Cumhuriyet’in En Uzun Yılına Girerken…
Önümüzdeki seçimlerin sonuçlarını belirleyecek kitle ne Z Kuşağı ne de “çıkar telefonunu” diyen dayılar olacak, zira her iki kitlenin de keskin inançlılar olarak seçimlerinde ne yapacakları üç aşağı beş yukarı belli. Seçimin kaderini asıl belirleyecek olanlar, ekonomik rasyonalite ile kimlik siyaseti arasında sıkışıp kalmış kararsızlar. Kısacası önümüzdeki seçimler Homo Economicus ile Homo Identicus arasında geçecek.
Eğer savaş (evlerden, eşiklerden ırak) gibi mücbir bir sebeple TBMM seçimlerin bir yıl ertelenmesine karar vermezse ya da bize de hak vaki olmazsa, önümüzdeki Haziran’da hem Cumhurbaşkanlığı hem de genel seçimler için belirlenen saate kadar seçim sandıklarında, sabaha kadar da televizyonlarımızın başındayız ya da seçimlerde görevliysek ilçe seçim kurullarındayız. Her ne kadar Türkiye siyasetinde “bir dakika” dahi oldukça uzun bir zaman dilimi olsa bile önümüzdeki yılın hem Cumhuriyetimizin asırlık bir çınara erişmesini idrak edeceğimizden hem de her iki seçim nedeniyle Cumhuriyet tarihinin en uzun yılı olacağını terennüm etmek hiç de abartılı değil. Özellikle bazıları için Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri yürürlükten kalkacağından bağımsız, daha bağımsız hatta en bağımsız bir ülke haline gelip altın, bakır, çinko ne ararsan hepsini ihraç edebileceğiz. Cumhuriyet’in başından beri ihraç ettiklerimiz ise bu gizli maddelerin açıktan ve taammüden ihlali olsa gerek. O yüzden Cumhuriyet yaşı itibarıyla dalya derken, 100’üncü yıl kutlamaları için yapılan hazırlıklar ve hazırlanan popüler almanaklar ve/ya akademik yayınlar bir yana hem Cumhurbaşkanlığı hem de genel seçimlerin oldukça şenlikli geçeceği şimdiden besbelli.
Aslında seçimler sadece temsilî demokrasilerin alamet-i-farikası olmayıp eşyanın tabiatı gereği biteviye süreçlerdir, zira ister yerel olsun ister genel olsun herhangi bir seçim biter bitmez hem kazanan/lar hem de kaybeden/ler için hemen bir sonrakine hazırlıklar başlar. Bunu futbol lügatiyle ifade edersek; her siyasî parti seçim sonuçları ne olursa olsun önündeki maçlara bakmak mükellefiyetindedir, çünkü çok partili demokrasi futbol endüstrisi gibi yoğun rekabet gerektirir. Bu rekabeti bir savaşa dönüştürmek ve rakiplerini şeytanlaştırmak marifetiyle siyasetin içini boşaltmak ise hangi türü olursa olsun demokrasiyi boğup otoriter ve/ya totaliter, daha doğrusu faşist yönelişleri mümkün kılmaktır.
Diğer taraftan, lafı hiç eğip bükmeden, 2023 Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerinin asıl önemi AK Parti iktidarının -2015 Haziran genel seçimleri sonrasında kurulan seçim hükümetini saymazsak- 20 yılı aşkın iktidarını çeyrek asra taşıyıp taşıyamamasının referandumu olmasından ileri gelmektedir. Zira 20 yıldır demokratik seçimlerle iktidarda kalmak hiç de yabana atılacak bir başarı olmadığından, daha şimdiden bu haliyle AK Parti ve Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan dünya siyasî literatüründe uzun iktidarlar faslında yerini almıştır. Türk siyasî tarihi bakımından AK Parti’nin başarısı ise -Cumhuriyet’in kuruluşundan 1950’deki ilk gerçek genel seçimlere dek tek parti olarak iktidarda kalan CHP’yi saymazsak- bu topraklarda hiçbir partiye bu kadar uzun bir iktidar nasip ve müyesser olmamasındadır. Kaldı ki; 1946 genel seçimlerini gerçekten çok partili bir seçim sayamadığımız bir yana, öncesinde de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924-1925) ve Serbest Cumhuriyet Fırkası (1930) muvazaalı olmalarına rağmen bile sureten çok partili demokrasiye geçişi mümkün kılamamışlardır. İşte bundan kelli, 2023 Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri Türk siyaseti açısından en az 1950 genel seçimleri kadar tarihî bir dönemeç ve mihenk taşı olacaktır. Hal böyle olunca da seçim anketlerine şimdiden kulak kabartılması boşuna olmayıp bizi kararsızların belirleyeceği seçimler beklerken aklımıza şu soru gelmektedir: İyi de hangi kararsızlar?
Homo Economicus vs. Homo Identicus
Önümüzdeki seçimlerin sonuçlarını belirleyecek kitle ne Z Kuşağı (ZK) ne de “çıkar telefonunu” diyen dayılar (ÇKDD) olacak, zira her iki kitlenin de keskin inançlılar olarak seçimlerinde ne yapacakları üç aşağı beş yukarı belli. Seçimin kaderini asıl belirleyecek olanlar, ekonomik rasyonalite ile kimlik siyaseti arasında sıkışıp kalmış kararsızlar. Kısacası önümüzdeki seçimler Homo Economicus ile Homo Identicus arasında geçecek. Elbette bu Weberyan ideal tiplerin gerçek dünyada böylesine mutlak karşılılıkları yok, zira her Homo Sapiens doğası gereği biraz Homo Economicus, biraz Homo Identicus hatta biraz da Homo Emoticus (evet, o son Neandertali öldürmeyecektik, yazık oldu). Nitekim bizi insan eden bu boyutların herhangi birinden eksik kaldığımızda bırakın tasavvuftaki insan-ı-kamil’i veya Nietzsche’nin üst-insanı (Übermensch) olmayı, insanlığımız da sorgulanır hale gelmektedir.
Önümüzdeki seçimlerde Homo Economicus’un işi de ZK ve/ya ÇTDD kadar kolay, çünkü Türkiye’nin kredi temerrüt riski (Credit Default Swap; CDS) ya da daha bilinen adıyla ülke risk primi en son 2008’de 904 baz puanı görmesinden bu yana, 14 yıl sonra ilk defa 800 baz puanın üzerine çıktı. Böylece içinden geçmekte olduğumuz iktisadî ahvali bir krizden ziyade çöküş olarak yorumlayan Homo Economicus, yumurtaları aynı sepete koymamak üzere portföyünü kur korumalı mevduattan (KKM) kripto para piyasalarına, gayrimenkulden teknoloji hisselerine, gelire endeksli senetten (GES) emtia piyasalarına dek çeşitli enstrümanlara dağıtarak riskini minimize etmeye çalışıyor. Öte yandan Homo Identicus’un da işi çok zor sayılmaz, zira kimliğini bir keskin inanca dönüştürerek fiziksel bir gerçekliği metafiziksel kılıp ontolojisinin gereğini epistemolojikleştirerek kendi bünyesinde mücessemleştiriyor. Böylece onun varlığına bütün alternatifler yok edilmesi gereken şeytanlara dönüştüğünden kaybetse bile muzaffer kılıyor kendini içsel anlam dünyasında. Elinde çekiç olanın her şeyi çivi görmesi gibi nasıl ki Homo Economicus için her şey kârı maksimize edilebilecek “tecime elverişli” bir meta iken, Homo Identicus için de eşya ya onun yegâne kimliğini mümkün kılmak ve pekiştirmek için azat istemez köle nesnelerdir ya da onun ezelî ve/ya ebedî düşmanlarıdır. İşte sırf bu yüzden araftakiler, kararsızlar diye zemmettiğimiz ama seçimin kaderini belirleyecek kitleye dönüşmektedir. Peki kararsızları ne bekliyor?
İttifaklar
Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimleri için Cumhur İttifakı’nın adayını MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin daha önce açıklaması bir yana, geçenlerde de Cumhurbaşkanı Erdoğan partisinin İzmir İl Danışma Meclisi toplantısında kendi adaylığını açıkladı. Bir siyaset bilimci olarak Erdoğan’ın aday olup olamamasına dair hukukî tartışmalar beni hem müktesebat hem de illiyet bakımından zerrece ilgilendirmiyor, zira -hukukçular alınmasın ama- hukuk siyaseti takip eder ve bugünkü atmosfer ve parlamento aritmetiğinde siyasal aritmetiğin gereğini hegemonya yerine getirir. Olası erken seçim kararının mevcut yasalara uymayacağına dair tartışmaları da aynı tebessümle izliyorum, zira bir erken seçim kararı alınacaksa yasalar ona göre düzenlenir hatta mevcut sosyoekonomik tabloda muhalefet de güle oynaya seçimi kabullenir. Bu bakış açımı Newtoncu fizik öğretisi şekillendirmiştir. (Kuarkların künhüne vakıf olsam kuantum fiziğine de boş değilim aslında.) Newton’a göre nasıl ki evren bir saat gibi işlemektedir ve bu işleyişe Tanrı nadiren kurmak üzere müdahalelerde bulunur; hayatın olağan akışının dışına çıkıldığında da olağandışı müdahaleler olağanı mümkün kılmak için yapılır ve bu olağandışı müdahaleler amacından saparsa kendilerini yok ederler. Nihayetinde dinî veya dünyevî bütün öğretilerle onların ahlâk ve hukuk nosyonları da bu çerçevede şekillenir.
Yine ekonomik çerçevede teo-normatif bir örnek vereyim. Temel ilke: Fiyatları Allah belirler. Lakin köylünün malının kasabanın veya şehrin girişinde düşük fiyattan alınıp fahiş fiyattan satılmaması kaydıyla temel ilke geçerlidir. Aksi durumunda siyasî otorite varlık sebebi olarak kamu maslahatını gözetmek üzere narh koyar ama bunun piyasayı tekrar serbestleştirinceye kadar bir çare olduğunu unutmamalıdır. Öte yandan, siyasi otorite işine geldiğinde serbest piyasayı koruyan işine geldiğinde onu yok etmeye çalışan eklektik bir tutum izleyebilir ama bu keyfilik kendi iktidarını da berhava edecek bir dinamiti ateşlemektedir.
Söz konusu seçimler bağlamında terazinin öteki kefesindeki Millet İttifakı’nın ise henüz Cumhurbaşkanı adayını açıklamadığını görüyoruz. Millet İttifakı’nı önemli kılan, birbirine zıt tarihsel köklerden gelen partilerin bir masa çerçevesinde bir araya gelebilmesidir. Zira normal şartlar altında bu partileri dinî bayramlardaki yekdiğerini ziyaret ettikleri bayramlaşma törenleri haricinde teberrüken bir teşehhüd miktarı oturmaya bile ikna etmek oldukça zordur. Her ne kadar henüz Cumhurbaşkanı adayını açıklamasa da Millet İttifakı içinde aday zenginliği veya enflasyonu bakımından CHP açık ara ön plana çıkmaktadır. Elbette bunda İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in önümüzdeki seçimlerde Cumhurbaşkanı adayı olmayacağını ama Başbakan olacağını defaatle zikretmesini ve Altılı Masa toplantılarındaki Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem vurgusunu göz ardı etmiyorum. Yine de Akşener’in olası bir anlaşmazlıkta kendini Cumhurbaşkanı adayı olarak açıklayabileceğini veya başka bir adayı destekleyebileceği ihtimalini de Türk siyasetinin cıva yapısından dolayı belli bir ihtiyatla yabana atamıyorum.
CHP’yi ön plana çıkaran sadece aday sayısı değil elbette. Mansur Yavaş’ın ısrarla aday olmadığını açıklaması, sadece iftiranın güzeli gibi adaylığın güzelinin de kendisine yakışmasından kaynaklanmaktadır. Yavaş’ın bu tutumu iyimser bir yaklaşımla “tam bir devlet adamı tutumu” diye okunabildiği gibi kinik bir yaklaşımla da pek tabii “istemem yan cebime koy taktiği/stratejisi” olarak okunabilir. CHP’de diğer iki olası adaydan birisi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ötekisi ise Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’dur. İmamoğlu, CHP’nin sabık Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin yenilgisini mesaj atarak kabullenmesinin aksine İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerini beyaz gömleğinin kollarını sıvayıp mevziisini terk etmeyerek kazanmasıyla ve bunu bir referanduma dönüşen ikinci seçimlerde oyunu astronomik olarak artırarak ispatlamasıyla ön plana çıktı.
Kılıçdaroğlu ise alışık olduğumuz sükûnetini koruyor. Kılıçdaroğlu’nun CHP’de Genel Başkanlığı aldığı zaman bunun “Seçime kadar Hikmet (Çetin) Ağabey” formülü gibi geçici bir süre olacağını varsayan biri olarak sonrasında hiçbir genel seçim kazanamasa da partideki konumunu sağlamlaştırıp oldukça başarılı bir iktidar mücadelesi verdiğini düşünüyorum. Hatta potansiyel rakiplerinin de partiden istifa etmelerini sağlayıp onlara kendi partilerini kurdurtarak koltuğunu oldukça muhkemleştirdi. Bütün bunların hepsini de uhulet ve suhuletle gerçekleştirdi. O yüzden Kılıçdaroğlu’nu ne zaman izlesem aklıma İskandinav Sosyal Demokrat Partileri gelirken günün sonunda Ortadoğu siyaseti yaşanan bu topraklara kendisinin -ne yalan söyleyeyim- fazlasıyla bol geldiğini hatırlayıp ince ince Türk siyasetini özellikle Z kuşağı nezdinde şekillendirdiğini fark ediyorum. Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı adayı olur olmaz, kazanır kazanmaz, o ayrı mesele ama Türk siyasetinde kendi seçmen kitlesini inatla dönüştürdüğü gibi, kazanmak istediği kitleyi de helalleşerek sabırla kendine çekmek istiyor ve böylece adeta kendi seçmen kitlesini inşa ediyor. Özellikle son dönemde TÜİK’ten başlayıp SADAT’ın önünde devam eden basın açıklamalarıyla gündemin nesnesi değil öznesi olma yolunda önemli adımlar atmayı başardı. Bu yüzden olası adaylığını hiç de yabana atmamak gerektiğini, İYİ Parti Ankara Milletvekili Halil İbrahim Oral’ın kendisi hakkındaki açıklamaları sonrasında kendi partisince disipline sevk edilmesi üzerinden okuyabiliriz. Böyle bir adaylık Bay Kemal’in Cumhurbaşkanı Kılıçdaroğlu’na dönüşümüne dair potansiyeli ortaya çıkarması bakımından oldukça önemli.
Sonuç olarak, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim sonuçları için şimdiden bir tahminde bulunmak zor, lakin iki tane turnusol kağıdımız var elimizde. İlki, bir önceki seçimlerde olduğu gibi Erdoğan’ın salt oyla seçileceğini düşünüyorsanız zaten seçimin galibi sizin için şimdiden bellidir. Fakat geçen dört yılda gerek Cumhurbaşkanlığı sisteminden kaynaklanan aksaklıklar gerekse de ekonomik durum itibarıyla seçim ikinci tura kalır diyorsanız, o zaman da İstanbul Belediye seçimlerinin fiilen iki turlu olduğu sonucunu akılda tutmamız gerekiyor. Görünen o ki; Millet İttifakı ilk tur için değil ikinci turda kazanacak aday için bu kadar ince eleyip sık dokumak zorunda. Yine futbol lügatiyle bitirirsek, Cumhuriyet’in 100’üncü yılında bizi muazzam bir derbi bekliyor, heyecanımız o yüzden büyük.