Cesur Yeni Dünya: Değişen İmparatorluk, Yeni Vatandaşlık
Bugün içinde yaşadığımız koşullar, bambaşka vatandaşlık tartışmalarına gebe olabilir. Korona öncesi dönemde sınıfsal ayrıcalıkların önemli bir bileşeni haline gelen hareket etme kabiliyeti en azından bir süre belirleyiciliğini yitirebilir.
Korona krizi ile mücadele ve Batı’nın pandemi yönetimindeki başarısızlığı son on yılın en popüler sorularını yeniden alevlenlendirmiş durumda: Küresel hegemonyanın ekseni Batıdan Doğuya, liberal demokratik normlardan otoriterliğe doğru mu kayıyor? ABD İmparatorluğu ya da Amerikan yüzyılı sona mı eriyor? Bu sorular bugüne kadar genellikle güçler dengesinin Batı aleyhine değişmeye başlaması, ABD’nin küreselde ekonomik payının azalması ve tüm dünyada kamuoyu anketlerinde yükselen anti-Amerikan eğilimler üzerinden tartışıldı. Bu faktörlere bakan analizlerin önemli bir kısmı, Amerikan hegemonyasında artık yolun sonuna gelindiğini ve dünyayı büyük bir güç değişiminin beklediğini iddia ediyordu. Bu iddia, Hindistan’dan Türkiye’ye pek çok popülist siyasetçi tarafından da dillendirildi. Artık ABD liderliğindeki Batı hegemonyasının dönemi kapanmış ve yeni bir dönem açılmıştı.
Peki, Batı hegemonyasının ekonomik ve askeri dönüşümüne insanların hayatları, bireysel deneyimler, kişisel ve kolektif arzular üzerinden baktığımızda benzer bir çözülüşü görebiliyor muyuz? Nitekim 19. yüzyıldan itibaren küreselleşen Batı hegemonyası aynı zamanda ülkelerin siyasetlerini, toplumların kültürlerini ve bireylerin arzularını da şekillendirmişti (Mishra 2017). Biz bu yazıda, bu ön kabulden yola çıkarak, Batı ve özelde de ABD ile birlikte düşünülen imparatorluk, emperyallik ve hegemonya gibi kavramları, bu kavramların içerdiği çıplak güç varsayımları üzerinden değil, vatandaşlık statüleri üzerinden yeniden düşünmek istiyoruz. Bu yeniden düşünmenin bize korona-sonrası dünyada Amerikan hegemonyasına dair de önemli ipuçları barındırdığını iddia ediyoruz.
ABD ve İmparatorluk
ABD’nin küresel gücüne vurgu yapan analizlerin bir bölümü ABD’nin küresel hegemonyasının sömürge dönemi imparatorluklarından pek de farkı olmadığını iddia eder. Tıpkı bütün sömürge imparatorlukları gibi ABD’de yayılmacı ve işgalcidir (Harvey 2005, Immerwahr 2019). Sahip olduğunu iddia ettiği özgürlük, demokrasi gibi normlar bu yayılmacılığı gizleme, çıkarlarının üstünü örtme işlevi görür. Asıl olan askeri ve iktisadi gücü ile diğer ülkeler üzerinde kurduğu tahakküm ilişkisidir. Kabaca tarif ettiğimiz ve hem realist hem de Marksist yazın tarafından ön kabulleri paylaşılan bu analize göre herhangi bir emperyal dönüşüm tartışmasının ana odağı ABD’nin sert gücünün erimesi/dönüşümü olmalıdır.
Bir diğer grup analiz ise ABD’nin küresel hegemonyasının sert güç ile olan ilişkisini teslim etse de Amerikan İmparatorluğunun 20. yüzyıl koşullarının farklılığı içinde şekillendiğini iddia eder. Bu anayasal bir imparatorluktur. Nitekim ABD, 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren küresel siyasetin cereyan ettiği kurumların hem liderliğini ve hem de maliyetini üstlenmiştir. Kendi küresel gücünü kullanarak, güç politikalarının ötesine geçen bir düzen yaratmış ve uluslararası kuruluşların “anayasal” özellikler sergilemeye başlamasına imkan tanımıştır (Ikenberry 2001). Bir diğer deyişle, bu kurumlar güçlerini sadece güçlüleri değil, aynı zamanda zayıf olanların çıkarlarını da korumalarından alırlar. İşte tam da bu anayasal (ya da liberal demokratik) düzen ABD’nin küresel gücünün temeli olarak görülür. ABD’nin küresel gücündeki dönüşüm de liberal küresel düzenin erimesi eğilimine paralel olarak tartışılır. Özellikle Trump döneminde ABD’nin artık küresel liberal demokratik düzenin maliyetlerini yüklenmek istememesi , küresel güç iddiasından ciddi bir geri çekiliş anlamına gelecektir.
Bu iki yaklaşımın yanı sıra Amerikan imparatorluğunu (ya da hegemonyasını) açıklamak için Amerika’nın yumuşak gücüne vurgu yapmak da oldukça yaygındır. Bu analizlere göre, ABD’nin emperyalliğini keşfedebileceğimiz daha geniş bir alan; farklı Amerika tanımlarının yayılmasına yol açan kültürel değerler, kurumlar ve politikalardır (Belmonte 2013; Saunders 2000). Üstelik bu küresel hegemonyanın temelinde sadece ABD hükümetinin kendi kaba kuvvetinin üstünü örtmek ve dış politikasını meşrulaştırmak için giriştiği bilinçli çabalar yer almaz. (Nye 2015)’ın deyişiyle Amerika’nın prestiji, ordusundan daha çok Hollywood ve Harvard’dır.
Yumuşak güç tanımlarının ötesine geçen analizler ise Amerikan hegemonyasının en temel yeniden üretim mekanizması olarak mal, hizmet, fikir ve insan dolaşımını görür. Dolaşan öğeler her dönem değişebilir ama dolaşımın Amerika merkezli olması hegemonyanın sürekliliğinin ana koşuludur. Amerika’yı imparatorluk yapan, ABD ötesinde “Amerikan Rüyası”nın farklı yerellerde yaygınlaşması ve yeniden anlamlandırılmasıdır (Grewal 2005). Amerikan menşeili fikirlerin, malların ve insanların büyük bir hızla dağılması ve farklı yereller tarafından içerilmesi, hegemonyanın kalıcılığının ve sürekliliğinin anahtarıdır. ABD bu açıdan hiper küreselleşme eğiliminin ilk dönemlerinin hem öncülüğünü yapmış hem onu yönetmiş hem de ondan olağanüstü bir biçimde faydalanmıştır. Son dönemde malların akışındaki kontrol Çin’le paylaşılıyor olsa da, fikirlerin ve insanların akışında benzer bir eğilim olmaması önemlidir.
Fikirlerin ve İnsanların Akışı
Amerikan yüzyılı (Luce 1941) olarak tanımlanan uzun yirminci yüzyıl boyunca, Amerikan kültürel ürünleriyle ya da onun yarattığı fikirlerle ilişkilenmek, onların yerelde taşıyıcısı olmak Amerika/Batı dışı dünyada önemli bir statü sembolü oldu. Bu statü pek çok yerel bağlamda aynı zamanda sınıfsal ayrıcalık anlamına da geliyordu. Dolayısıyla imkanı olan aileler için çocuklarına Amerikan tarzı bir eğitim vermek, onları Amerikan okullarında okutmak kişisel geleceklerinin garantisi gibiydi (Altan-Olcay 2009).
Amerikan tarzı eğitimin ya da Amerikan kültürünün taşıyıcısı olmak üzerinden gelen ayrıcalıklar özellikle 1980’li yıllarla birlikte ciddi bir dönüşüme uğradı. Bu dönemde Amerikan eğitim sistemi küreselleşecek ve Amerikan üniversiteleri çok daha fazla sayıda yabancı öğrenci kabul etmeye başlayacaktı. Üstelik uçak seyahatleri ucuzlamış, mesafeler kısalmış, para birimleri esnekleşmişti. Seksen sonrası dönem bütün dünyadan Amerikan üniversitelerine ciddi bir akışa tanık oldu. Üst veya üst-orta sınıflar için artık sadece yerel okullarda Amerikan tarzı bir eğitim almak yeterli değildi, aynı zamanda Amerika’da bulunmak, orayı deneyimlemek, orada okula gitmek hem daha mümkün hem de çok daha önemliydi. Amerika’da bulunmuş, okumuş, çalışmış olmak küresel güneyde yeni bir statü fırsatı anlamına geliyordu.
Özellikle doksanlı yıllar, Amerikan menşeili dolaşımın altın yıllarıydı. Bu dönemde insan hakları da küreselleşiyor, ulus devletler vatandaşlık haklarını ve hukuklarını eşitliyor ve vatandaşlık alanında ciddi bir standardizasyon eğilimi baş gösteriyordu (Soysal 1994). Hatta kimi yazarlar artık ulus devletlerin vatandaşlığının önemini yitirmeye başlayacağını iddia ediyorlardı. Örneğin (Spiro 2008) Amerikalı olmaya dair herhangi bir ayırıcı işaretin artık kalmadığını, herkesin Amerikalı olduğu bir dünyada hiç kimsenin Amerikan vatandaşı (olmak zorunda) olmadığını söylüyordu.
Bağ Yetersiz Kaldığında
İkibinli yıllar yeni bir dönüşüme tanıklık etti. The American Passport in Turkey: National Citizenship in the Age of Transnationalism adlı kitabımızda iddia ettiğimiz gibi artık Amerika ile kurulan kültürel bağlar, yerel statü iddiasında bulunmak için yeterli görülmüyordu. ABD ile kurulan kültürel bağ arzusunun yerini giderek kurumsal bir bağ kurma arzusu almaya başlamıştı. Üstelik bu yeni dönemde ancak bu tür bir kurumsal bağ, insanlara kendilerini koruma altına aldıkları güvencesini vermekteydi.
Bu güvence farklı gruplar için farklı şeyler ifade ediyordu ama hepsinin ortak noktası yaşamlarını ABD dışında sürdürmeleriydi. Küresel güneyde milliyetçiliğin ve otoriter eğilimlerin yükselmesi, pek çok kişiyi vatandaşlık üzerinden bir sigorta arayışına itiyordu. ABD/ Batı vatandaşlığı bu anlamda bireyler için politik kriz durumunda bu ülkelerden çıkışı kolaylaştıracak bir tür sigorta anlamına geliyordu. Öte yandan, Amerika’da doğmuş büyümüş Amerikalılar, ekonomik kriz dönemlerinde küresel güneye yerleşebiliyor ve ABD dışında Amerikalı olmak durumu, onları Amerika içinde işgal ettikleri sınıfsal konumdan çıkarıyor; yani bir bakıma sınıf atlattırabiliyordu. Amerikan pasaportu aynı zamanda bireylerin aidiyet ikilemlerine de çözüm üreten bir semboldü. İster doğma büyüme Amerikalı olsunlar ister küresel güneyde doğmuş olsunlar, kendilerini ulus-devlet sınırları içindeki baskın söylem ve pratikler üzerinden tanımlamak istemeyen bireyler, ABD dışında yaşayan Amerikan vatandaşları olarak kozmopolit kimlikler kurgulayabiliyorlardı.
En nihayetinde, ABD (veya Batı ülkeleri) vatandaşlığı, hiper globalleşme döneminde bu vatandaşlıklara sahip olanlar için seyahat edebilme imkanı demekti. Bu pasaportlar başka bir yere taşınmayı ve hayatı yeniden kurmayı nispeten kolaylaştırıyor, var olan statüleri sınırların ötesine taşımayı, hatta daha da yukarı çıkarmayı mümkün kılıyorlardı. Bu dönemde dünyanın her yerinde yaşayabilir ve çalışabilir olmak, sınıfsal ayrıcalıkların en temel bileşeni haline gelmişti. Amerikan vatandaşlığına sahip olmak küresel sınıfsal tabakalaşmada da üstlerde bir yer edinmek anlamına geliyordu.
Emperyal Vatandaşlık
İkibinli yıllarda ABD/ Batı vatandaşlığı küresel güneyde ayrıcalık arzularının sembolü ve aidiyet ikilemlerinin çözümü haline geldi. Bu esasında gücü zayıflıyor denilen ABD’nin egemenliğinin yeni bir biçimde inşasına işaret ediyordu. (Işın 2015) Klasik tarih anlatılarında, imparatorlukların düz doğrusal bir şekilde ulus-devletlere dönüştüğünün varsayıldığını ve bu dönüşümün de kuldan vatandaş statüsüne geçiş yapan bireyler üzerinden anlatıldığını söyler. Işın ise, aslında yurttaşlık kurumunun, sömürgeci imparatorlukların anavatan dışındaki toplulukları kontrol etmek için kullanabilecekleri bir araç olarak doğduğunu vurgular.
Amerikan imparatorluğu özelinde, Amerikan vatandaşlığının Amerika dışı toplulukları kontrol etmek için devletin kullandığı bir araç olduğunu söylemek mümkün değil. Amerikan gücünün ve imparatorluğunun sadece bundan ibaret olduğunu da söyleyemeyiz. Ama ABD vatandaşlığına yönelik bu yaygın arzu ve ayrıcalık deneyiminin, hiper küreselleşme döneminde Amerika imgesini ve hegemonyasını da aşağıdan üreten bir güç olduğunu söylemek mümkün. ABD’de yaşamasalar veya ABD hükümet politikalarını desteklemeseler bile, insanların ABD vatandaşlığına atfettikleri anlamlar ve değerlerle ABD’nin egemenliği sürekliliğini korumaya devam etti. Benzer bir şey Batı ülkelerinin vatandaşlığı için de geçerliydi.
Kısacası, zayıflayıp ve çöktüğü iddia edilen Batı, küresel güneyde hala bir arzu nesnesiydi; ayrıcalık ve korunma imkanını temsil ediyordu. Zira Amerikan/Batı vatandaşlığı, çatışma endişelerinin ve siyasi korkuların arttığı, küresel rekabet ve istikrarsızlık algılarının yoğunlaştığı bir dönemde, bütün bu dinamiklerden gerektiğinde bireysel düzeyde kaçabilmenin bir yoluydu. Bu vatandaşlıklara sahip olmak, ulus devlet ile küreselleşme arasındaki geriliminin (en azından) bireysel düzeyde çözülebilmesini mümkün kıldı ve çok katmanlı eşitsizliklerde ciddi avantajlar sağladı. Bu açılardan Amerikan İmparatorluğunun ya da Batı hegemonyasının yükselişine ya da düşüşüne işaret eden askeri, siyasi ya da ekonomik göstergeler, bireysel arzular ile bir gerilim içindeydi.
Küreselleşmeden Dönüş (?)
Biz 2012 yılında araştırmamıza başladığımızda, Amerikan vatandaşlığını sigorta olarak görmek ve bu vatandaşlığın avantajlarını Amerika dışı topraklarda deneyimlemek oldukça yaygındı. Küresel güneyde artan istikrarsızlık ve hukuksuzluk, Amerika’nın giderek kendi içine dönmesi, Amerika dışında yaşayan bu grupların küçülmesine ve bir kısmının Amerika’ya dönmesine neden oldu. Üstelik Amerikalılık, Amerikalı olmak, Batı bağlantıları yükselen milliyetçi popülist siyasetler tarafından günah keçisi haline getirilmeye başlandı. Ama yine de Amerikan (veya Batı) vatandaşlığının küresel güneyde, yoğunlaşan endişelere paralel biçimde, cazibesini koruduğunu düşünüyoruz.
Bugün içinde yaşadığımız koşullar ise bambaşka vatandaşlık tartışmalarına gebe olabilir. Korona öncesi dönemde sınıfsal ayrıcalıkların önemli bir bileşeni haline gelen hareket etme kabiliyeti en azından bir süre belirleyiciliğini yitirebilir. Üstelik Amerikan/Batı vatandaşlığı seyahat etme kriterlerine sağlık kriterleri ve seyahat geçmişi eklendiğinde geçmişte sağladığı ayrıcalıkları sağlamaya devam etmeyebilir. Batı’nın ve ABD’nin salgının merkezi haline gelmesi ve dünyada en fazla ölümlerin yine orada gerçekleşmiş olması insanların bu ülkelerde yaşama arzularında bir dönüşüme neden olabilir.
Bundan sonra ne olacağını tam olarak biliyor olmasak da kişilerin arzu, pratik ve aidiyet ikilemlerinin sembolü ve çözümü haline gelen ABD vatandaşlığı, ABD hegemonyasının yeniden şekillenme ve/veya çözülme biçimlerini okuyabileceğimiz bir alan olabilir.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.