Cumhuriyet ile Yaşıt Bir Parti: CHP

Cumhuriyet’in kurucu değerleri ile çağdaş sol değerlerin sentezine dayanan 100 yıllık gelişim süreci, bugün etnik ve mezhepsel kimlik, bölgecilik, Cumhuriyet’in kurucu değerlerini küçümseme, sağa açılma adına AK Parti’yi taklit etmeye yönelik adımlar nedeniyle tehlike altındadır. Cumhuriyet’i ve Cumhuriyet değerlerini koruması beklenen CHP’nin iç iktidar mücadelesinin ötesine geçememesi, Türkiye açısından üzüntü vericidir. Bu noktada CHP’nin 1980 sonrasında parti programıyla değil parti tüzüğüyle ilgilendiği söylenebilir. Bunun anlamı ülkede iktidarın değil, partide iktidarın önceliğidir.

chp

CHP, Cumhuriyet tarihinin en eski partisidir. CHP’nin tarihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi ile özdeştir. Bu nedenle, CHP tarihini bilmeden ve anlamadan Cumhuriyet tarihini anlamak mümkün olmayacaktır denilebilir. 

 

Kurtuluş Savaşı’nın dayandığı Müdafaa-i Hukuk temelinden gelen ve kurulduğu 1923 yılından 1950 yılına kadar aralıksız olarak 27 yıl boyunca iktidarda kalan CHP’nin iktidar döneminde Atatürk’ün önderliğinde Türk Devrimi gerçekleştirildi. Bir Ortaçağ toplumunun sonucu olan geleneksel kurumlar ortadan kaldırıldı; demokrasi/ulusal egemenlik, çağdaş bir ülke ve hukuk devleti ilkeleri yerleştirilmeye çalışıldı. Bu üç hedef, Halk Fırkası tüzüğünün birinci maddesinde, partinin kuruluş amacı olarak ortaya konmuştu. 

 

Partinin Kuruluşu

 

CHP, 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’ni ilk kongresi olarak kabul etmektedir. Ancak gerçek anlamda partinin kuruluş tarihi 1923 yılında gerçekleşti. 9 Eylül, parti tüzüğünün kabul edildiği tarihtir. 11 Eylül ise, Atatürk’ün Halk Fırkası Genel Başkanı seçildiği tarihtir. 23 Ekim’de ise, partinin kuruluş dilekçesi İçişleri Bakanlığı’na verildi. Bu bağlamda, CHP’nin kuruluş tarihi olarak kabul ettiği 9 Eylül 1923 tarihinin gerçeklikten çok da kopuk olduğunu söylemek mümkün değildir. 

 

İlk kongre bağlamında Sivas Kongresi’ne yapılan gönderme ve kuruluş tarihi olarak İzmir’in kurtuluşunun birinci yıldönümünün seçilmesi, partinin Kurtuluş Savaşı ile olan bağlarını ortaya çıkarmaya ve pekiştirmeye yöneliktir. 

 

Müdafaa-i Hukuk’tan Halk Fırkası’na: Tarihsel Arka Plan

 

Türkiye’deki siyasal partiler Avrupa’daki siyasal partilerden farklı temeller üzerine şekillendiler. Batı’daki partiler parlamento içinde ve legal olarak kuruldular. Bir toplumsal kesimin/sınıfsal yapının temsilcisi durumundaydılar. Türkiye’de ise Batı’daki anlamda sınıfsal bir yapı yoktu. Türkiye’deki ilk modern siyasal muhalefet hareketleri sınıf değil, aydın/bürokrat kökenlidir. Kurtuluşçu bir misyona sahiptir. Sınıfsal değil, kurtuluşçudur; devleti kurtarmak ana hedeftir. Osmanlı’daki ilk ciddi muhalefet hareketi olarak ortaya çıkan İttihat ve Terakki, 1908 sonrasında Cemiyet’ten Fırka’ya dönüşmüştü. Buna benzer bir şekilde Sivas Kongresi (4-11 Eylül 1919) sırasında kurulan ve ülkedeki dağınık tüm direniş odaklarını birleştiren Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (A-RMHC) de, Birinci Meclis’te aynı adla örgütlendi ve ardından ülkenin kurtarılmasından sonra Halk Fırkası’na dönüştü. Halk Fırkası kurulduğunda, A-RMHC il ve ilçe şubeleri tabelalarını indirerek yerine Halk Fırkası tabelasını astılar.

 

Fırkanın İlk Yöneticileri

 

23 Ekim 1923 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na sunulan dilekçede, Halk Fırkası adıyla tüzüğü sunulan bir partinin kurulduğu ve idare heyetinin isimleri belirtilmektedir. Bu dilekçenin verilmesinden kısa bir süre sonra, 29 Ekim 1923 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine, Mustafa Kemal Paşa, Başbakan İsmet Paşa’ya gönderdiği 19 Kasım 1923 tarihli yazıda Halk Fırkası genel başkanlığına vekalet etmesini istiyor ve bunun gerekçesi olarak Cumhurbaşkanı olmasının bu görevi yürütmesine engel olduğunu söylüyordu.

 

İsmet Paşa, parti genel başkan vekilliğine atanmasının ertesi günü A-RMHC şubelerine bir genelge gönderdi. Genelgede önce Halk Fırkası’nın kuruluşuna kısaca değinilmekte ve artık A-RMHC şube yönetim kurullarının Halk Fırkası yönetim kurulları adı altında çalışmaya devam edeceği bildirilmekteydi.

 

Böylece Halk Fırkası, A-RMHC’den devraldığı güçlü bir örgüte,‘Dokuz Umde’lik (Dokuz Maddelik) bir programa ve bir tüzüğe sahip olarak kuruluşunda karşılaştığı ilk sorunları çözmüş oldu.

 

Fırkanın Amacı

 

Partinin kurulmasına ilişkin Mustafa Kemal Paşa ilk açıklamasını 6 Aralık 1922 tarihinde yaptı ve “Halk Fırkası” adını kullandı. Ülkenin geri kalmışlığını ve çöküş tehlikesini ortadan kaldırmak, çağdaş ve ileri bir toplum yaratmak amacıyla devrimler yapmayı planlıyordu. Bu da ancak bir siyasal parti ile mümkün olabilirdi. Mustafa Kemal Paşa, milletin tüm kesimlerinden ve hatta İslam dünyasının en uzak yerlerinden bile kendisine gösterilen sevgi ve güvene layık olabilmek için milletin en sade bir bireyi olarak vatanın yararına çalışmak amacıyla barışın sağlanmasından sonra Halkçılık ilkesine dayanan ve Halk Fırkası adıyla bir siyasal parti kurmak niyetinde olduğunu söyledi. Yeni bir döneme girildiğini belirten Gazi Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi milletin yardımını ve aydınların da katkısını istiyordu. Ayrıca kuracağı parti için 7 Şubat 1923 tarihinde şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Halk Fırkası, halkımıza siyasi eğitim vermek için bir okul olacaktır.” 

 

Mustafa Kemal Paşa’nın bu konuşmayı yaptığı tarihlerde Kurtuluş Savaşı sona ereli çok olmamış; Mudanya Ateşkes Antlaşması da yeni imzalamış ve hemen ardından Saltanat kaldırılmıştı. Lozan Barış Görüşmeleri ise henüz devam etmekteydi. Bu dönemde bir yurt gezisine çıkan Gazi, yaptığı bir konuşmada şunları söylemişti:

 

“Bence, bizim milletimiz birbirinden çok farklı menfaatleri takip edecek ve bundan dolayı da mücadele halinde buluna gelen çeşitli sınıflara sahip değildir. Ülkedeki sınıflar birbirlerine lazım olan ve birbirlerini tamamlayıcı ve bütünleyici özelliktedir. Onun için de Halk Fırkası bütün sınıfların haklarını, yükselme sebeplerini ve mutluluğunu sağlamak yolunda çalışmalarda bulunacaktır.” 

 

Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, yaptığı konuşmada, Halk Fırkası’nın sınıf temeli üzerine kurulmayacağını, sınıf ayrımı yapılamayacağını ve tüm sınıfları kapsayan bir parti olacağını belirtmektedir. Bu konuşma, 1930’lar Türkiye’sinde ortaya çıkan ve 10. Yıl Marşı’nda da ifadesini bulan “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitle” deyiminin ortaya çıkışının bir habercisi gibidir.      

 

Fırkanın Adındaki Değişim

 

Halk Fırkası, kurulduğu tarihten bir yıl kadar sonra adının başına Cumhuriyet kelimesini ekledi (10 Kasım 1924). Bu tarihten bir hafta sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF) kurulacaktı. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın adındaki fırka kelimesi, Dil Devrimi’nin yaşandığı 1935 yılında parti’ye dönüştü.

 

Demokrasi Devrimi: 14 Mayıs 1950 Seçimleri

 

Türk Devrimi’nin bir geç modernleşme hareketi olduğu ve ülkeyi kurtarma amacı dikkate alındığında, bu hareketin doğal sonucunun demokrasi olması gerektiği varsayılabilir. Nitekim 1924-1925 TpCF denemesi, 1930 Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) denemesi, müstakil milletvekilliği (1931-1939) ve Müstakil Grup (1939-1946) arayışları da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Türk Devrimi’nin tamamlanması 1950 seçimlerinin dürüst ve güvenilir bir şekilde gerçekleşmesi ve bunun neticesinde 27 yıllık tek parti iktidarının sorunsuz ve demokratik yollardan sona ermesi ile mümkün olmuştur. Bir tek parti yönetiminin kendi iradesi ile çok partili rejime yönelmesi ve iktidarı muhalefete devri, o döneme kadar görülmüş bir uygulama değildi. Böylece cumhuriyet rejimi demokrasi ile tamamlanmış oluyordu. Bu, demokrasi devrimi idi. Atatürk başta olmak üzere kurucu kadronun demokrasi ideali kadar, 1945’te İnönü’nün bu konuda sergilediği kararlı tutum da demokrasi devriminin başarılmasında etkili oldu. 1945’te 61 yaşında olan İnönü, sağlığında seçimle iktidarın değişimini görmek ve yine sağlığında olası aksaklıkları çözmek istiyordu. Cumhuriyet, seçimle iktidar değişimi sonucunda kurumsallaşabilecekti. İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi çok partili hayata geçişi kolaylaştırmış olmakla beraber, bunu dış etkenlere bağlamak doğru değildir. Bu bağlamda sıklıkla Batı ittifakı içerisinde yer almak için çok partili hayata geçildiği tezi dile getirilmektedir. Oysa Portekiz Salazar diktatörlüğü altında iken 1949’da NATO’nun kurucu ülkeleri arasında yer alabildi. Milli Şef İnönü yönetiminde Türkiye de -Portekiz’deki Salazar yönetimi gibi- otoriter bir yönetimle Batı ittifakı içerisinde yer alabilirdi. 

 

1950 seçimlerine ilişkin yasal düzenleme 16 Şubat 1950 tarihinde kabul edilen Seçim Kanunu ile yapıldı. Bu kanun gizli oy, açık sayım, yargı güvencesi ve Yüksek Seçim Kurulu’nun kurulması gibi temel unsurları içeriyordu. Bu yapısı itibarıyla çok önemli kazanımlar sağlıyordu. Bir seçim sisteminden beklenecek iki önemli şey olduğu söylenebilir: Birincisi, seçim güvenliği ve seçimlerin dürüst bir şekilde yapılmasıdır ki 1950 seçim Kanunu bunu sağlıyordu. İkincisi ise, temsilde adaletti. 1950 Seçim Kanunu çoğunluk sistemi nedeniyle temsilde adaleti sağlamıyordu. CHP’nin bunun farkına varması ancak 1950 seçim yenilgisiyle oldu. Oyların yüzde 52’sini alan Demokrat Parti (DP), milletvekilliklerinin yüzde 84’ünü alırken; oyların yüzde 39’unu alan CHP, milletvekilliklerinin sadece yüzde 14’ünü alabildi. CHP, öncülük ettiği Seçim Kanunu’nun azizliğine uğradı. Alınan oylar açısından bakıldığında arada büyük bir fark yoktu. Aslında CHP’nin 27 yıllık yıpranmışlıktan, İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği sıkıntılardan sonra bu kadar yüksek oy alabilmesi bile şaşırtıcıydı. CHP, seçimlerde yenilmişti ama ortada büyük bir hezimet yoktu. Asıl hezimet, parlamentoda temsil bakımından ortaya çıktı. Alınan oylarla çıkarılan milletvekillerinin arasındaki dengesizlik, 1950’li yıllar boyunca yaşanan sorunların temel nedenlerinden birini oluşturdu. Bunun telafisini sağlayan nispi temsil sistemine geçiş ancak 1961 seçimleriyle uygulanabildi.

 

Ortanın Solu’ndan Demokratik Sol’a

 

CHP’nin 1950’de iktidarı DP’ye bırakması ile birlikte bir dönem kapanmış ve yeni bir dönem başlamıştı. 1950’lerin ilk yılları CHP açısından bocalama yılları oldu. Bu yıllarda parti dağılmadıysa bunu öncelikle İnönü’ye borçludur. İkinci olarak DP iktidarının sonraki yıllardaki otoriterleşme eğilimi, CHP’ye kitleselleşme noktasında bir fırsat kapısı açtı. 

 

CHP’nin 1959 yılındaki İlk Hedefler Beyannamesi, Ortanın Solu’na giden dikkat çekici kilometre taşlarından biridir. Anayasa tartışmaları, Senato, Anayasa Mahkemesi, sendikal örgütlenme, çalışanlara grev hakkı tanınması, seçim sisteminin demokratikleştirilmesi (nispi temsil sistemi) vb. konular, bu beyannamede gündeme geldi. Bu hedefler, 27 Mayıs Anayasası ile gerçekleşti. Ancak, askeri darbe CHP’yi olası bir seçimde tek başına iktidara gelmekten alıkoydu. Askeri darbenin CHP’ye oy kaybettirdiği açıktı. İdamlar ve askeri müdahalenin CHP’ye mal edilmesi, CHP’nin 1961 seçimlerinden tek başına iktidar olarak çıkmasına engel oldu. 1957 seçimlerindeki oylarının gerisine düşmesine rağmen CHP yine de seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Cumhuriyet tarihinin ilk koalisyon hükümeti kuruldu. 27 Mayıs olmasa belki CHP, 1961 seçimlerinden iktidar olarak çıkabilirdi. Ancak, seçimlerin dürüst ve güvenilir bir şekilde yapılacağının da garantisi yoktu. 

 

1961-1965 dönemindeki CHP’nin ağırlıkta olduğu koalisyon hükümetleri ve bu hükümetlerin izlediği politikalar (Bülent Ecevit’in Çalışma Bakanlığı gibi) Ortanın Solu politikalarının habercisiydi. Söz konusu dönemde uzun yıllardır beklenen işçilere grev hakkının verilmesi gerçekleşti.

 

1965 seçimlerinin hemen öncesinde İsmet Paşa’nın CHP’nin Ortanın Solu’nda olduğunu beyan etmesi önemli bir başlangıçtı. Adalet Partisi’nin (AP) buna cevabı ise gecikmedi: “Ortanın Solu, Moskova’nın Yolu!”

 

1961 seçimlerinden istediği sonucu alamamış olmanın da etkili olduğu bir ortamda CHP, Türkiye ve dünya konjonktüründeki değişmeleri de dikkate alarak yapısal bir değişime gitti. Dünyada ve Türkiye’de sosyalist düşünce büyük ilgi görüyordu. Özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinin sömürgeciliğe karşı bağımsızlıklarını kazanarak sosyalist eğilimli rejimler kurmaları dikkat çekiciydi. 

 

1960 sonrasında dış politikada Türkiye’yi en fazla meşgul eden konuların başında Kıbrıs Sorunu gelmekteydi. Bu sorun nedeniyle, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği tehdidi ile başlayan ABD ile iyi ilişkiler, Johnson Mektubu ile tehlikeye girdi. Çünkü ABD, Türkiye’ye verdiği silahların Kıbrıs’ta kullanılmasına izin vermiyordu. İnönü, “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orda yerini alır” diyerek Türkiye’nin Batı ile olan ittifakının tartışılabilir olduğunu ortaya koydu. Bu tavır, İnönü hükümetlerinin sonunu getirse de, ülkedeki antiemperyalist ortama uygundu. Hatta CHP’nin sol politikalarıyla paralellik arz ediyordu.

 

1960’lı yıllarda ülkedeki ve dünyadaki ideolojik renklilik ve hareketlilik CHP içerisine de yansıdı. İsmet Paşa’nın Ortanın Solu ifadesini sadece bir slogan olarak kullandığı ve içinin de doldurulmayacağını düşünenler vardı. Ancak, öyle olmadı. CHP, değişen dünya ve ülke koşullarına ayak uydurmak istiyordu: TİP kurulmuş ve gençler bu partiye yönelmeye başlamıştı. Türkiye’nin sanayileşme sürecine girmesi ve bunun da emek ağırlıklı kesimlerin artmasına yol açması CHP’yi derinden etkiledi. CHP, sınıflar üstü bir parti olmaktan çıkarak, emekçi kesimlerin partisi olmaya yöneldi. 

 

CHP’nin bu dönemdeki politikasında TİP etkisi nettir. TİP’in “Köylüye Toprak, Herkese İş” sloganı, CHP’de “Toprak İşleyenin, Su Kullananın” şeklini aldı. “Hakça Düzen”, “Bu Düzen Değişmelidir” şeklinde de devam etti.

 

“Ortanın Solu” terimi, İnönü tarafından 1965’te ortaya atıldığında sadece bir “söylem” niteliği taşıyordu. Ancak, içi boş olan bu terimin içeriği giderek dolduruldu ve partinin ideolojik kimliğine dönüştü. İnönü’ye göre Ortanın Solu, CHP’nin kendi özünde, 1923’teki kuruluş ruhunda var olan bir niteliktir. Bu düşünce, CHP’de demokratik sol/sosyal demokrat politikalar üretilmesinin başlangıç noktası olmuştur. Bu politikaları oluştururken benimsenen temel ilkeler şöyle sıralanabilir: 

 

  • Halka dayanmak, güvenmek,
  • Demokrasiyi tüm yönleriyle benimsemek,
  • Cunta ve darbelerin karşısında olmak,
  • Ezilenlerden, çalışanlardan, emekçilerden yana olmak.

 

1965 sonrasında CHP içerisindeki grupların arasındaki çatışma ve rekabet iki noktada toplanmaktaydı. Bunlardan birincisi Ortanın Solu kavramının içeriğinin nasıl doldurulacağı, ikincisi ise İnönü sonrası partinin liderinin kim olacağı idi. CHP’de bu rekabet ve mücadele Ecevit’i önce genel sekreterliğe (1966) ardından da genel başkanlığa (1972) taşıdı.

 

CHP’de İnönü-Ecevit Rekabeti

 

1965’te CHP’nin kendini “ortanın solu”nda tanımlaması ve 1966’da Bülent Ecevit’in Genel Sekreter seçilmesi, CHP için yeni bir başlangıcı ifade ediyordu. Ecevit’le CHP, Kasım Gülek’ten sonra kitlelerle iyi ilişkiler kurabilen ikinci bir Genel Sekreter’e sahip oluyordu. Bu dönem CHP içinde çatışmaların tırmandığı yıllar oldu. Başlangıçta İnönü’nün desteklediği Ecevit, daha sonra İnönü ile karşı karşıya geldi. Mayıs 1972 tarihli 5.Olağanüstü Kurultay’da Ecevit yanlısı parti meclisini (PM) değiştirmek isteyen İnönü, PM için güvensizlik oyu istedi; eğer güvensizlik kararı verilseydi yeni PM seçilecekti. Delegelere bunu yaptırabilmek için “ya ben ya Ecevit” diyen İnönü, Kurultay’a fikrini kabul ettiremedi ve birkaç gün sonra Genel Başkanlık’tan istifa etti. 6 ay kadar sonra da gelişen diğer olayların da etkisiyle CHP üyeliğinden ayrıldı. 

 

5. Olağanüstü Kurultay’da Bülent Ecevit’in İnönü’ye karşı söylediği “Açık söylüyorum, demokratik bir partinin kanunlara saygılı özgür üyeleri mi olacağız, yoksa kapıkulları mı olacağız?” ifadesi sonraki yıllarda Ecevit’e karşı da söylenebilecek sözlerdir. 1980 sonrasında başlayan ve 1990’lı yılların sonunda ve 2000’li yıllar boyunca hız kazanan süreçte, sağdaki ve soldaki parti delegelerinin özgür üyeler olmaktan çıkıp giderek kapıkullarına dönüştüklerine ilişkin bir genelleme yapmak abartı olmayacaktır.

 

CHP-MSP Koalisyonu ve Kıbrıs Barış Harekâtı

 

CHP, 1973 seçimlerine Bülent Ecevit’in liderliğinde girdi. Seçimlere düzen değişikliği söylemleri ile giren CHP’nin slogan ve seçim öncesinde hazırladığı ayrıntılı bildirge, Ak Günlere adını taşıyordu. Hakça bir düzen kurulmasını isteyen CHP, seçim bildirgesinde ayrıntılı bir program sunuyordu. 1973 tarihli seçim bildirgesinin sonuç bölümü şöyleydi: 

 

“Bir düzen ki herkes kendi yaşamında mutlu, çocuğunun geleceğinden daha da umutlu olabilsin. Bir düzen ki herkes güvenle bakabilsin yaşlılığına…

 

Emeğin yarattığı değer emeği verenlerde biriksin. Çalışanlar el ele yüceltebilsin ülkeyi. İnsan insanı, yabancılar yurdu sömüremesin.

 

Ne yoksulluk ne baskı… Ne ezilen ne ezen… İnsanca, hakça bir düzen…

 

Kaynaklar daha gür akacaktır o düzende… Türkiye daha bağımsız, insanlar özgür olacaktır… Barış gelecektir topluma.

 

Ak günler ülkemize öyle bir düzenle doğacaktır.”

 

CHP, bu süreçte kitlelerle sağladığı kaynaşma neticesinde yüzde 33,3 oy alarak seçimlerden birinci parti olarak çıktı. TBMM’ye 185 milletvekili soktu ama tek başına iktidar olamadı. AP ile koalisyon gerçekleşmeyince (eski Başbakan Demirel’in Ecevit’e başbakan yardımcısı olması mümkün müydü?), Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Milli Selamet Partisi (MSP) ile koalisyon hükümeti kuruldu. Yapısal uyuşmazlıkların yoğun olarak yaşandığı bu koalisyon hükümeti 9 ay kadar sürdü (Ocak-Eylül 1974). 

 

Hükümetin kısa ömürlü olmasına rağmen, bu dönemde Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleştirilmiş ve Kıbrıs çıkarması Bülent Ecevit’e müthiş bir karizma sağlamıştı. Diğer yandan, koalisyonu bozarak erken seçimi amaçlayan Bülent Ecevit’in bu gerçekçi olmayan hayali gerçekleşmedi. Meclis çoğunluğuna sahip olmayan CHP’nin erken seçim kararını kamuoyu baskısıyla Meclis’ten geçireceği düşüncesi gerçekçi değildi. Aylar süren hükümet krizinden sonra sağ partilerin oluşturduğu Birinci Milliyetçi Cephe (MC) hükümeti kuruldu (1975-1977). Koalisyonun büyük ortağı ise Süleyman Demirel’in liderliğindeki AP oldu.

 

Umuttan Hayal Kırıklığına (1977-1979)

 

İktidardan düştükten sonra başarılı bir muhalefet performansı sergileyen CHP, 5 Haziran 1977 genel seçimlerinde tarihinin en yüksek oyunu almasına rağmen (yüzde 41,9), 450 milletvekilinden ancak 213’ünü kazanabildi. Ecevit’in kurduğu azınlık hükümeti güvenoyu alamadı; Demirel de Ecevit’in koalisyon önerisini reddetti ve MSP ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile İkinci MC Hükümeti’ni kurdu. 31 Aralık 1977 tarihinde gensoru ile düşürülen bu hükümet döneminde, siyasal gerilim giderek tırmandı ve siyasal cinayetler arttı. İkinci MC Hükümeti’nin düşürülmesi ile CHP, AP’den transfer edilen 11 milletvekilinin desteği neticesinde zorlukla bir hükümet kurdu. Ancak terör büyük boyutlara ulaşmış, ekonomik ambargo ve döviz darlığı nedeniyle karaborsa, enflasyon ve ekonomik bunalım artmıştı. Halk bunların çözümünü beklerken, küresel ekonomik krizlerle beraber sorunlar katlanarak büyüdü. Faili meçhul cinayetler hızla arttı. Mevcut durum CHP hükümetinin itibarını yitirmesine yol açarken, 1979 sonbaharında yapılan milletvekili ara ve Senato kısmi seçimlerinde oy kaybetmesine neden oldu. CHP yerini Demirel azınlık hükümetine bıraktı. Demirel, MSP ve MHP’nin dışarıdan desteklediği bir azınlık hükümeti kurdu ve 12 Eylül 1980’e kadar da iktidarda kaldı.

 

1980 öncesinde parti içi rekabet ve çatışma, partiyi olumsuz yönde etkilemekle beraber, partiyi kitlelerden koparmamıştı. Ancak yine de kitlelerden kopuşun ilk belirtileri görülmeye başlamıştı; Umut Yılı olarak tanımlanan 1977 yılından sonra kurulan hükümet olağanüstü sorunların (ekonomik kriz, terör vb.) üstesinden gelebilecek güçte değildi. 1979’da umut, yerini umutsuzluğa bırakmıştı. Dolayısıyla CHP tarihi açısından bakıldığında CHP’nin 40 yılı aşkın bir süredir, yüzde 30 barajını aşamayışının faturasını 12 Eylül 1980 askeri darbesine bağlamadan önce, CHP oylarının ciddi gerileme gösterdiği Ekim 1979 tarihli milletvekili ara, Senato kısmi yenileme seçimlerine bakmak daha yerinde olacaktır. 

 

CHP ve kısmen onun türevi olan partiler (HP, SODEP, SHP ve DSP), klasik bir siyasal partinin ötesinde özelliklere sahiptirler. Dünyadaki diğer merkez sol partilerden farklı olarak kökleri Bağımsızlık Savaşı’na ve onun örgütü Müdafaa-i Hukuk’a kadar dayanmaktadır. Tarihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihiyle özdeş olan bu parti, Cumhuriyet’in ve devletin kurucusu bir vasfa da sahiptir. Bu, CHP’ye bir prestij sağladığı gibi döneme ilişkin yakıştırılan tüm olumsuzlukların sorumlusu olarak değerlendirilmesine sebep olmakta ve bir dezavantaja da dönüşmektedir. Cumhuriyet’in kurucu partisi olması dolayısıyla ilerici ve çağdaşlaşmacı bir kimliğe sahip olan CHP, 1965 öncesinde ve sonrasında kimliğine sosyal demokratlığı da ekledi. Dolayısıyla bugün gelinen noktada CHP’nin iki ideolojik ayağı bulunmaktadır. Birincisi Kemalizm ya da Cumhuriyet’in kurucu değerleri diye tanımlayabileceğimiz kimliktir. İkincisi ise sosyal demokrasidir. CHP’nin bugün gelinen noktada bu iki kimliğinin bir arada uyumlu bir birliktelik sağlamakta zorlanması söz konusu olsa da, Cumhuriyet’in kurucu değerlerinden uzaklaşarak sadece bir sosyal demokrat partiye dönüşmek de CHP’yi tarihi kimliğinden ve tarihteki özel yerinden uzaklaştırarak sıradanlaştıracaktır. CHP, bu iki kimliği uyumlu bir şekilde bir arada tutmakta zorlansa da, onu özel ve farklı kılan da bu özelliğidir. 

 

1980 sonrasındaki seçimlerde CHP ve türevi partilerin toplam oylarının yüzde 30 bandında kaldığı görülmektedir. Çok partili yaşama geçiş sonrasında CHP’nin iki kez (1957 ve 1977) yüzde 40 bandının üzerine çıkabildiği ve kitlelere yeniden umut olabildiği, tek başına iktidara yaklaşabildiği görülmektedir. 1979 milletvekili ara ve Senato kısmi yenileme seçimlerinden sonra geleneksel sahip olunan yüzde 30 bandına dönüşten sonra günümüze kadar CHP ve türevi partiler bu rakamı pek de aşamadılar. Örneğin 1995 ve 1999 seçimlerinde Demokratik Sol Parti (DSP) ve CHP arasında oy geçişi olsa da, oylar toplamda yüzde 30 civarındaydı. 2002 seçimlerinde bu oran yüzde 20’ye düştü: CHP yüzde 19, DSP yüzde 1. CHP’nin oyları Kemal Kılıçdaroğlu döneminde yüzde 25 bandına ulaştı. Ancak daha sonra bunun pek de üzerine çıkamadı. Mevcut siyasal sistemde AK Parti’den sonra en büyük siyasal parti konumunda olan CHP’nin iktidar alternatifi olabilmesi 2017 Anayasa değişikliği sonrasında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bağlamında Cumhur İttifakı’na karşı Millet İttifakı’nı oluşturmasıyla söz konusu olabildi. Millet İttifakı bileşenleriyle birlikte siyasete yeni bir denge getirebilen CHP, Cumhuriyet’le yaşıt ve Türkiye’nin en eski partisidir. 

 

Unutulmamalıdır ki demokrasi, partiler rejimidir. Partilerin eskiliği ve köklülüğü, demokrasinin de gelişebilmesine imkân sağlayacaktır. Partilerin varlıklarını sürdürebilmesi, değişen ülke ve dünya koşullarına uyum sağlayabilmesine, kurumsallaşabilmelerine ve ideolojik olarak kendilerini yenileyip toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilmelerine bağlıdır. CHP de bu noktada son yıllarda çok da başarılı olarak nitelendirilemez. Cumhuriyet’in kurucu değerleri (Kemalizm/Altı Ok) ile çağdaş sol değerlerin sentezine dayanan 100 yıllık gelişim süreci, bugün etnik ve mezhepsel kimlik, bölgecilik, Cumhuriyet’in kurucu değerlerini küçümseme, sağa açılma adına AK Parti’yi taklit etmeye yönelik adımlar nedeniyle tehlike altındadır. Cumhuriyet’i ve Cumhuriyet değerlerini, laikliği, seküler Türk milli kimliğini koruması beklenen CHP’nin iç iktidar mücadelesinin ötesine geçememesi, Türkiye açısından üzüntü vericidir. Bu noktada CHP’nin 1980 sonrasında parti programıyla değil parti tüzüğüyle ilgilendiği söylenebilir. Bunun anlamı ülkede iktidarın değil, partide iktidarın önceliğidir. Tarihi kimliğinden kopmadan, ama ülkenin/dünyanın değişen koşullarına uyum sağlayarak dönüşmek, diğer taraftan karizmatik bir lidere sahip olmak partiyi uzun yıllardan sonra tekrar iktidar alternatifi yapabilir. Kurucu liderinin vefatından sonra parti yaşayabilmişse, lider değişiminden sonra da yaşayabileceğinden şüphe etmemek gerekir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.