Çivisiz Dünya

Hasbelkader insanlık tarihi konusunda biraz mürekkep yalayan herkes iyi kötü bilir ki dünya aslında öyle çivisi çıkmış değil, kuruluşundan beri hep çivisiz bir yerdi.

Son yazımda belirttiğim üzere bu yazıyı dünyanın çivisinin çıktığına değil, kadiminden beri çivisiz olduğuna ayıracağım. “Çivisi çıkmış dünya” deyimine karşı çıkışım, ifadeyi bir çocuk masumiyetindeki kadar naif bulmamdan kaynaklanıyor. Öyle ki hepimiz, başımıza olumsuz bir şey geldiğinde sanki bütün aksilikler bizi buluyor vehmine kapılırız. Halbuki biraz etrafa kulak kesilip ne acılar, ne ızdıraplar olduğunu öğrendikçe bazen kendi dertlerimizin nasıl da devede kulak kaldığını idrak edip bir nevi teselli buluruz. Mesela hem Meksika hem de Japon mutfağına ilgi duyan bir komşumuz tako ve/ya suşi yemek için ta Selçuklu’dan Meram’a (Konya’da iki merkez ilçe) arabasını sürmek zorunda kaldığını anlattığında yüreğim burkulmadı değil hani… Ama derdi veren Allah dermanını da, sabrını da, dağına göre kışını da veriyor işte. 

 

Kaldı ki başımıza gelen olumsuz her vakıa, diğer yandan en azından başkalarının rızkının temini için gereklidir. Hiç bu açıdan düşünmüş müydünüz? En basitinden, hiç hastalanmasak doktorundan hemşir/es/ine, hastabakıcından başhekimine, mümessilinden eczasına bu kadar insan acından mı ölsün? Peki dünyanın her ülkesinde ulusal düzeyde bir bakanlık altında örgütlenen sağlık bürokrasisi ve uluslararası düzeyde -hassaten pandemide adını duymadan bir gün geçiremediğimiz ve dilimize gayr-i-ihtiyari pelesenk- Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ne olacak? Ya da Teletubbies gibi yekdiğerimizle hiç didişmesek ve böylece hiç asayiş problemi olmasa; mahkemelik, kadılık olmasak hukuk sektörü yerle yeksan olmaz mı? Ulusal mahkemelerin çözemediği müşküllerde en azından kıta düzeyinde adalet sağlamaya çalışan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ne hacet o zaman? Dahası İçişleri ve Adalet Bakanlıkları onca personeliyle ve binasıyla ne yapacak? İlki sadece nüfus kayıt ve kimlik işlemleriyle uğraşıp ikincisi de iyi hal kâğıdı mı dağıtacak? Herkes iyi olunca zaten o kâğıda da pek gerek kalmaz da neyse işte… Bir de artık her evrak e-devletten temin edilebildiğine göre kendileri için bir de yardımcı düşünülen muhtarlar ne için var sorusu da geldi aklıma şimdi yersiz yersiz (Keynes’i de kabrinde ters döndürdük bu fikirlerin ata babası olduğundan). 

 

En favorim ise Soğuk Savaş döneminde ABD için kullanılan ama pek tabii SSCB’nin de politik ekonomisini en iyi anlatan tanımlamalardan “askeri-endüstriyel kompleks” terimidir. Düşük profilli savaşlar ya da vesayet savaşları olmasa ve/ya Üçüncü Dünya Savaşı bir ihtimal olarak bile Demokles’in kılıcı gibi başımızın üstünde sallanıp durmasa, NATO gibi uluslararası bir örgüte kimin, ne diye ihtiyacı olur ki? Elbette örnekleri uzatmak her anlamda mümkün, hatta diyalektikten beslenip, her şeyin zıddıyla kaim olduğundan dem vurup biraz da kadim Doğu felsefesi eşliğinde bütün evreni Yin-Yang kuramı çerçevesinde anlamaya doğru “iskele alabanda (isteyenler ‘sancak alabanda’) yelkenler fora” demez miyiz? O zaman “Vira bismillah” deyip konfor limanımızdan ayrılalım şu dörtte üçü su, dörtte dördü -şimdilik- yegâne yuvamız çivisiz dünya için.

 

Diyalektik Dünya: Hem Yakın Hem Alçak 

 

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin “Dünya” (الدنيا) maddesine göre, 

 

Dünya kelimesi, “yakın olmak” mânasına gelen dünüv kökünden türemiş “en yakın” anlamındaki ednâ kelimesinin müennesidir…Dünya kelimesinin “alçaklık, kötülük” mânasındaki denâet kökünden geldiği de ileri sürülmüştür (İA, III, 669)… Böylece Kur’ân-ı Kerîm’de arz coğrafî, dünya ise dinî ve ahlâkî bir terim olarak yer almış; dünya kötülenir veya hafife alınırken kozmik varlığı değil burada sürdürülen ve âhiret kaygısını geri planda bırakan hayat tarzı kastedilmiştir.

 

Dünyanın alçak bir yer olması, İbrahimi dinlerde insanlığın ortak atası kabul edilen Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın kendilerine yasaklanan ağaca yaklaşmalarıyla imtihanı geçemeyip cennetten kovulmalarına bir göndermeden ibarettir. Zira bir yerden kovulduğunuzda geldiğiniz mekân, eşyanın tabiatı gereği selefinden daha kötü olacağından, nihai kertede maruz kaldığınız zoraki göç de haliyle sürgündür. Bu yüzden Sezai Karakoç’un da Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine şiirinde “Sevgili/En sevgili/Ey sevgili/Uzatma dünya sürgünümü benim” diye yalvarıp yakarması da boşuna değildir. Ya da Mevlana’nın ölümü sevgiliye kavuşma olarak kodlayıp kendi ölümüne kimsenin üzülmemesini istemesi, hatta tam aksine Düğün Gecesi (Şeb-i-Arus) olarak kavramsallaştırmasından hareketle her yıl ölüm yıldönümü vasiyetine uygun bir şekilde idrak edilmektedir. Ölüm, bu dünyadan öylesine bir kurtuluştur ki; Hz. Muhammed (SAV) bile ölüm döşeğinde “Peygamber (sas) hastalığı ağırlaşınca baygınlık geçirdi. Bunun üzerine Hz. Fâtıma (as), ‘Vay babamın ızdırabına!’ deyince, Resûlullah (sas) ona, ‘Bugünden sonra babanın hiç ızdırabı kalmayacak’ buyurdu.” (Buhârî, Meğâzî, 84). Belki de buna nazire olarak Necip Fazıl Kısakürek’e “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber…/Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?” diye sorduran da benzer bir yaklaşımdır. Dahası tasavvufta rabıta-i-mevt veya tefekkür-ü-mevt mutasavvıfa -en azından gün boyunca hatırlamadıysa- “küçük ölüm” olan uykudan önce ölümü hatırlatmak üzerine geliştirilmiş bir yöntem. Böylece hayatın tadını kaçıran ölümü çokça anmakla hem ahiretin tarlası olan dünya için hem de bizatihi ahiret için çalışmanın anlamı kavranarak ölümden sonraki yaşama daha iyi hazırlık yapılır. 

 

Hangi dinin mensubu olursanız olun veya olmayın günün sonunda bu dünyadan göçerken bırakabileceğimiz bir hoş sedadan daha fazlası değildir. Zaten bu dünyaya ölmeye geldiğini bilen ama günlük hayhuy içinde dünyanın zevklerine dalan insana, “mağrurlanma padişahım senden büyük Allah var” diye bağırarak ikaz edercesine ölüm yaşamın bir kıyısında sabırla bekleyip duruyor ve bazen de hiç ummadığımız bir anda karşımıza dikiliyor. Modernite öncesinde kent mimarisinde mezarlıklar şehrin kalbinde yer alırken, kapitalizm, tüketimi ancak hedonizme ve haliyle gençliğe ve yaşama vurgu yaptıkça hızlandırabildiğini fark ettikçe, mezarlıklar şehir merkezlerinden, ölüm de hayatlarımızdan uçup gitti. Yoksa Gazali’nin kapitalizmin daha proto halinin bile gelişmediği bir dönemde söylediği gibi “İnsanlar kırk gün zâhidâne yaşasalar bütün pazarlar helak olup gider”. 

 

Yukarıda da belirttiğim gibi dünya öyle sonsuz kalınmaya değecek matah bir yer değil, zira en azından bildiğim kadarıyla hiçbirimiz kendi cüzi irademizle bile isteye taammüden gelmedik. Bizi dünyaya getiren leyleklerin de bu konuda bir inisiyatif kullanabildiklerini sanmıyorum, onlar da emir kulu. Dünyada insan olmak da insan kalmak da sadece etimolojik değil antropolojinin de gereği olarak ünsiyet geliştirmekle mümkün. Kısacası, sırtımızı kaşımak için başkasına duyduğumuz ihtiyacı kaşağıyı geliştirip kaşıyıcıya dönüştürerek gidersek de sırtımızı dayayacağımız birileriyle sosyal bir varlık olduğumuzu kavramakla kalmıyor varlığımızı da tamamlıyoruz. Bizi hayvanlardan ayıran melekelerden biri, sadece soyumuzu sürdürmek değil tüm insanlık ailesi için diğerkâm olmayı ve gerektiğinde fedakârlık yapmayı gerektirdiğinin farkında olmamızdan kaynaklanıyor. Erich Fromm’un dediği gibi insanın hem en büyük avantajı hem de en büyük dezavantajını işte bu kendine dair bilinç oluşturuyor. 

 

Modernleşmeye paralel her gün ezberlerimizin bozulması, kendimizi daha güvensiz hissetmemizin getirdiği depresif ruh halini pekiştiriyor. Nasıl pekiştirmesin ki? Sivil uçakların birer füze gibi dünya kapitalizminin sembolü İkiz Kulelere ve Amerikan askeri güvenliğinin kalpgâhı Pentagon’a karşı kullanılmasının üstünden daha çeyrek asır geçmeden şimdi de bu kadar yılda demode hale gelen çağrı cihazlarının nasıl birer silaha dönüştürülebileceğini televizyon, tablet ve cep telefonu ekranlarından izledik. Ulusal ve/ya küresel gündemimizde sabi sübyanın nasıl tacize, tecavüze uğradığını ve öldürüldüğünü öğrendikçe dünyanın hakikaten nasıl da alçak bir sürgün yeri olduğunu hakk-el-yakin hepimiz müşahede ediyoruz. Bunların yeni yetme günahlar olduğunu kimse söyleyecek değildir herhalde. Düşünsenize, cennetten kovulup geldiğiniz dünyada oğlunuz diğer oğlunuzu öldürüyor. Yürek hangisine yansın? Bir oğlunun kardeş katili olduğuna mı yoksa yitip gidene mi? Hasbelkader insanlık tarihi konusunda biraz mürekkep yalayan herkes iyi kötü bilir ki dünya aslında öyle çivisi çıkmış değil, kuruluşundan beri hep çivisiz bir yerdi.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.