CHP Kendisini ve Türkiye’yi Değiştirebilir Mi?
Demokrasi ittifakı önümüzdeki seçimleri salt bir cumhurbaşkanlığı veya meclis seçimleri olarak görmemeli, sivil ve demokratik bir anayasa yapmanın araçları olarak algılamalı ve algılatmalıdır. CHP bu değişimin amiral gemisi olmaya hazır mıdır?
CHP’nin son dönemde izlediği politikalar, geliştirdiği söylemler ve özellikle ittifaklar konusunda attığı yapıcı adımlar, partiye yönelik ilgiyi ve entelektüel merakı artırmış görünüyor. Çok partili hayata başlamamız kadar eski bir sorudur, “CHP değişebilir mi?” sorusu.
Bu sorunun yanıtlarını yakın siyasi tarihimizde bulmak mümkündür. CHP, 1959’de İlk Hedefler Beyannamesi’ni hazırlayarak bir sonraki genel seçimlerde muhalefeti birleştirecek fikrî çerçeveyi oluşturma yoluna gitti. Beyanname denge ve fren mekanizmaları ve nispi seçim sistemi gibi öneriler barındırıyordu. Beyanname, “Türkiye’de gelişimi durduran, gerileten bütün anti-demokratik yasalar, yöntemler ve uygulamalar kaldırılacaktır” diye başlıyordu.
O dönemde giderek otoriterleşen DP’ye karşı 27 Mayıs askeri darbesi gerçekleştirildi. Eğer darbe gerçekleşmeseydi ve CHP, diğer muhalefet güçleriyle birlikte bu beyannamede belirlenen çerçevede sivil bir anayasa oluşturmayı başarabilseydi, bugünkü siyasi sorunlarımızı yaşamıyor olabilirdik. DP iktidarının mevcut çok partili sistemin kuralları içerisinde yenilgiye uğratılması başka bir Türkiye’yi mümkün kılabilirdi.
Bugün de otoriter rejimin giderek daralttığı siyasal alanda mücadele eden CHP, geniş bir toplumsal mutabakat yaratarak, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni güçlendirilmiş parlamenter sistem lehine dönüştürmek istiyor.
“CHP değişebilir mi?” sorusuna bir başka yanıt Ecevit’in 1960’ların sonu ve 70’ler boyunca izlediği sol popülist duruşu anımsayarak verilebilir. CHP’deki bu açılım, Türkiye’yi İspanya, Portekiz, Yunanistan benzeri bir Güney Avrupa sosyal demokrasisine taşıyabilirdi. Ecevit, CHP’nin 1945’dan beri yaşadığı kimlik arayışında en fazla kabul gören sentezi oluşturmayı başardı. Parti gençleşti, dönemin dinamik toplum kesimlerine açıldı.
Hem TİP hem de Ecevit’in sol popülist CHP’si siyasetin gündemini, dolayısıyla rakip merkez sağı da önemli ölçüde etkiledi. Özellikle merkez sağ, söylem düzeyinde şiddetle karşı çıktığı solun kimi önerilerini zamanla kendi söylemine dahil ederek ilginç bir etkileşim tarzı geliştirdi. Sözgelimi çalışan kesimlerin haklarıyla ilgili öneriler ilk ortaya konulduğunda sağ anti-komünizm ithamlarıyla yanıt vermişti. Zamanla AP ve Milli Görüş, bu hakları bütünüyle reddetmek yerine kendi söylemlerine eklemleyerek yeniden yorumladılar. 12 Eylül Darbesi, merkez sol ve merkez sağ arasında Soğuk Savaş boyunca oluşan dengeleri ortadan kaldırdı.
Özal’la hamle üstünlüğü merkez sağa geçti. Özal merkez sağı şehirlileştirdi ve küresel ölçekte yükselişe geçen Yeni Sağ rüzgârdan yararlandı. O dönem CHP’nin yerini alan SHP, Avrupa Sosyal Demokrasisine Ecevit’ten daha önyargısız bakıyordu. SHP demokratikleşme ve insan hakları konularında özellikle Meclis’te temsil edilen diğer partilerden çok daha ileride bir duruş sergiledi. SHP’nin demokratikleşme paketleri, Demirel’in, başta MHP olmak üzere, TBMM’deki diğer sağ partilerle kurduğu fiili ittifakların da desteğiyle sürekli boşa çıkarılmamış olsaydı, Türkiye bugün içine yuvarlandığı otoriter çöküntüye kapılmayabilirdi. Özellikle Kürt sorununda çözümün sürekli ötelenmesinin bedelleri ağır olacaktı.
Türkiye sağı, parlamenter demokrasi kültürünü içselleştiremediği için ilkesel-evrensel duruş yerine zamanın dengelerine göre hareket etmeyi tercih etti. Zayıfsa veya muhalefetteyse daha demokrat, iktidardaysa ve kuvvetli hissediyorsa daha otokrat bir yönelime girdi. Türkiye’de merkez sağ veya sağ bir iktidarın zamanla otoriterleşmediği hiçbir örnek yoktur. AKP bu tarihi daha sert ve yoğun biçimde tekrarladı aslında.
Üç Temel Siyasal Sorun Karşısında SHP
SHP üç temel konuda bocaladı: Siyasal İslam’a nasıl yanıt verileceği, Kürt sorununa nasıl yaklaşılacağı ve merkez sağın iktisat politikalarına nasıl bir alternatif sunulacağı konuları. SHP kapatılıp CHP yeniden açıldığında bu sorunlara ikna edici yanıtlar geliştirilememişti.
Tüm bu meseleler CHP’de her zaman olduğu gibi ikili bir yarılmayı da harekete geçirmekte gecikmedi: Gelenek adına değişime direnenler ve değişim talebinde bulunanlar. Ortanın Solu fikrini savunan Ecevit’i, “CHP’yi Atatürkçü mirasından koparmakla” ve “CHP’yi sosyalist parti yapmakla” itham eden bir direnç oluşmuştu. Turhan Feyzioğlu liderliğindeki grup Ecevit’le giriştiği siyasi mücadeleyi yitirince CHP’den ayrılıp Güven Partisi’ni kurdu. Bu parti kısa süre içerisinde Milliyetçi Cephe’yle yakınlaştı. Değişime direnenler siyaseten mağlup edildiklerinde, CHP tarihinde benzeri görülmemiş bir gençleşme ve dinamikleşme sürecine girmiş oldu.
Aslında Ecevit’in arayışı Türkiye’ye özgü bir sosyal demokrasi /demokratik solu işaret ederken, partideki direnç de Muhafazakâr Cumhuriyetçilikten geliyordu. İlginç olan Muhafazakâr Cumhuriyetçi refleksin özellikle 2000’li yıllarda “Ulusalcılık” olarak adlandırılmasıdır. Demek ki değişime direnç gösterenler dönemin koşullarına göre söylemlerini de farklılaştırabiliyorlar.
SHP’den sonra yeniden açılan CHP’de farklı arayışlar denenmekle birlikte, partinin 1960 sonrası tarihinde görülmedik ölçüde genel merkezin güçlendirilmesi, örgüt dinamizmini ve aşağıdan yukarıya yenileşme çabalarını zayıflattı. CHP bir ara Tony Blair’in öncülük ettiği Üçüncü Yol’a meyleder gibi oldu. Bir ara Anadolu Solu denendi.
Yeniden Açılan CHP’yi Bekleyen Eski ve Yeni Sorunlar
Tüm bu arayışlar önemli bir eksiklikle yapılmak durumundaydı: SHP’nin kapatılmasına kadar partiyle etkileşim hâlinde bir sosyal demokrat entelektüel kümenin mevcudiyetinden bahsedebiliriz. Erdal İnönü bu entelektüelleri SHP’nin etrafında tutmaya özen göstermişti. Fakat daha sonraki süreçte sosyal demokrat entelektüel küme giderek zayıfladı. Bugün de böyle etkin bir kümeden bahsedemeyiz.
Soğuk Savaş döneminde sol/sosyalist duruşu olan fakat Özal’la beraber Liberalizmi keşfedenler SHP ve CHP’yle diyaloğa dayanmayan bir hesaplaşmaya, çatışmaya girdiler. Sol entelektüeller bakımından sistem-dışı sol veya Kürt hareketinin daha sempatik görünmesi de bahsettiğimiz entelektüel beslenme alanını zayıflattı. Fikri temelli olmayan bölgecilik, hemşericilik, mezhepçilik, hatta okul veya meslek kimlikçiliği CHP’nin iç mücadelelerinde daha öne çıkmaya başladı. Fakat tüm bu süreçler boyunca CHP’nin ilkesel bir demokratikleşme, 12 Eylül Anayasası’ndan sivil bir anayasa yaparak kurtulma ve AB’ye üyelik yanlısı görüşlerinden vaz geçmediğini de vurgulamak gerek.
CHP kendi yolunu ararken aynı seçmen kümesine hitap eden Ecevit’in DSP’si, Soğuk Savaş dönemindeki rakibi Feyzioğlu’nu andırır biçimde statükocu bir duruş sergilemeye başladı. Ecevit; İslamcılık, Kürt sorunu gibi meselelerde Muhafazakâr Cumhuriyetçi veya Ulusalcı tezlere yakınlaştı.
2000’lerin CHP’si ise temsil ettiği sosyoloji nedeniyle hem daha sol bir damarı barındırmak hem de Ulusalcı tezlerle yakınlaşmak gibi bir bocalamaya girdi. Bu bocalama AKP iktidarına karşı net bir duruş sergilemeyi güçleştirdi. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan seçilmesi, SHP mirasının bir ölçüde yeniden sahiplenildiği bir dönemi beraberinde getirdi.
Kılıçdaroğlu Liderliğindeki CHP’de Yeni Arayışlar
Bu dönemde CHP’ye dışarıdan bakanlar, daha sosyal demokrat duruşu olanlarla “Ulusalcılar” arasında bir mücadelenin patlak vereceğini tahmin ettiler, öngördüler veya umdular. Fakat bu gerçekleşmedi.
Bunun nedenlerinden biri özellikle Gezi protestolarından sonra “Ulusalcı” kesimin ana gövdesinin CHP liderliğinin meşru siyasal yöntemlerle iktidarı değiştirme stratejisine ikna olmasıdır. Bu değişimde, 2002-2010 Referandumu arasındaki dönemde askeri-sivil vesayetçilik üzerinden AKP’yi durdurma girişimlerinin başarısız kalmasının da etkileri muhakkak olmuştur.
Kısacası devletten bütünüyle dışlanan, tabir caizse devletten bütünüyle düşen bir gelenek, sivil alanda konumlanmak ve orada tutunmak konusunda beklenenden daha güçlü bir refleks gösterdi. Bugün CHP çeperinde veya etki alanında olup askeri darbe veya toplumsal gösteriler sonucunda iktidarı devirmeyi savunan, buna özlem duyan kesimlerin varlığından bahsetmek mümkün değildir. CHP örgütü ve tabanı 15 Temmuz’la da hiçbir şekilde irtibatlanamaz. Bu darbe sağ bir yapının başka bir sağ yapıya yönelik bir girişimidir.
Gezi’den sonra ve özellikle 2015 seçimlerinden bu yana CHP’ye yakın kesimlerin sandık yoluyla başarıya odaklandıkları, Referandumu kaybettikleri hâlde bu stratejiden uzaklaşmadıkları, 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimlerinde umdukları başarıyı yakalayamamalarına rağmen kazandıkları ivmeyi sahiplendikleri ve nihayet 31 Mart Yerel Seçimlerinde stratejilerinin başarısını tecrübe ettiklerini söyleyebiliriz.
Bu mücadelelerde Kemal Kılıçdaroğlu yönetimi Atatürkçülüğü sivil ve demokratik söylemlerle sentezleyerek sahiplendi, tıpkı 1970’lerde Ecevit’in yaptığı gibi. Otoriterlik karşıtı mücadelenin kendi dinamikleri, sivil ve demokratik boyutu popülerleştirdi. Sözgelimi, çok zor koşullarda başarılan milli kurtuluş mücadelesiyle, yine çok zor koşullarda verilmekte olan otoriter rejimden kurtularak cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırma mücadelesi arasında bir misyon sürekliliği bağı kurulması, bahsedilen söylemsel sentezleme çabalarına bir örnektir. Bugün CHP, demokratik yöntemlerle otoriter bir rejimi dönüştürme mücadelesinin amiral gemisi olmaya büyük ölçüde hazırdır. Eksiklikleri olmakla beraber bu tarihsel rolü gerçekleştirebilir.
CHP ve Demokrasi İttifakı
CHP’nin son dönemde demokrasi ittifakının sürükleyici gücü olmasını mümkün kılan en önemli gelişme, AKP’nin sağ popülizminin en önemli araçlarından birisi olan “seküler-dindar” eksenli kutuplaştırma çabalarını boşa çıkarmasıdır. “Sessiz Muhafazakâr/Müslüman çoğunluk” ile “Aktif batıcı/seküler azınlık” arasında varsayılan adalet mücadelesinde AKP, “Asli Unsurun” sesi olduğunu iddia ediyordu. Muhalefet güçleri zamanla bu kutuplaştırmanın değirmenine su taşımamayı öğrendiler. CHP’nin özellikle başörtüsü konusunu siyasallaştıran tavrını terk etmesi ve genel olarak “hayat tarzı” konularını öne çıkarmaması, AKP’yi ciddi olarak boşa düşürdü. Bu konuda ciddi bir toplumsal öğrenme süreci yaşadığımızı da teslim etmemiz gerekiyor. Bu durum, söz konusu kutuplaşmanın aşıldığı anlamına gelmez ama siyaseten istismarının boşa çıkarıldığı bir ortamı yakalamış durumdayız.
Hâl böyle olunca AKP-MHP blokunun abartılı biçimde abandığı diğer gerilim unsuru, Türk-Kürt eksenli kutuplaştırma oldu. Dindar-Seküler kutuplaşması, en azından Kürtlerin çoğunluğunu “Sessiz Muhafazakâr/Müslüman çoğunluk” içerisinde (açık veya örtük biçimde) tutmayı mümkün kılıyordu ve hegemonik olmaya daha uygundu. AKP-MHP bloku milliyetçiliğin varsayılan gücünü kullanarak HDP üzerinden seküler kesimi bölmeyi en önemli siyasi stratejisi hâline getirmiş durumda. Buna rağmen son yerel seçimler, bu stratejinin boşa çıkarılmasının mümkün olduğunu gösterdi.
Seküler çevrelerin giderek bu tuzağa yönelik bir bilinç geliştirdiklerini anımsamakta yarar var. Fakat bu bilinç, otoriter rejimin aşılması noktasında güçleri yan yana koyabilmeyi ancak mümkün kılabiliyor. Kısacası ortak bir rakibin varlığı, taktik yan yana gelişleri mümkün kılıyor. Fakat bu yan yana gelişlerin arkasında daha güçlü bir siyasal birikim oluşturulamazsa, mevcut kırılganlık devam edecektir. Bu siyasi birikimin oluşmasının yolu da seçimsiz dönemde siyasi tartışmaları canlandırmaktan geçmektedir. Bu söylenenler aslında CHP’nin bu dönemde yapması gerekenlerin de çerçevesini oluşturuyor elbette.
Türk-Kürt kutuplaştırması üzerinden siyasal alanı daraltma stratejisi muhalefetin genellikle edilgen ve savunmacı bir hatta düşmesine yol açıyor. Eğer bu konuda daha proaktif tutumlar geliştirerek topluma anlatma seçeneğini zorlarlarsa, bu kutuplaştırma stratejisi de boşa çıkarılabilecektir. İşte seçimsiz dönemde siyasetin ve elbette CHP’nin de en önemli ana görevlerinden birisi de budur.
Sürekli seçim ortamına alışan, seçim bağımlılığı geliştiren muhalefetin, içerisine girdiğimiz seçimsiz ortamda siyasi tartışmalar başlatmayı yeniden öğrenmesi elzemdir. Türkiye uzun süredir siyasi tartışma yürütmeyi unuttu. Buna rağmen toplumun büyük çoğunluğu yaşadığımız sorunlarla tek adam rejimi arasındaki ilişkiyi gayet iyi görüyor. Bu seçimsiz dönemde CHP’ye ve demokrasi ittifakının diğer bileşenlerine düşen görev, siyasal tartışmalarla bu fetret dönemini aşmamızı sağlayacak öneriler geliştirmek olmalıdır.
Önümüzdeki dönemde CHP’nin, üretici güçleri öne çıkaran sürdürülebilir bir büyüme ve adil bölüşüm stratejisini öne çıkarması gerekmektedir. Bu alanda KHK’larla üniversitelerden atılan akademisyenlerin de dahil olduğu ciddi bir uzmanlık birikimi yaratılmış durumdadır. Unutulmaması gereken bir husus; AKP’nin giderek otoriterleşmesinin bir ekonomi politiği olduğu gerçeğidir. Otoriterleşmek, kendi zenginini yaratmak ve kendi yandaşlarını kayırmak için gerekli bir tercihtir. Sadece özgürlükten yoksun kalmak değil giderek yoksullaşmak da “teknikle değil tercihle” ilgilidir. Tam da bu nedenlerle geniş toplum kesimlerinin kendi yoksulluklarının bu tercihlerle ilişkisini kurabilmeleri için bölüşüm meselesini öne çıkarmak şarttır.
Günümüzde sağ popülistlerin tek somut önerisi, devasa sorunlar karşısında devasa yetkilerle donatılmış güçlü liderlikten ibarettir. Buna karşılık savunulması gereken öneri, güç ve yetkilerin merkezileştirilmesi değil; tam tersine paylaşılması, yani birlikte yönetmektir. Son kayyım atamaları, muhalefetin geniş bir yerel yönetim reformu önermesinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anımsatmış olmalı.
İnşa hâlindeki ultra-merkeziyetçi vesayetçiliğe karşı, güç, yetki ve en önemlisi de sorumluluk paylaşımını öne çıkaran bir yerel yönetimler anlayışı, çok önemli bir denge ve fren mekanizması oluşturacaktır. Dolayısıyla, demokrasi ittifakının güçlendirilmiş parlamenter rejimi savunması tek başına yetmez. Kapsamlı bir idari reform ve yerel yönetimler reformu da siyasi tartışmaların merkezine taşınmalıdır. Türkiye’nin kadim politik sorunu; güç ve yetkinin tek elde toplanması yerine paylaşılmasını öğrenmek ve bunun yapısını oluşturmaktır.
Demokrasi ittifakı tam da bu nedenlerle önümüzdeki seçimleri salt bir cumhurbaşkanlığı veya meclis seçimleri olarak görmemeli, sivil ve demokratik bir anayasa yapmanın araçları olarak algılamalı ve algılatmalıdır. CHP bu değişimin amiral gemisi olmaya hazır mıdır? Yukarıda anımsatmaya çalıştığımız hafızası nedeniyle bize göre hazırdır. Demokrasi ittifakının en büyük artısı bu değişime toplumun da hazır olmasıdır. CHP ve demokrasi ittifakının diğer bileşenleri bu özgüvenle hareket ederlerse, Türkiye’nin otoriter rejimden çıkması gibi tarihsel bir başarıya imza atabilirler.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.