Çerkesler ve Mülteciler: Lethe Irmağı’ndan Geçenler

Lethe Irmağı’nı geçen Çerkeslerin hafızalarını kaybederek Türk ulusuna siyasal olarak dahil olması, Kafkas dağlarının veya Susurluk, Biga veya Manyas’ın zeytin ağaçlarının şahit olduğu acıların üstünü örtmeyecektir. Bu acılar Fırat’ın batısına geçmeye çalışan mültecilerin bünyesinde yeniden neşet ederek başka bir tarihin kapılarını açmakta bizlere.              

Çerkesler ve Mülteciler: Lethe Irmağı’ndan Geçenler

“Eski inançlarından ve sevdalarından sökülüp alınan zihinler, sürgündeyken geçmişe ait simgeler tümden silinip gittiğinden geçmişin düşsel bir şeye dönüştüğü, şimdiki zamanın da hiçbir anıyla bağlantısı kalmadığından düşsel olduğu bu Lethe[1] Irmağı’ndan medet umarlar.” George Eliot’un Silas Marner isimli romanından alıntı bu paragraf okuyucuya bir soru sormaktadır aslında: Geçmiş mi gelecek mi elimizde olan? Perspektif’te geçen ay yayımladığımız “Kürtler ve Mülteciler; Çivi Çiviyi Söker mi?” başlıklı yazımızdan sonra bu sorunun cevabını Çerkeslerin sürgün ve Türkiyelileşme süreçlerinde aramaya çalışabiliriz.

 

Ürdün Prensi Ali bin Hüseyin 1998 yılında Çerkeslerin göçe zorlandığı geçmiş yüzyılı geriye doğru canlandırmak ve hem Çerkeslerin hem de diğer insanların dikkatini çekmek adına at sırtında bir seyahat başlatır. Amman’dan başlayan rotası Suriye, Reyhanlı, Göksun Ovası, Pınarbaşı, Ankara ve Samsun olacak ve limandan Karadeniz’i geçecekleri gemiye bineceklerdi.[2] Karadeniz’in ötesindeki hedef Soçi Limanı olacaktı. Daha sonra Şehbal Şenyurt tarafından belgesel filmi yapılan bu hikâyenin videosunda Prens bir Çerkes mitolojisini anlatır. Mitolojiye göre Tanrı yeryüzündeki tüm dağları bir çantaya doldurmuş giderken şeytan çantanın altında bir delik açar. Dağlar yeryüzüne dökülür ve döküldüğü bölge Kafkas bölgesidir. Tanrı şeytana bu bölgedeki insanlara karışmamasını, zaten hayatlarının bu dağlardan dolayı zorlukla geçeceğini söyler. Mitolojiye de dayandırılan Çerkes hikâyesi zorlukla başlar, zorlukla devam eder.

 

Yeniden ‘Nöbetleşe Dışlanma’

 

Tümtaş tarafından literatüre kazandırılan ‘Nöbetleşe Dışlanma’ kavramsallaştırmasını yine kendi; kente önceden gelen ve kentin yerlilerince, farklı etno-kültürel, ırksal ve inançsal kimliğe sahip olmalarından dolayı dışlanmaya maruz kalan göçmen grupların, süreç içinde ülkede/kentte yerleştikçe, ülkenin/kentin baskın etno-kültürel grubunu oluşturan ve kendisini ülkenin/kentin yerlileri olarak tanımlayan toplumsal grupla birlikte, ülkeye/kente yeni gelen göçmen gruplarını, yani farklı etno-kültürel ve inançsal kimliğe sahip olanları dışlamaları şeklinde tanımlar.[3] Kavramın inşa edilişinde durağanlıktan ziyade süreklilik/dinamizm görülür. Çünkü kente yeni gelen her kitle aynı zamanda itme gücüne de sahip olduğundan nüfusun baskın bir yerliliğinden söz etmek mümkün olmaz. Hatta belirgin bir kalıcılıktan söz edebilmek bile mümkün olmayabilir. Nail’in Pedetik Kuvvet dediği bu olgu toplumsal devinimi simgeler.[4] Nail, bu devinimin sanılanın aksine kaotik olmadığını söyler. Kendi içsel algoritması vardır. Tıpkı müziği duymayan birinin dansçının hareketine anlam verememesi gibi, göçmen figürleri düzensiz ve öngörülemez ihraç rejimleri tarafından şekillendirilemeyen yeni bir tür toplumsal devinimi doğurabilir.[5] Kendi normalliğini doğurmaya muktedir bu devinimin tarihsel salınımları göz ardı edilmemelidir. İşte bundandır ki tarihteki tüm toplumların hareketleri incelemeye değerdir. Türkiye’de erken kentleşemeye muhatap olan Türklerin, Çerkeslerin veya diğer toplulukların algoritması, göçün metafizik olduğu söylenen yapısını ortaya koyabilir.

 

Diaspora ve Yerlileşme

 

İlk olarak Kafkasya bölgesinden Balkanlar’a göç eden Çerkes halkının daha önce yerleşmiş halklarla uyum sorunu yaşamasından ötürü 1878 Berlin Antlaşması ile burada yaşayamayacağı karara bağlandı.[6] Güneye doğru başlayan büyük göç, Anadolu’nun kuzeyinde batıya doğru büyük bir hat şeklinde ikamet alanları oluşturdu. Güneye de kıvrılan bu hat, Orta Anadolu’da küçük yerleşimler kurarak Körfez’e kadar devam etti. Çerkes göçmenler Osmanlı topraklarında her ne kadar büyük bir merhamet ile karşılansa da göç olgusunun doğurduğu sonuçlara maruz kalıyorlardı. Geçinebilmek için çok az ücrete çalışan göçmenler, aynı işi yapan diğerleri tarafından engelleniyordu.[7] Ceride-i Havadis’in 1 Şubat 1860 tarihli nüshasındaki bir habere göre; Nogay ve Çerkes göçmenler arasında yaygın iş olan odun yarıcılığında çalışan bazı kişiler, bir kadın evde yalnızken eve girdiği ve hırsızlık yaptığı ve tesadüfen Zaptiye kuvvetlerine yakalandıkları yönünde yayılan haber gerçeği yansıtmamaktadır. Bu haberi bu işi ucuza yapmalarından rahatsız olan yerli odun yarıcıları yaymaktadır ve amaçları halkın göçmenlere iş vermesini engellemektir. Öte yandan Erzurum bölgesinde artan hırsızlık vakalarının çoğunun suçlusunun Çerkesler olduğu gerçeği de kayıtlara geçmiştir.[8]

 

Böylece gerçek ile yalan haber ayırt edilemez noktaya geldiğinde zaten kaos otomatik olarak yaratılmış olur. Hakikatin halk nazarında çok da bir anlamı olmaz. Kitle psikolojisi tek tek bireylerin davranış kalıplarına veya ahlaki tutumlarına göre şekillenmez. Çerkesler halk için ekmeklerini bölüştükleri kardeşlerinden, rızıklarını çalan yağmacılara doğru evrilmiştir. Kapı komşularının merhametinin ya da cami cemaatindeki dostunun bakışının reelde karşılığı artık olamaz. Esmer Anadolu halkının arasına karışan bu açık tenli mağdur, zamanla Rus düşmanları çağrıştıran şeytanlara dönüşecektir.  

 

Türkiye toplumunda yaşayan tüm topluluklar bir mültecilik dönemi yaşamıştır denebilir. Fakat ilginç olan o toprağa ait olan üst kimliğe dahil olma süreçleri öteki olmayla başlayıp geldiği noktada canavarlaşma eğilimidir. Etnomerkezciliğin sembolik gücü henüz o alan içine dahil olmamış topluluklar için zafiyet hissi uyandırır. Bu toplumsal ve siyasal sembollere sahip olunmasa da dahil olmak ‘güçlü’ üst kimliği benimsemekle eşdeğerdir. Etnomerkezcilik, farklı toplumların geleneklerinin ne derece değerli olduğunu ve standartlara uyduğunu ölçmek için, kendi “toplumunun” uygulamalarını temel ölçüt olarak kullanmak anlamına gelir.[9] Bu tanımın içine bariz bir şekilde saklanmış olan merkezin ‘tam’lığı ile merkeze uzak kalanın ‘eksik’liği siyasal, toplumsal ve kültürel olarak ‘eksik’ olanın zaaf taşıdığı hissi verir. Kültür ve inançtaki tutarlılık/gelenek büyük oranda mekânla kurulan bağla ilişkilidir. Göç eden toplumların mekânla yüzyılladır kurdukları bağda geliştirdikleri inanç örgüsünün başka bir coğrafyada/mekânda karşılığının olmaması kültürel çatışmanın ilk tohumlarını atmaktadır. Bu durumda göç ile tanışan topluluğun karşılaşacağı muhtemel iki seçenek, uyum veya dirençtir.

 

Çerkes halkları bu iki sosyal olayı da bir arada yaşamıştır. Hür’ün[10] de belirttiği gibi Osmanlı’nın yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulacağı çalkantılı dönemlerde Çerkeslere hem Ankara hem de İstanbul önemli görevler vermişti. Ahmed Anzavur’un emrindeki askerlerle Çerkes Ethem komutasındaki birlik karşı karşıya geldiğinde, Ethem Bey şiddet kullanımında aşırıya kaçmış ve Çerkes halklarının yüzyıllık travmasını yaratmıştır.

 

Devletlerin haklarını kendi etnik kimlikteki askerlerine vurdurma stratejisi bir kez daha başarı sağlamıştı. Artık hiçbir Çerkes askeri, halkının yüzüne başı dik bakamayacaktı ve varlığını devlete adayacaktı. Aynı şekilde kendi halkının çocukları tarafından vurulan halk da güvenliği sağlamak için devleti yegâne mercii olarak görecekti. Çerkes topluluğunun savaşlarda kullanışlı olması Ankara’nın dikkatin çekiyordu ama savaş sonrası için de muhtemel bazı planları vardı.

 

Hür’ün belirttiği 1920-1923 arasında önce Çerkes Ethem’in tasfiyesi, ardından özellikle Marmara Bölgesi’ndeki Çerkes köylerinin iç sürgünü gerçekleşti. Çerkeslerin Cumhuriyet sonrası yüz yüze kalacağı asimilasyon sorunu 1980’lerde Kürt sorunu ortaya çıkana kadar kuvvetli bir şekilde devam etmiştir. Devlet tarafından ‘Türk’ olma bilinci aşılanan Çerkes halkı Kürt sorunu ile ortaya çıkan atmosferde benzer sorunları yaşasa da küçük bireysel inisiyatifler hariç devletin yanında yer almayı tercih etmişlerdir. Çerkeslerin yoğun yaşadıkları bölgelerde milliyetçi muhafazakâr partilerin oy oranlarının yüksek olması, ulus inşasının devamı açısından onları merkezi bir noktaya getirmiştir diyebiliriz.

 

Şimdi tüm dünyayı etkileyen göçmen sorununun yeni bir merhalesi ile karşı karşıyayız. Göçmenlerin Türkiye’de maruz kaldıkları ayrımcı ve ırkçı tepkiler incelendiğinde kısa süreliğine gelip bir toprağı işgal edenin, kendinden sonra gelene işgalci gözüyle baktığını görebiliriz. Freire bu durumu katı ve ezen bir sosyal yapının, yapı içindeki çocuk yetiştirme ve eğitim kurumlarını zorunlu olarak belirlemesi ile açıklar. Yine ona göre ev, okul vs. tüm yapılar bu katı ilişki biçiminin aktarımını sağlar. Böylece insanlar bu ataerkil otoriteyi içselleştirir ve meslek sahibi olduklarında bu katı biçimleri tekrar etme eğilimine girerler.[11]

 

Kültürel İstila’nın her zaman mukim olan kültürün özgünlüklerine karşı bir başkaldırı barındırma tehlikesi, sistemin devamını sağlayan gereksinimlerini harekete geçirir. Çerkes topluluğu, kendi kültürel muhafazakârlığını inşa ettiği kırsal gettolarından çıkıp kente tutunduğu 1950 sonrası Türkiye’sinde uzun süre yerel geleneklerini ifade edemedi. Fakat 1980 sonrası Kürt halkının kentlere göçü ile yarattığı siyasal etki ile Çerkeslerin kendi kimliklerini siyasal olarak olmasa da kültürel olarak ifade ettiklerine şahit olduk. Bugün Çerkes siyasal bilincinden bahsetmek mümkün olmasa da düğün, cenaze gibi toplumsal birlikteliği sağlayan etkileşim alanlarında kültürel kimlik inşa ediliyor. Bu inşa çoğu zaman Türk ulus kültürünü de ihtiva eden milliyetçi bir vatan kutsallaştırması barındıran ritüellerle bezenmiş durumda. Çerkes nüfusunun yaşadığı bölgelerin neredeyse tamamı Türk milliyetçiliğinin merkezi olma rolünü ve bu misyonun devamını üstlenmiş yerler. Bu durumda Çerkes halklarının mültecilere kendi hafızalarını merkeze alarak bakmaları mümkün görünmüyor. Aksine mülteci karşıtlığında Çerkeslerin de yaygın koroya güçlü bir ses verdiğini gözlemlemek mümkün.

 

Lethe Irmağı’nı geçen Çerkeslerin hafızalarını kaybederek Türk ulusuna siyasal olarak dahil olması, Kafkas dağlarının veya Susurluk, Biga veya Manyas’ın zeytin ağaçlarının şahit olduğu acıların üstünü örtmeyecektir. Bu acılar Fırat’ın batısına geçmeye çalışan mültecilerin bünyesinde yeniden neşet ederek başka bir tarihin kapılarını açmakta bizlere.

 

___

[1] Yunan mitolojisinde ölenlerin ruhlarının Hades’teki bu ırmağı geçerken tüm anılarını yitirdiklerine inanılırdı.

[2] Kaya, Ayhan (2015). Türkiye’de Çerkesler. Der. M. Murat Erdoğan & Ayhan Kaya. Türkiye’nin Göç Tarihi; 14. Yüzyıldan 21. Yüzyıla Türkiye’ye Göçler. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Sf 133-151

[3] Tümtaş, M. Sertaç (2020). Nöbetleşe Dışlanma; Göç ve Sosyal Dışlanma Döngüsü. Ankara. İletişim Yayınları

[4] Nail, Thomas (2022). Göçmen Figürü. Çev. Dılşa Ritsa Eşli. Ankara. İletişim Yayınları. Sf. 173

[5] A.g.e. Sf. 174

[6] Ersoy, H. & Kamacı, A. (19914). Çerkes Tarihi. İstanbul. Tüm Zamanalar Yayıncılık

[7] Kaya, Yalçın (2015). Çerkesler III – Sürgün ve Soykırım. İstanbul. Dahi Yayıncılık. Sf. 546

[8] A.g.e. Sf. 546-547

[9] Lavenda, R. H. & Schultz, E. A. (2019). Kültürel Antropoloji Temel Kavramlar. Çev. Dilek İşler & Onur Hayırlı. Ankara. Doğu Batı Yayınları. Sf. 51

[10] Ayşe Hür, “150 Yıllık Çerkes Sürgünü’nün 1920-1923 Dönemi”, Radikal, 18.05.2014

[11] Freire, Paulo (2013). Ezilenlerin Pedagojisi. Çev. Dilek Hattatoğlu & Erol Özbek. İstanbul. Ayrıntı Yayınları

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.