“Çevrelenen” Rusya’dan “Ayrışmak” Mümkün mü?
Çevreleme politikasının etkin bir biçimde kullanılması Batılı ülkelerin askeri harcamalarını artırmalarını gerektirecek ki Almanya ve İsveç’in savunma bütçelerini ciddi oranda artırma kararları da bu yönde bir gelişmeye işaret ediyor. Rusya ile ayrışma ise Batılı ülkeler için söylemesi ancak kolay yapması zor bir iş. Ancak çevreleme ve ayrışma politikalarının, büyük devlet olma özelliğini ortadan kaldırmasa da Rusya’yı epey zayıflatacağı aşikâr.
Mart ayında Türkiye dikkat çekici bir diplomasi trafiğine sahne oldu. Büyük bir başarı ile gerçekleştirilen Antalya Diplomasi Forumu’na birçok ülke bakan düzeyinde katıldı. Rusya’nın Ukrayna topraklarına yönelik istilasından beri iki ülke arasında siyasi düzeydeki ilk doğrudan temas da Forum’un marjında düzenlenen Kuleba-Lavrov Zirvesi’nde gerçekleşmiş oldu.
Mart ayında Kosova Cumhurbaşkanı Vjosa Osmani-Sadriu, İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog, Yunanistan Başbakanı Kyriakos Mitsotakis, Polonya Cumhurbaşkanı Andrej Duda, Almanya Başbakanı Olaf Scholz, Türkiye’ye ikili ziyarette bulundu ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev de Antalya Diplomasi Forumu’na katılım sağladı. Planlarda bir değişiklik olmazsa siz bu yazıyı okurken Güney Kore Başbakanı Kim Boo-kyum ve Japonya Dışişleri Bakanı Hayashi Yoshimasa da Türkiye’ye yönelik ikili ziyaret gerçekleştirmiş olacak. Bu yoğun trafiği sadece Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması sonucu yaşanmakta olan savaşla açıklamak, Türkiye’nin göz göre göre içine sürüklendiği diplomatik yalnızlığı kırmak üzere son iki yıldır gösterdiği diplomatik çabaları göz ardı etmek anlamına gelir.
Çoğumuz “asker millet” olmakla övünür ve başkaları bizi böyle tanımladığı zaman da gurur duyarız. Herhalde yeterince ihtişamlı görünmediği için diplomatik başarılarımızı göz ardı ederiz. Oysa başta Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması olmak üzere varlığımızı borçlu olduğumuz birçok gelişmeyi en az askeri başarı kadar diplomatik başarıya da borçluyuz. Umarım şu son birkaç yıl, bazen “monşerler” diye küçümsenen diplomatlarımızın yaptığı işin ülkemiz için ne kadar önemli olduğunu hepimize hatırlatmıştır.
Ancak bugün ele almak istediğim asıl konu bu değil, uluslararası sistemde yaşanmakta olan ve gelecekte yaşanması muhtemel gelişmeler.
Putin’in Yanlış Hesabı
Putin büyük bir hesap hatası yaptı ve Ukrayna ordusunun direnemeyeceği, Ukrayna halkının çözüleceği, Batı’nın birlik sergileyemeyeceği varsayımıyla ve kısa zamanda hedefe ulaşma umuduyla Ukrayna’ya yönelik istila kararı verdi. Başlangıçtaki varsayımlarının hepsinin yanlış olduğu kısa zamanda ortaya çıktı. İki haftaya yakın zaman geçmiş olmasına rağmen stratejik denebilecek bir başarı kazanamadığı gibi çok ciddi kayıplar da veren Rus ordusunun ilerleyişi lojistik sorunlar nedeniyle durma noktasına vardı. Bu arada ABD ve AB üyeleri başta olmak üzere birçok devlet Rusya’ya karşı her geçen gün kapsamı genişleyen ağır yaptırımları devreye soktu.
Rusya’nın sahadaki başarısızlığı ve ağır yaptırımlar etkilerini göstermeye başladı. 16 Mart Çarşamba günü Moskova’da Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile bir araya gelen Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, ilk defa ateşkes için somut koşullar öne sürdü ve Putin’in Zelenski ile bir araya gelmeye hazır olduğunu belirtti. Rusya’nın öne sürdüğü koşullar; Kırım’ın Rusya’ya resmen terkedilmesi, Donetsk ve Luhask’da kurulan sözde cumhuriyetlerin tanınması gibi toprak tavizlerinin yanı sıra Ukrayna’nın anayasasına hiç bir savunma ittifakına katılmayacağı yönünde bir madde eklemesini de içeriyor. Ukrayna hükümeti bu şartları kabul edilemez bulduysa da yavaş yavaş bir müzakere zemininin oluşmakta olduğunu söyleyebiliriz.
Soğuk Savaş’ın Temeli: Çevreleme Politikası
Ancak olası müzakerelerin sonucu ABD liderliğindeki Batılı ülkelerin Rusya’ya bakışını değiştirmeyecek. Batılı ülkelerin Rusya’ya yönelik yaklaşımında artık iki kavram ön plana çıkacak: ‘Çevreleme’ (containment) ve ‘Ayrışma’ (decoupling). Çevreleme politikası yeni bir kavram değil. İlk defa George Kennan’ın 1946 yılında, ABD’nin Moskova’daki maslahatgüzarı olduğu dönemde yazdığı ve Uzun Telgraf (Long Telegram) olarak bilinen bilgi notunda geçen çevreleme kavramı, ABD’nin Soğuk Savaş’taki dış politikasının temelini oluşturmuştu. II. Dünya Savaşı sonrasında SSCB, Doğu Avrupa’yı nüfuz bölgesi olarak ilan etmiş, ABD buna karşılık SSCB’yi çevreleme politikasını devreye sokmuş ve böylece 1991 yılında SSCB’nin kendisini lağvetmesine kadar sürecek olan Soğuk Savaş fiilen başlamıştı. ABD ve NATO SSCB’nin Kore, Vietnam ve Afganistan gibi doğrudan veya dolaylı müdahalelerinde doğrudan veya dolaylı olarak karşı cepheyi desteklemiş, bu yolla Sovyet yayılmacılığının önüne geçmiş ve SSCB’ye bu müdahaleler için yüksek faturalar çıkartmıştı.
Batı’nın Rus yayılmacılığına karşı Ukrayna’ya verdiği desteği de benzer bir çerçeveye oturtabiliriz. Aynı yaklaşımın Suriye ve Libya gibi Rusya’nın müdahil olduğu diğer ihtilaflarda da sergilenip sergilenmeyeceğini önümüzdeki aylarda göreceğiz. Tabii çevreleme politikasının etkin bir biçimde kullanılması Batılı ülkelerin askeri harcamalarını artırmalarını gerektirecek ki Almanya ve İsveç’in savunma bütçelerini ciddi oranda artırma kararları da bu yönde bir gelişmeye işaret ediyor. “Köpeksiz köyde değneksiz gezen” Rusya’nın işi gelecekte daha zor olacak.
Rusya ile “Ayrışma” Mümkün mü?
Çevrelemenin aksine ayrışma, dış politika aracı olarak ihtiyaçtan doğan daha yeni bir kavram. Küreselleşmenin bir sonucu olarak ülkelerin arasında bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi gelişti ve bu, genel olarak barışın bir teminatı olarak da görüldü. Bu bağımlılık ilişkisi hiç bir zaman simetrik olmadı ve bazı ülkelere göreceli avantaj kazandırdı. Özellikle Avrupa’nın ve bu arada ülkemizin de hidrokarbon kaynakları ve tahıl ürünleri açısından belli bir ölçüye kadar bağımlı olduğu Rusya da göreceli avantaj sağlayan ülkelerden birisi oldu. Zaten Rusya Ukrayna’ya saldırırken temelde bu bağımlılığa güveniyordu. Ancak Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması bardağı taşıran son damla oldu ve Batılı ülkelerde bu bağımlılığı tedricen azaltma ve sonunda ortadan kaldırmaya yönelik bir eğilim ortaya çıktı.
Öte yandan son haftalarda Rusya’ya uygulanan yaptırımların birçoğunun en azından Rusya’da köklü bir politika değişikliği olana kadar yürürlükte kalması ve bu yolla Rusya’nın ABD merkezli finans sistemine, ABD ve Avrupa başta olmak üzere uluslararası pazarlara ve teknolojiye erişiminin kısıtlanması öngörülüyor. Bu yolla Rusya’nın büyük devlet olma özelliğinin elinden alınması amaçlanıyor. Rusya’nın bu gelişmeler karşısında Çin’le daha da yakınlaşması ve zayıflamış bir Rusya’nın küresel rekabette Çin’in küçük ortağı haline gelmesi ihtimali de ABD’yi ve müttefiklerini en azından şimdilik caydırıyor gibi görünmüyor ki bu da Putin’in yanlış hesaplarından birisi gibi değerlendirilebilir.
Rusya ile ayrışma, Batılı ülkeler için söylemesi kolay ancak yapması zor bir iş. Rusya’nın Avrupa’ya sağladığı petrol ve doğalgazın alternatifi henüz bulunmuş değil. Kaşıkçı cinayeti sebebiyle ABD Başkanı Biden’ın sert eleştirilerine maruz kalan Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman, tepkisini ABD’nin petrol üretimini artırması yönündeki telkinleri cevapsız bırakarak gösteriyor. ABD şimdi yaptırım uyguladığı Venezuela ve İran ile ilişkileri kısmen normalleştirip onların petrol üretimini artırmanın yollarını arıyor. Azerbaycan, Türkiye üzerinden Avrupa’ya sağladığı hidrokarbon kaynaklarını artırma niyetini ortaya koydu, fakat bu ancak yeni yatakların geliştirilmesi yoluyla mümkün olabilir ve zaman alır. İklim değişikliği ile mücadele çerçevesinde yenilenebilir enerjinin hidrokarbonların yerini alması beklense de bu, yıllar içinde tamamlanacak bir süreç. Ancak çevreleme ve ayrışma politikalarının, büyük devlet olma özelliğini ortadan kaldırmasa da Rusya’yı epey zayıflatacağı aşikâr.
Bu gelişmelerin ülkemizi de etkilemesi kaçınılmaz. Türkiye Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırısını kınadı ancak yaptırım uygulama yoluna gitmedi. Türkiye ilke olarak Birleşmiş Milletler kararlarına dayanmayan yaptırımlara karşı olduğu için tutarlı davrandı. Türkiye’nin bu kararı Batı’da eleştiri konusu olsa da bu eleştiriler en azından şimdilik baskıya dönüşmedi. Ancak önümüzdeki dönemde, Türkiye’nin Rusya ile işbirliği alanının oldukça daralmasına hazırlıklı olmamız gerekiyor. Rusya’ya yaptırım uygulamamak ile Rusya ile askeri ve stratejik işbirliği yapmak arasında dağlar kadar fark var.
S-400’leri alırken Türkiye’nin kullandığı argümanlardan birisi de Türkiye’nin bu silah sistemlerini acil ihtiyaçlarını karşılamak için aldığı, ileride ya kendi hava savunma sistemini geliştireceği ya da diğer NATO sistemlerine yöneleceğiydi. İşin ironik tarafı geçen zamanda Türkiye’nin hava savunma sistemine ihtiyacı azalmadı, arttı. Ancak biz Rusya’dan aldığımız sistemleri aktif hale getiremediğimiz gibi bu sistemlere sahip olduğumuz için CAATSA (Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşılık Verme Yasası) yaptırımlarına muhatap oluyor, yerine alternatif bir sistem de alamıyoruz. Üstelik hava savunmamızın ana unsuru olan F-16 filomuzun modernizasyonu ve yeni F-16 uçakları almamız da S-400 krizi nedeniyle ABD Kongresi’nin muhalefetine takılıyor. Geçmişte ne olduysa oldu, ancak S-400 krizini çözmemiz artık güvenliğimiz açısından hayati bir önem taşıyor. Öte yandan NATO’nun en büyük ve güçlü ordularından birisine sahip olan Türkiye’nin hava gücünü koruması ve hava savunmasını güçlendirmesi bir bütün olarak NATO’nun imkân ve kabiliyetleri ile caydırıcılığı bakımından da önem taşıyor. Hem ABD hem de Türkiye’de siyasi irade olması durumunda bu soruna çözüm bulunması sanıldığından kolay olabilir.