CHP İçin Karar Vakti

Yılların birikimlerini, ezberlerini, öğrenilmiş çaresizliklerini kitlelere bir anda sorgulatmak elbette mümkün değildir; ama artık bir manifestolar zincirinin de CHP içinden çıkmasını beklemenin, gerçek bir normalleşme/yumuşama iklimine bunun yapacağı katkıları bilenler açısından şapkadan tavşan çıkarmaktan, konjonktürel olanlarla yetinmekten daha evla olduğu vakidir.

chp özgür özel

Perspektif’teki bir önceki yazımızda “Erdoğan İçin Karar Vakti”ni ele almıştık. Bu defa, meselenin CHP’ye bakan yüzünü irdelemeyi zaruret addettik. Zira ülkedeki sistemik yapılanmaların ve dönüşümlerin her iki partinin üzerine oturduğu politik kültür ve sosyolojik yapılarla yakın ilgisi var. 

 

Siyasette ve toplumun politik kültüründe dönüşüm/değişimlerin yegâne iki turnusolü “zamanın ruhu”na uygunluk ve “organiklik/sahicilik” meselesi. Bunları doğru okumak da tek başına yeterli gelmemekte. Her ikisini de gerektiren şartları kemikleştiren bir sistemik yapı olduğu, bunu dönüştürme azmindeki kararlılık, bu ameliyeye girişirken de doğru tespitlerin yapılması önemli. Tabii bir de bu dönüşümü içten ve dıştan arzu etmeyenlerle mücadelede kararlılık konusu var.

 

AK Parti’nin ilk 10 yılı, bahsettiğimiz zamanın ruhuna uygunluk ve sahicilik/organiklik proseslerine eşlik etmişti. Bu süreç elbette ki toplumun politik kültürünün kalıcı biçimde arzulanan tarzda dönüştüğü anlamına gelmemekteydi. Bunun için katedilecek daha çok yol olduğu vaki idi. Ama ona kazandıran etmenlerin rakipleri tarafından irdelenip incelenmesi, kendisi başkalaşsa bile o süreçlerden dersler çıkarılması söz konusuydu. 

 

Türkiye’de siyasetin yegâne belirleyeninin ve kazandırıcı etmeninin muhafazakâr seçmen ve onun kaygıları olduğunu anlamak, muhalefetin yıllarını aldı. Kılıçdaroğlu ile başlayan değişim süreci Baykal döneminin hilafına hem parti kadrolarında o malum cam tavanı bile isteye oluşturan ulusalcı cenahın gerilemesine hem muhafazakâr kitlelerle iletişim yolları aramaya hem de Kürt halkıyla empati ve yolları kesiştiren siyasetlere ivme kazandırdı. Bu süreç elbette ki dikensiz gül bahçesi değildi. Ulusalcıları geriletmiş olmak, birtakım demokratik kanalların nefes almasına yol vermek, esas/gerçek kambur olan resmî ideolojik saiklerden kurtulmuşluk, ulusalcılığın hastalıklarından sıyrılmışlık anlamına gelmemekteydi ki sahici bir demokratlaşmanın, gerçekçi bir dönüşümün, hakiki bir merkez yolculuğunun yegâne iksiri buydu. Nitekim bunca dersin ardından CHP çizgisine halen güvensizlik içeren yazılardaki pesimist hale güç veren yegane olgu da budur. Vahap Coşkun’un Perspektif’teki “Garsona Kaba Davranana Güvenme” yazısında olduğu gibi, “Dün Kürtlere ve dindarlara, bugün mültecilere” hatırlatmalarını yaptıran; bir seçim zaferinin ardından bile, bu zaferin kalıcı olması için şartların oluşmadığı, organik süreçlerin yaşanmadığı, kalıpların halen gerçek manada kırılmadığı, CHP’nin henüz yeni bir hikâye yazma aşamasına geçemediği, “demokrasi” kelimesini zikirmatik misali sürekli tekrar etmenin kendine demokratlığı aşmaya yetmediği, dahası, konjonktürel çabaları bir yana, asıl “kazancının” rakibin, kendi tabanının önemli bir kısmına da “illallah” dedirten günahları sayesinde gerçekleştiği gerçeğinin altını bir kez daha kalınca çizilmesi anlamına gelmekteydi.

 

Nitekim seçimlerin hemen ardından bazı belediye başkanlarının yabancı düşmanlığında aşırı sağ Avrupalı yoldaşlarını bile kıskandıracak çıkışları, Meclis’teki “1.400 yıldır…” diye ünleyen cümleler kuran vekillerini kollamak zorunda kalan genel duruşu, gerçek bir değişimi ötelemekteki ısrarın ipuçlarını vermekteydi. Her ne kadar üst perdeden “Ülkemizde milyonlarca Arap vatandaşımız yaşamakta ve Arapça aynı zamanda din dilimiz” şeklinde çıkışlar gelse de, “Bunlar bazı CHP’liler, hepsi böyle değil” demeye çalışan optimistlerin elini zayıflatan dogmatik hallerin CHP’nin genel siyasetinin nişanesi olmadığını söylemek hayalcilik olur. DEM Parti ile “seküler kardeşlik” hikâyeleri yazarken, yıllardır sivil siyasetin tüm örneklerini serdetmiş ve Kürt halkından da hatırı sayılır bir destek alan HÜDA PAR’a Meclis’te bel altılarla hücum etmeyi ibadet gibi algılayan grup başkanlarının tutumu, sadece siyasetin cilvesi olarak geçiştirilemeyecek düzeyde, katedilecek yolların uzunluğunu göstermesi açısından manidardır.

 

Mefhumu muhalifinden meseleye yaklaşırsak; bu derece günah yüklenmiş bir sistemde, yüzde 52-48 dengesinin hâlâ korunabilmesinin muhalefetin sorgulanıp dönüşmesine asla izin vermediği kırmızı çizgiler ve bunlara ilişkin dejavu halleri yatmaktadır. Oysa bu kendinden tavizin muhatabı iktidar mahfilleri ya da rakipler değil bizatihi demokrasi ve hukuktur; toplumun önemli bir kesiminin korkularıdır. Yüzyıllık ezberlerin sorgulanmasını ‘açılım’ değil ‘ihanet’ olarak gören yaklaşım cesaretsizliği ve konforu beslediği müddetçe, daha çok dış sebeplere bağlı kazanımların getirileri de konjonktürel olmaktan kurtulamayacaktır.

 

Sağ cenaha yakın ya da bizatihi mezkûr kesime mensup belediye başkanlarıyla kazanmayı keşfetmiş olmak, bu kazancın da rakibin rant ve yolsuzluk konuları, kibir ve yozlaşma yangınına odun taşımasından kaynaklı olduğu gerçeği geçerliliğini korumaktadır. 

 

CHP de Yeni Bir Hikâye Yazmak Zorunda 

 

Peki bütün bu gerçeklere rağmen, şartların, konjonktürel olanı kalıcı olmaya doğru zorlaması mümkün olmaz mı? Elbette mümkündür. “Hepsi öyle olmayan” yeni nesil CHP kadrosunun, içlerinde olması gerekeni gözlemleyen akil insanların daha cesur olması, anti-demokratik, evrensel hukuk normlarıyla bağdaşmayan çatlak sesler ve icraatlara yol verenleri susturmak, engellemek, ayıplamakla işe başlanabilir. Yılların birikimlerini, ezberlerini, öğrenilmiş çaresizliklerini kitlelere bir anda sorgulatmak elbette mümkün değildir; ama artık bir manifestolar zincirinin de CHP içinden çıkmasını beklemenin, gerçek bir normalleşme/yumuşama iklimine bunun yapacağı katkıları bilenler açısından şapkadan tavşan çıkarmaktan, konjonktürel olanlarla yetinmekten daha evla olduğu vakidir.

 

Bu açıdan Erdoğan-Özel görüşmesine -dayatan şartlar ne olursa olsun- ez azından psikolojik bir önem atfetmek kaçınılmazdır. Tuzak olarak görenler, niyet okumalarına soyunanlar elbette olacaktır. Bunları haklı çıkaracak yeter derecede yakın tarih lojistiğine de sahibiz. Lakin konfor alanlarını bozmak istemeyenler, güç ilişkilerindeki çıkarlarının zarar görmesini istemeyenler, eldekiyle yetinme vizyonsuzluğuna kapılanları da ayrı bir yerde konumlandırmak gerekmektedir.

 

Şu durum elbette bütün bir ülkenin umut ya da umutsuzluğunu belirleyecek bir tabloyu bir süre sonra önümüze koyacaktır: Eğer bu görüşmeler, sadece Anayasa üzerinden iktidar mahfillerinin bir pazarlık gündemine sıkışıp kalırsa, “haklı çıktık” diyenlerin sarmalın sürgit devamı için siyasetsizlik üretebilmelerinin önünü açacaktır. Abdülkadir Selvi’ye Özgür Özel’in elini güçlendirme formülü yazdıran iradenin de pazarlıkçı sınırlı bir irade olduğu unutulmamalıdır. Bu tutumun ülkenin genel hukuk çıtası açısından neyi ifade ettiği bahsi diğerdir. Tıpkı mesela sadece bazı paşaların değil, yaş ve hastalık gibi sebeplerden ötürü hakları teslim edilmeyen tüm mahkûmların süreçten istifadesini sağlama konusu gibi. Hukuk parantezini bir kenara bırakırsak, bu süreçte elde edilecek kazanımların “seküler mahalli şartlar”ı değil, ülkenin genel kazanımlarını sağlama almaya dönük bir perspektifle değerlendirilmesi gerekir. Dahası, kutuplaşma ve gerilimlerden, ekonominin bunların üzerine tuz biber olmasından bıkıp usanmış bir topluma umut aşılayacak süreçleri “tuzak paranoyası”na hapsetmeden ilerletmek gerekmektedir. Ayağa değen çakıl taşlarına takılmadan, iktidar içinde vicdanları hâlâ diri olan odaklarla dayanışarak, seçilmişlere parmak sallayan bürokratların ve ortaklığın bozulmaması için anti-demokratik vesayet retoriklerini sürdüren odakların oyun bozuculuğuna aldırmadan bir siyasal vizyon ortaya koymak kaçınılmazdır. CHP’deki akil insanların kendi içlerinde de gerek şahinlere gerekse tabana bu vizyonla hareket etmeyi salık vermeleri gerekir. “Seni başkan yaptırmayacağız” nidalarıyla sonuç almayı bekleyenler geçmişte hangi çözümleri kabullenmek zorunda kaldılarsa, bu yeni sürece de o düzeyde bir anlam vermek gerekmektedir. CHP böyle davrandığı takdirde asıl kazancı heybesine azık yapabilir. Bu sürecin CHP ve dahi ülke için ciddi fırsatlara gebe olduğunu görebilenlerin vizyonel etkileri sürecin belirleyeni olabilirse, asıl kazanç o zaman sağlanmış olur.

 

Çıtayı “Kılıçdaroğlu Travmaları”nın Ötesine Taşımak 

 

Kılıçdaroğlu’nun T24’te yayınlanan “Tek bir yüzükten saraydaki saltanatav” başlıklı yazısı hem zamanlama hem de niyet açısından zamanın ruhuna taş koyan ve ‘vizyonsuzluk’ dediğimiz hususla da örtüşmektedir. Kılıçdaroğlu, yeni bir sürece adım atarken partisinin genel başkanına böyle mi destek olacaktır? Sürece ilişkin “boşuna ümitlenmeyin” çıkışı yaparak mı? Niyet okumalar, geçmiş hatırlatmaları, kutuplaşmayı sürdüren kişisel yaşanmışlık örnekleriyle mi? Üstelik, açılımlar yapan kendi geçmişiyle de çelişmek anlamına gelmekte değil midir bu çıkış? Mesele “iyi polis-kötü polisi”i oynamaksa, bunun CHP’ye hiçbir katkı sağlamayacağı, geniş bir sosyolojiyi irite etmeye devam ettiği aşikârdır. Tam da bahsettiğimiz kendini sürekli tekrar eden sarmalın, bir türlü gerçek çıkış yolları üretememesine tekabül etmektedir bu hal. Ülkenin lider bağımlı sosyo-politik kültürünün muhalefet nezdindeki hallerine de ışık tutmaktadır. Partiler içindeki güç ilişkilerindeki çıkar beklentilerinin, ülkenin sosyo-politik kültürünün dönüşümü önündeki engellerine de örnek olarak verilebilir. Unutmamak gerekir ki 14 Mayıs sonrası, Ümit Özdağ gibi bir figürle kişisel olarak giriştiği, partisinin kurmaylarından ve muhalefetteki ortaklarından da gizlediği ‘kirli pazarlık’ süreci, sadece siyasi bir liderin günah karnesini ve gücü elde etme yolculuğunun bireysel çelişki örneklerinden birini değil, ülkenin demokratikleşme biatının 2.400 maddelik hukukunu ve umutlarını da baltalamak anlamına gelmekteydi. Bugün de, yeni sürecin muhtemel olumlu getirilerinin kendi muhtemel başarı hikâyesine köstek olacağını düşünen bir zihnin yansımalarıyla karşı karşıyayız. Bu tutum, liderlik hırsının, bireysel güç talebinin, ülkenin hukuk ve demokrasi kazanımlarını baltalamada sürekli Erdoğan üzerinden örneklendirilmesindeki hatayı da gözler önüne sermekte.

 

Geçmişte, parti içinden yükselen “hesaplaşma” söylemlerine dönük “helalleşme”yi öne çıkarır ve bu söylemi kendi dışındaki kitlelere benimsetmek gibi bir sahicilik sorunu yaşarken, o rövanşist ruhu hatırlatırcasına bir çıkış yapmak aslında tam da Kılıçdaroğlu çelişkilerinin bir manzumesi olarak okunabilir. Yani CHP, onun partiyi dönüştürme azmini bir kenara not ederken, diğer yandan çıtayı geriye çekme çelişkisiyle de yüzleşmek zorundadır. Meselemizin bireysel olarak Kılıçdaorğlu değil, CHP’nin kendi kimlik ve üzerinde güven oluşturması gereken kitlelerle olan iletişim sorunu olduğu şerhini düşmeye herhalde gerek yok.

 

Kılıçdaroğlu gibilerin bugünkü açılımların kendi çabasının da ürünü olan sürece çıta atlatmak olduğunu anlayamaması, anlasa da tıpkı Erdoğan gibi kendi eliyle olmadığı ve parti içi rakibi güçlendirdiği için tahfife gayret etmesi, hem kendisinin hem de CHP’nin ve sosyolojisinin önemli bir kısmının aşil topuğunu göstermekte. Şu anki kazanımın konjonktürel olduğu gerçeği ve bunu sağlama almanın önemi de ötelenmekte. “Başarı kime ait?”i tartıştırmaya çalışmaktan, diğerine yol verme güçleşmekte. Oysa CHP eğer geçmişteki (1989-1994 arası) başarı ardından gelen başarısızlık dejavularına savrulmak istemiyorsa bu topraklara uygun bir “kültürel demokratlaşma” yoluna adım atmalıdır.

 

Diğer yandan başta CHP’nin olmak üzere, genel manada bütün bir muhalefetin bu süreçte omuzlarına ciddi bir yük binmiş durumdadır. O da, geçmişin detaylarına boğulup, onu tekrar eden çelişki mühendisliğinden çıkmanın; umutsuzluğu, çözümsüzlüğü vadeden retoriklerden kurtulmanın; umuda davet ederken onu sağlama alacak somut taleplere başvurmanın ve bu tarz ile de topluma güven vermenin önemini kavramaktır. 

 

Toplumun sahici bir morale ve umuda ihtiyacı var. Gerek iktidar gerekse muhalefet mahfillerinde birileri şu an kendi vizyonsuzluklarına eşlik eden popülist ezberlerle kısa-orta vadeli hesaplar yapsa da muhalefetin sistemik bir bugün ve gelecek vizyonu ve altını dolduran somut önerilerle ilerlemesi gerekir. CHP de, eğer bir 1989-1994 dejavusu yaşamak istemiyorsa toplumun kendisine bahşettiği krediyi bu minvalde okuması gerekiyor.

 

Normalleşme/Yumuşama Sürecinde CHP’nin Önündeki Riskler

 

CHP cenahında sürece ilişkin üç tutum var gibi görünmekte.

 

– Geçmişe ve Erdoğan’ın tuzaklarına odaklı, arada nefret söyleminin yer aldığı ve bu sürecin hakkını teslim etmekten uzak anlayış sahipleri.

 

– Meseleyi kendi çıkarlarına ve CHP içi güç ilişkilerine boğan şahinler. 

 

– Süreci önemli bulan ama CHP’nin nasıl bir yol haritası belirlemesi gerektiğini sadece teorik vurgularla ifade eden, somuta giremeyen, 1989 sonrası dejavularına karşı uyaran ama CHP’nin bu ülkeyle buluşmasına, uzak kültürel atmosferlerle empati arayışlarına, insan hakları konusunda -algıda seçici konular dışında- açılım önerilerini içinde taşımayan öneriler silsilesi. 

 

Oysa seküler demokratlaşma konusunda bile “mış gibi” yapan CHP bizim “kültürel demokratlaşma” demeyi tercih ettiğimiz, yani ülke sosyolojisine uygun demokratikleşmeyi becerememe sorununu masaya yatırmadan gerçek/organik bir açılıma giremeyeceği gerçeğiyle yüzleşmek zorunda.

 

CHP, kitlesini aşağıdaki hususlarda eğitmelidir:

 

– Yüzleşme konuları. 

 

– Samimi biçimde “Herkes için adalet” şiarı (sadece seküler mahalleyi ilgilendiren şahsiyet ve vakalarda değil; genel sosyolojiyi ilgilendiren tüm hususlarda azami özeni kuşanmak).

 

* Tüm grup haklarının savunulması

 

* Muhafazakâr camialarla samimi empati çabaları

 

– Göç politikalarında iktidar eleştirisi ile sığınmacıyı hedef gösteren dilin ayrıştırılması. (Bu hem Batılı demokratlık ve insan hakları duruşu hem de yerel-kültürel demokratlık ve hak savunuculuğu açısından önemli. CHP’nin bu ezberi bozması ve yabancı düşmanlığıyla arasına net bir çizgi çekmesi hem CHP’deki öğrenilmiş çaresizlik açısından hem de ülke demokrasisi açısından önemli ve değerli. Bu konuda atacağı adımlar pek çok ezberi bozacak ve organik demokrat kimliğin inşasına büyük katkı sağlayacaktır.)

 

– “Seni başkan yaptırmayacağız” modu ve rövanşist öfke dilinin yarattığı çözümsüz ve pesimist iklime son verilmesi.

 

– Sürekli geçmiş hatırlatması ve hesaplaşmadan çıkılması konularında parti kadrolarının ve kitlenin eğitimi.

 

– Dilini, sadece kendi seçmenine odaklama konforundan çıkıp yumurta küfesini yüklenmesi.

 

– Velhasıl tüm boyutlarıyla organik bir kültürel demokratikleşmeyi iktidar ile siyasetin normalleşmesinin yollarını arayarak ilerlemesi (“Erdoğan ne kazanır?” değil, “Türkiye ne kazanır?”ı düşünerek ve her boyutta delilleriyle bunu savunarak, dolayısıyla vizyon sorunu yaşayan iç muhalefeti de pasifize ederek yol yürümesi.)

 

Bu Süreçte Bütün Muhalefetin Üzerine Düşen Sorumluluklar

 

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi kurulduğundan bu yana işleyen siyaset dilinden muzdarip olan muhalefetin tutarlılık gereği “normalleşme” sürecine omuz vermesi gerekir. Sürecin kolay işleyeceğini kimse iddia edemezdi, bu halen geçerli. Bu tarzın iktidara kaybettirmesi sonucu buradan rücu edilmiş olması siyasetin bir gerçeğidir. Dolayısıyla sigaya çekici, “biz demiştik” türünden fasılların da kısa geçilmesinde fayda mülahaza edilmeli. Diğer türlü hem sürecin ilerlemesi zorlaşır hem de iktidar içinde nedamet getirmeye niyetli mahfillerin eli vesayet odaklarının lehine zayıflatılmış olur. Bu minvalde, gerek siyaset gerekse medya ayağında eleştirel tutum takınan çevrelere yakın geçmiş “tutarlılık hatırlatmaları” yapmanın kimseye faydası yoktur. Önemli olan cendere halinin ortaya serildiği tüm özeleştiri hallerine ön açmaktır. 

 

Bu minvalde;

 

  • Geçmiş ezberlere dayalı ve iktidarın bu yüzden kaybettiğini fark ettiği dilin ayrıştırma, nefret ve çatışma içeren tekrarından kaçınmak. Bunun, desteği sürdüren muhafazakâr mütedeyyin kesimi daha fazla irite edeceğini fehmetmek.
  • İktidarın (Erdoğan’ın) MHP’ye muhtaçlıktan kurtarılmaya çalışıldığını kamuoyuna izhar etmek ve sistemin sacayaklarından birinin “ötekileştirilmesi”ne katkı sağlamak. (Erdoğan’ın bunu talep edip etmediği gerçekliğinden bağımsız olarak bunu yapmak.)
  • İktidara, “dürüstçe değişim talebiniz varsa biz buradayız” dilini süreklileştirmek; cendereden çıkış için çözüm yollarını zorlamak ve buradan çıkmaya davet etmek! (Bu dilin eziklik göstergesi olmadığı, aksine sürecin bedellerini görmeye başlayan kitleyle iletişimde empati sağlayacağı unutulmamalı.)
  • “Kurduğunuz düzenden dolayı yapmazsınız, yapamazsınız ama…” dilinden ziyade “Ülke menfaati adına şunu şunu yapmanız gerekir” üslubuyla, ayna tutucu, CHP ile birlikte her ikisine de yol gösterici bir vizyonla hareket edilmesi gerekir.
  • Bunları yaparken, tıpkı KHK’lılar, cezaevindeki tüm hasta yaşlı mahkûmlar, haksız yere siyasi kriterlerle mahkûmiyet alanlar vb. üzerinden kendini istikrarlı şekilde tekrar eden tarzın süreklileştirilmesi gerekir. Bir insan hakları örgütü gibi bu konularda ısrarlı taleplerde bulunulması elzemdir. (‘Devlete karşı işlenen suçlar’ başlığı altında siyasi kriterlerle mahkûmiyet alanlar için ‘af’ ve ‘yeniden yargılanma hakları’nı zorlayıcı talepleri gündemleştirmek.)
  • Nihai kertede aklıselim sahipleri hem iktidara hem de muhalefete vizyon çizen bir tarz gütmeliler. İktidara “yanlış yoldan dön” diye yol gösterirken, muhalefete “güven oluşturacak şekilde dönüş, samimi şekilde değişim gösterdiğini ispat et” mihmandarlığı yapmalılar.

 

Toplum “beka ve kimlik” temalı konulardan bıkıp usandı; bunun bedellerinin kendisi için ne anlama geldiğini de yeter derecede fehmetti. Kavga, öfke ve nefret dili istemiyor. Sandığa gitmeyen oylar da bu kısır döngüye bir tepki idi.

 

Buraya düşmeden, bu dili tekrar etmeden, zaten bilinenleri gereksiz yere sürekli hatırlatma tekrarına/yanlışına savrulmadan normalleşmeye yol veren/yol gösterici dilin toplum tarafından ziyadesiyle satın alınacağının bilinciyle hareket etmekte büyük fayda var. 

 

Umut diline yer vermek, öfkeyi bastırmak, çelişki mühendisliğinden kurtulup el uzatıldığını göstermek, onurlu ve ombudsmanvari tarzda “iki büyük partinin omuzlarına büyük sorumluluk düştüğünü, amacın zaten ülke ve toplum menfaatine bu tabloyu oluşturmak olduğunu; sürece köstek olucu detaylardan kurtulup meselelerin özüne ilişkin konuşup adım atılması gerektiği”ne ilişkin bir muhalefet bilincini geliştirmek kaçınılmaz. 

 

Sözün Özü

 

Hem genel manada muhalefet hem de CHP şu yol işaretlerini doğru okumakla yükümlüdür:

 

  • Yenilgi/başını duvara vurma sayesinde öncelikle Erdoğan ve AK Parti’nin ve dahi kitlenin topluma ulaştırmak istediği gerçeklerin daha rahat duyulabileceği bir zemin oluşmakta.
  • Erdoğan’ı bu zemine çekmek için yapılan normalleşme çağrılarının karşılığını görme fırsatı oluştu.
  • Cumhur İttifakı ortaklığının demokrasi ve hukuk devleti lehine bozulabileceği imkânlar arttı (Bunda, düzeltilmesi güç ekonominin ve AB ile ilişkilerin baskıları sonucu ortaklık öncesi habitata dönüşü icbar eden dış ve iç iklim etkisini gösterdi. Bir süre demokratikleşmede “U” dönüşleri olmadan da ekonominin düzelebileceğini denemek isteyen Erdoğan’ın bunu gerçekleştirmediği takdirde kendi beka sorunuyla yüzleşeceği bir vasat oluştu).
  • Eğer özellikle CHP’li demokrat kesimlerin, sivil toplumun, aklı selim çevrelerin uyarıları gereği üzerine düşeni layıkı vechiyle yaparsa; mahalle kollama sınırlılığından daha geniş çevrelere açılabilir, farklı toplum kesimleriyle arasındaki güven ve empati sorununu masaya yatırabilir, bu meyanda bir “kültürel demokratlaşma”/geniş sosyolojiyle barışık demokratlık eşiğini zorlarsa; dış politikadaki akibeti belirsiz ezberlerini sorgularsa; kırmızı çizgileriyle hesaplaşma cesaretini kuşanırsa; toplumdaki farkedilirlik ve güven katsayısı da artacaktır. Hatta bu “devrimsel” dönüşüm ülke demokrasisisine çağ atlatabilecektir.
  • Bu süreçte asıl karşıt pozisyon alınması gereken kesimler, hangi siyasi çevreden olursa olsun normalleşme karşıtlığında ısrarcı olan seküler muhalif kanatlar ile çıkarları zedelendiği için eski iklimi koruma azmi güdecek olan iktidar ortakları ve vesayet mahfilleri olmalıdır.
  • AK Parti içinden çıkan partilere de sürecin doğru yönetimi konusunda büyük bir yükümlülük düşmektedir ki o da süreç arzulanan tarzda ilerlemese bile sabırlı tutumun ısrarla sürdürülmesi, her iki tarafa da eğitici-öğretici bir pozisyon alınmasıdır. Unutmamak gerekir ki bugünkü demokrasi, çoğulculuk ve hukuk sorunlarını yaşamada sadece iktidar mahfilleri değil, genel manada politik-kültürün devamından çıkar sağlayan ve değişmeme konusunda kalıplaşmış ezberlerinden taviz vermeyen geniş kesimler sorumludur!

 

Yine unutmamak gerekir ki ihtiyacımız olan şey konjonktürel başarı-başarısızlık hikâyeleri değil, herkesin aynaya bakma cesaretinin körüklendiği, köklü yapısal ve sosyo-politik kültürel dönüşümlere kapı aralayacak bir vizyon ve azimdir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.