi üretmek. Sanılarımızla dokunan bir kumaşı, hakikatin dile çevirisi gibi okuyor ve herkesi de buna uydurmaya çalışıyoruz. Bu tür durumlarda doğru olan, olayları alışılmışın dışında ve her defasında farklı biçimlerde tekrar be tekrar okuma ve anlama çabasıdır.
Çelişkinin Söylediği
Türkiye’de aydının temel sorunu çelişkiye savaş ilan etmesidir. Taraflardan her biri çelişkinin sebebi saydığı karşıtını yok etmek istiyor. Bu mantığa göre kendisi de aynı sonucun doğal bir parçası olarak benzer bir muameleyi hak ediyor.
Oysa çelişki normali verir bize; normali, yani hayatın kendisini. O olmadan yaşanmaz, ölünür. Ne var ki buna da uyum sağlamak ve dengeyi korumak gerekir. Denge, terazinin bir kefesini yok edilerek kurulamaz. Herkese hakkını vererek kurulur.
Herkese hakkını vermeyi sağlamak ahlakın değil, örgütlü kurumların konusudur. Kimse sırf ahlaklı olmak için doğru davranmaz. Davranışı belirleyen çoğu kez akıl ve ahlakın erdemleri değil, eğilimlerimizdir. Eğilimleri de örf, yasalar ve bunların arkasındaki kuvvet belirler.
Kuvvetin yasal temsilcisi ise devlettir. Devlettir ama orada da iktidar mutlak biçimde belli bir iktidar elitine devredilir ve onun dışındaki herkes bundan mahrum kalırsa, o zaman da sadece ahlâk ve aklın erdemlerine mi güveniriz, yoksa gücü güçle dengeleyen meşru ve örgütlü mekanizmalara mı?
Cevap elbette ikincisi olacaktır. Şayet birincisi olsaydı, buraya kadar yürüttüğümüz bütün akıl yürütmelerden vazgeçmiş olacak ve soyut erdemlere bel bağlayacaktık. Oysa hayat başta da dediğimiz gibi en eski toplumlardan bu yana hep dengeyi korumak üzerine bir mücadeleyle geçmiştir.
Orada “göze göz, dişe diş” şeklinde gelişen ilkel yaklaşım, burada örgütlü toplum ve meşru muhalefet mekanizmalarıyla sağlanır. Bunun yasaklandığı ve yok edilmeye çalışıldığı yerde ise denge olmadığı gibi demokrasi de olmaz. Zaten demokrasi demek meşru yollarla dengeyi sağlayabilmek demektir.
Aranan, hepimizin aradığı budur: Gerçek demokrasi.
Netice
Görünen o ki hem sahnenin dışındakiler hem de içindekiler mutsuz. Biri, sahne dışı kaldığı için, diğeri de sahne dışında kalma korkusuyla yaşadığı için endişeli. Oysa sahnenin içi de dışı da bizim. Mahrum olduğumuz şeyse çelişkide gizli zenginliği yadsıyan terbiyeye sahip olamayışımızda ve bu kültürü bir türlü üretemeyen farklı bir gelenekten geliyor olmamızda saklı.
Türkiye’nin ana davası budur: Çelişkiyi yok etmek değil, her iki ucu, “sahnenin içindeki ve dışındakileri” bir gayede, demokratik çoğulculukta birleştirme idealine ulaşmak!
__
¹Nietzsche, F. (2022), Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Sakıncası, (çev) Mustafa Tüzel, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, s. 47.