Cumhuriyet’in Yüzlerinden Bir Yüz
İstanbul’da geçirdiğim üç günün sonunda Cumhuriyet’in kültür-sanat yüzlerini yakından tanımanın heyecanı ve kendi yüzümü de onların arasına katabilmenin umuduyla doldum. ‘Tarihi yapan el beni de yapmıştı’ ama ben de bu ülkede, kendimden izler bırakmaya çalışarak ülkenin tarihini yapmaya küçücük de olsa bir katkı sunmuyor muydum?
Çocukluğumdan beri 29 Ekimlerde coşku duyduğumu çok hatırlamıyorum. Ritüellerin, geçiş törenlerinin, resmî konuşmaların, Anıtkabir’e çelenk bırakmaların benim dünyamda bir karşılığı yoktu. Konya’da dindar bir ailede büyüyen bir çocuğa bunlar Ankara’dan gelen soğuk esintilerdi. Devletin, yönetimin, siyasetin hep dışında hissettim uzun yıllar kendimi. Oysa Cumhuriyet’in 100’üncü yılına yaklaştığım yıllarda daha iyi farkına vardım, uzağındayım sandığım her şey benim içimden de geçmiş, tarihi yapan el beni de yapmıştı.¹
İlk gençliğimden bugüne değin bir ucu seküler diğeri dindar bir hayatı temsil eden ellerce çekilen bir ipin üstünde yürümeye çalışıyorum. Bu ipin üstünde yürümeyi öğretecek bir ustam yoktu üstelik, kendi kendime uçlara yaklaşarak, uzaklaşarak, ortada bir yerde durmaya çalışıyorum.
Türkiye’de 90’lardan 2000’lere başörtülü bir genç kızın/kadının hissesine düşen etkilenmelerden ben de payıma düşenleri almıştım. Cumhuriyet benim için bu kırgınlıklardı. O yüzden kollarımı hışımla kavuşturmuş ve ona arkamı dönmüştüm. “Kazanımlar” benim umurumda değildi, benden götürdüklerini düşününce. Tam olarak nasıl oldu, bu kırılmaya ne vesile oldu bilmiyorum ama 100’üncü yıl kutlamaları benim zaviyemde geniş bir alan kaplayan Cumhuriyet’in soğuk yüzünün ısınmasına vesile oldu.
İyisiyle kötüsüyle ben de bu Cumhuriyet’in içine doğmuştum. Kollarımı istediğim gibi açıp uçmama müsaade etmemişti ama yine de iyi bir eğitim almam, Türkiye’nin iyi bir üniversitesinde okuyabilmem Cumhuriyet sayesindeydi. Hayatımda ilk defa özgür, bağımsız bir ülkede yaşıyor olmanın önemini iliklerime kadar hissettim. Nasıl olur da bunu daha önce hissetmedin diye soracaklardır? Öyle işte, küstüğünüz zaman gözünüz bir şey görmez, bunu da ancak benzer dargınlıkları yaşayanlar anlayabilir.
Ben de bu coşkuyu dolu dolu yaşamak istedim, sempozyum için gittiğim İstanbul’da Cumhuriyet’in 100’üncü yılı vesilesiyle açılan sergilerden kısa zamanda gezebileceklerime uğradım. İstedim ki, sanatçıların kurduğu bir başka dünyayla kendime başka yollar da açayım ve ülkemin daha renkli yüzünü yakından tanıyayım.
Dünyanın En Özgür Kuşları
İlk durağım, Maçka Sanat Galerisi’ydi. Füreya Koral’ın resimleriyle buluştum; dönen kuşlar, sevgi ve umut dolu, hep bir izin peşinde, bulut kümesi gibi uzanan, kıvrılan kuş kümeleri. Kuşlar bazen bir orkestrayı yöneten ellere, bazen notalara benziyor. Uçar gibi, yüzer gibiler. Kendi anaforlarını kendileri belirliyorlar. Dünyanın en özgür kuşları. Resimlerde, geç yaşında başladığı seramik sanatıyla gerçek potansiyelini ortaya çıkarmış bir sanatçının, insanın kendi kendisiyle buluştuğu o anda içinin uçuşmasını resmettiğini düşündüm.
Füreya Koral’ın Türkiye’nin ilk seramik sanatçısı olduğunu bu sergi sayesinde öğrendim. Onun sıra dışı hayatı, 1935’te Kılıç Ali ile evlenmesi, Atatürk’ün ölümüne kadar Ankara’da olması benim için çok şaşırtıcıydı. Cumhuriyet’in sanat şubesinin bir sürpriziydi bu. Ankara’nın benim için her zaman renksiz yüzüne düşmüş seramikten kuşlardı.
Sonrasında Galataport’ta iki sergiye uğradım. Önce sahilde yürürken solumda Ahmet Güneştekin’in güneşi andıran o tanıdık çalışmalarından birini gördüm. İstanbul’un 8.000 yıllık tarihinden esinlenerek yapılmış “İsimlerin Şehri İstanbul” çalışmasının ortasındaki aynada kendi yansımamı gördüğümde içimdeki coşku lodosla daha da dalgalandı.
Başka Bir Yerde
Sahilde biraz yürüdükten sonra İstanbul Modern’de Nuri Bilge Ceylan’ın “Başka Bir Yerde” isimli fotoğraf sergisine uğradım. En son “Kuru Otlar Üstüne”de sahnelere serpiştirdiği, insanın gözlerinin içine bakan portreleri gördüm. Filmde Cumhuriyet’in kuruluşundan beri Anadolu’ya giden aydın öğretmen prototipinin 21’inci yüzyılda dönüştüğü halleri izlemiştik. Fotoğraflar farklı coğrafyalarda çekilmişti ama beni en çok Erzurum’un karlarla kaplı bir köyünde annesinin mezarının başında el açmış öksüzler ve onlara eşlik eden çoban köpeğinin resmi etkiledi.
Cumhuriyet’in Yüzü
Sonra, sevdiğim bir arkadaşımla sözleştiğimiz üzere “Cumhuriyet’in Yüzü: Kültür Devriminden İzler” sergisine geçtik. Sergiye girdiğimizde Cumhuriyet’in 10’uncu yılından büyük bir resmin büyük boy dijital halinin önündeydik: Geniş bir caddede yürüyen kadınlı erkekli kalabalığı bir taç gibi çevreleyen pankartta: “Durmayalım Düşeriz” yazıyordu. 10 yıllık Cumhuriyet’in o tedirgin hali. Resmin önünde bir öz çekim yaptık ve o kalabalığın içine katıldık.
Dil Devrimi
Hızlı yaptığımız turda, serginin Cumhuriyet’in kültür alanındaki devrimlerinin az ama etki gücü yüksek unsurlarının seçkisinden oluştuğunu gördük. Her devrime ayrı bir köşe ayrılmıştı. Doğal olarak ilgim hemen Alfabe Devrimi öncesi 29 Ağustos 1928’de Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan toplantıların haberlerinin yer aldığı gazetelerin ilk sayfasına yöneldi. Yazıların bir kısmı Latin harfleriyle yazılmıştı. İlk sayfanın en üst bölümünde Gazi Mustafa Kemal’in sözleri yer alıyordu: “Türk milleti, kendinin refahına, îtilassına [yükselmesine] binlerce seneden beri haylûlet edegelmekte olduğunu [yolunu kapadığını] artık temyiz eylediği [ayırt ettiği] bütün maddî ve mânevî mânileri, muhakkakâ parça ederek ortadan kaldıracaktır.” 30 Ağustos tarihli aynı gazetenin ilk sayfasında bu sefer konferansta kabul edilen üç madde Latin harfleriyle yazılıydı, ilk madde tanıdığı olduğumuz o meşhur, cahilliğimizi harflere bağlayan ibareydi: “Milleti cehaletten kurtarmak için kendi diline uymayan arap harflerini terk edip latin esâsından Türk harflerini kabul etmekten başka çâre yoktur.” Tamir edemediğim kırgınlıklarımın en başında geleni. Harfleri değiştirmek onları topyekûn silmeyi gerektirmiyordu. İçimdeki mahkemede zaman aşımından affedilmeyecek tek mesele Alfabe ve Dil Devrimleri.
Resimle ilgili dönüşümlerin sergilendiği köşede ise Abidin Dino’nun bir deseni, yine harflerle ilintisi nedeniyle ilgimi çekti. Orakla başı uçurulmuş gibi duran kıvrımlı bir Arap harfi, bir yandan da harf sanki darağacına çekilmiş, iki yandan birer damla kırmızı nokta, sanki kan damlamış. Altta bir sedye, yine kırmızıdan. Adı konulmamış desen aslında D grubunu anlatan köşede, Zeki Faik İzer’in güvercinleri resmettiği tablosunun yanında yer alıyordu.
Dil Devrimi köşesinde en dikkat çekici parça ise Kemal Tahir’in 1938’de ilk baskısını yaptığı Sağırdere isimli romanının ikinci baskısını yayıma hazırlarken dilini Öztürkçeye uyarlama çalışmalarıydı. Metin üzerine “kuvvetine” kelimesi “gücüne”, “cemaat” “herkes”e, “şüphesiz” “kuşkusuz”a, “şahitleri” “tanıkları”na, “tekrar” “yeniden”e çevrilmişti. “Misafirler” kelimesini “konuklar” diye değiştirmenin dilin sadeleşmesiyle bir ilgisi olmadığı ya da romanın diline bir katkı yapmadığını düşünmeden edemedim. Kemal Tahir’in Öztürkçe ile böyle imtihana girdiğini bilmiyordum.
Karagöz dergisinin büyük levhalara basılmış kapaklarını çevirerek incelemek çok heyecanlıydı. Kendi boyunuzda sayfaların içine giriyor, Karagöz ile Hacivat’ın kavgasının arasında kalıyordunuz. Sonra kıyafetler, özellikle kadın kıyafetlerinde Olgunlaşma Enstitüsü’nün kurucusu Bedia Diker’in çizdiği kıyafetler ve Mevhibe İnönü’nün kıyafetlerinden örnekler yer alıyordu.
Serginin çıkışında gezenleri güzel bir yazı uğurluyordu; metinde: Cumhuriyet’in Yüzü ile size yüz yıl önce yurdun dört bir yanında yüzünü aydınlığa, bağımsızlığa ve güzelliklere çevirenleri anımsatmak istedik; dünden bugüne uzanan abidevi ve payidar güzelliklerle birlikte… diyordu. Arkadaşımla hemfikirdik; kırgınız ama kırıklarımızla birlikte 100 yıl önce çıkılan bir yolu biz de adımlıyoruz, bunun bir parçasıyız. Biz de kıvanç duyabilmeli, görmekten imtina ettiğimiz yüzlerine bakabilmeliyiz Cumhuriyet’in. Böylece Cumhuriyet de bizim hikâyemizi görecektir belki, ileri yaşlarında örtüsünü çıkarmayı tercih eden bu iki kadının tercihlerine etkilerini fark edip o da bir nefis muhasebesi yapacaktır.
Kız Kulesi, Marmara Denizi, Kadın Portreleri…
Ertesi gün, İstiklal’de 29 Ekim’de açılan İş Bankası Resim Heykel Müzesi’ne gittim. Müzede Türk resim tarihinin en güzel örnekleri hem tarihsel hem de tematik bir akışla sunuluyordu. Kız Kulesi’nin farklı ressamlarca görünümleri, sahnede sadece Marmara Denizi, bir odacıkta sadece çeşme görünümleri, başka bir katta kadın portreleri, natürmort tablolar, bir odada balıklar, yanında balıkçı kayıkları…
Feyhaman Duran’ın (1886-1970) Güzin Duran Portresi. Güzin Hanım’ın hem saf hem şuh, mahmur, yüksektenmiş gibi ama aslında daha çok tatlı bir şakalaşma anını anımsatan güzelim resmini hep hatırlayacağım.
Nuri İyem’in bizi Anadolu kadınlarının gözlerindeki ülkeye götüren kadınlarından biri. Fahrünnisa Zeid’in (1901-1991) kalın bir örtüyle çerçevelenmiş yüzdeki o ince çatılı kaşların altında sorgulayıcı, tehditkâr bakan gizemli kadın portresi. Abidin Dino’nun yine şaşırtan Anadolu kadını portresi; elindeki testisi tek varlığı, sığınağı, kurtarıcısına dönüşmüş, karanlık, karamsar, çaresiz kadınımsı resmi.
Müzedeki heykellere gelince, 1940’larda Güzel Sanatlar Akademisi’nde okumuş, TBMM’de ve farklı şehirlerde pek çok Atatürk heykelini tasarlamış Hüseyin Gezer’in (1920-2013) bir heykeli dokunaklıydı. Kocasının omzuna başını yaslamış bir köylü kadını, adam da kadına yaslanmış, ayaklarından yukarı ikisinin ortasında tutuşan ellerine kadar uzanan bir gül fidesi, ucunda goncası. Bir çocuğun kaybı başka nasıl anlatırdı ki!
Günümüz sanatçılarından Rahmi Aksungur’un, “Özlem” adını verdiği çalışması ise İstanbul Boğazı’nda artık pek görülmeyen kılıçbalığının dramatik hikâyesini anlatıyor.
Çalışma hakkındaki yazıda “Bu heykel; gri pulları, anlamlı ifadesi ve hareketli yapısıyla kılıçbalığının Boğaz’a ve maviye olan özleminin bir simgesi olduğu kadar bizlere gezegenimizi paylaştığımız diğer canlılara olan sorumluluğumuzu hatırlatmayı amaçlar” yazıyordu. Bana kalan ise inanılmaz kızgın görünen kılıçbalığının kalbime saplanan bakışları oldu.
Resim Heykel Müzesi’nin alt kattaki satış bürosunda İş Bankası Kültür Yayınları’nın sınırlı sayıda bastığı, sanatçıların sergi fotoğraflarına dair retrospektif serisi ilgi çekiciydi. Yanımda taşımak zor olmasa hiç düşünmeden alacağım Biz Mektup Yazardık: Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar isimli çalışma, oracıkta karıştırdığım kadarıyla bile çok öğreticiydi.
Cumhuriyet’in Edebiyatı
İstanbul’a vasıl olmamın asıl nedeni ise 6 Kasım’da Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen “Yüzüncü Yılında Erken Cumhuriyet’in Edebiyatına Yeniden Bakmak” isimli sempozyumdu. Sempozyumda Şerif Eskin, Erol Köroğlu ve Esra Dicle’yi yakından dinlemek güzeldi. Bilge Ulusman’ın hissi romanlar ya da aşk romanları diye adlandırılıp geçilen romanlardaki savaş karşıtı söylemleri ve gerçekçi dili gösterdiği bildirisini dinlemek çok öğreticiydi. Fatih Aşan’ın telif hakkıyla ilgili tartışmalarla ilgili sunumu ise çeviri eserlerde müellifin hakkını vermemek için ülkece ne çok direndiğimizi gün yüzüne çıkarıyordu. Konuşmacıların ve dinleyici akademisyen ve öğrencilerin sorularıyla keyifli bir hal alan sempozyumda herkesin asıl derdi Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki politikalarının dilde ve edebiyattaki yansımalarını anlama ve ortaya çıkarma çabasıydı. Bu sayede salonda çoğu zaman gülümsemeler, konuşmacılarla dinleyiciler arasında küçük şakalaşmalar bile oldu. Cumhuriyet’in 100’üncü yılında bizlere düşen kutlama, Halim Kara ve sempozyumun düzenleyicisi Fatih Altuğ’un dediği gibi, o dönemi yaptığımız çalışmalarla anlayabilmekti.
İstanbul’da geçirdiğim üç günün sonunda Cumhuriyet’in kültür-sanat yüzlerini yakından tanımanın heyecanı ve kendi yüzümü de onların arasına katabilmenin umuduyla doldum. ‘Tarihi yapan el beni de yapmıştı’ ama ben de bu ülkede, kendimden izler bırakmaya çalışarak ülkenin tarihini yapmaya küçücük de olsa bir katkı sunmuyor muydum?
__
¹Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak isimli romanında geçen bir cümle.