Darbeyle Yüzleşme ve Adalet Çağrısı…

Bir yanda cinayetten gaspa adi suçluların ceza indirimleriyle, denetimli serbestliklerle topluma karışmasından imtina edilmediği; bir yanda ise siyasi suçlar ve düşünce suçlarıyla ilgili uzun yıllar süren tutukluluklar, inandırıcılığı olmayan delillerle oluşturulmuş davalar… İçinde yaşadığımız adalet krizinde Gezi Davası kritik bir yerde. O yüzden de normalleşme tartışmalarının odağında yer alıyor.

Gezi Davası tutuklularından Tayfun Kahraman, yayınladığı 15 Temmuz mesajında darbeyle gerçek bir yüzleşme için “Senaryoyla kurulmuş bir iddianameyle delilsiz ve hukuksuz bir şekilde hapsedilmiş olmam da dahil darbeci çetenin izlerinin yargımızdan silinmesinin gerektiğini yeniden hatırlatıyorum” çağrısında bulunuyordu. İlgiyi kuramayanlar için kısa bir özet vermek gerekirse; Kahraman’ın işaret ettiği konu, Gezi Davası’nın iddianamesini oluşturan delillerin 15 Temmuz darbesiyle organik ilişkisi olduğu kabul edilen görevliler tarafından yapılan dinlemelerle hazırlanmış olması. İşin trajik boyutu, bu işlemin ‘kıymetlendirme’ kavramıyla ele alınması. Darbeci bir suç örgütü olarak kabul edilenlerin, yine yasa dışı faaliyetleriyle elde ettiği delillerle oluşturulmuş bir dava var ortada. Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Mine Özerden, elbette Osman Kavala, vekil olarak seçildiği halde tahliye edilmeyen Can Atalay ve şu anda tutuklu olmasa da bu dava sebebiyle ağır veballer ödeyen herkes bu ‘kıymetlendirme’ çabasının kurbanı bir nevi. Avrupa Konseyi’nde Türkiye’yi temsil eden AK Parti milletvekili Tuğrul Türkeş’in bile uzun tutukluluk konusunda itirazlarını yüksek sesle dile getirdiği bir hukuk garabeti var karşımızda. 

 

Gezi Parkı eylemleri sırasında TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Başkanı olarak görev yapan Tayfun Kahraman, Taksim Dayanışması’nın bir parçası olarak, sürecin sağlıklı bir şekilde sona erdirilmesi için hükümetle görüşen ekibin içinde yer aldı. Ve süreçle ilgili bunca delil, görüntü ve açıklamaya rağmen tam tersi bir suçlamayla 18 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Kahraman geçtiğimiz günlerde verdiği bir röportajında o süreci şöyle hatırlatıyordu: “Gezi sırasında hükümetle görüşme yapan, uzlaşı yoluyla olayların yatışmasını sağlayan heyetteydim ve Taksim Dayanışması’nın seçilmiş sözcüsüydüm. Yani, benim herhangi bir şiddet olayıyla ya da failiyle tek bir ilişkim yok. Dosyada da böyle bir iddia yok. Bunu iktidar sahipleri de biliyor olmalı, çünkü̈ beni o masaya davet edenler kendileriydi. Biz müzakere heyeti olarak, ‘hükümet istifa etsin’ demedik, tartışmayı park ve halkın anayasal talepleri ekseninde tutarak, sorunun hukuk çerçevesinde çözümü̈ ve sokaktaki eylemlerin toplumsal uzlaşıyla sona ermesi için çaba harcadık. Bu anlamda, vicdanım da çok rahat. Ne yaptığımı, ne yapmadığımı çok iyi biliyorum. Masumiyetin ötesinde, o dönem meslektaşlarımca seçilmiş Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı olarak anayasanın bana emrettiği görevi yerine getirdim. Bunu yapmamış olsam görevimi ihmal etmiş olurdum.”

 

Hayat hikâyesine, çalışmalarına baktığımızda şehre katkı sunmanın Kahraman’ın hayatında çok büyük bir yer tuttuğunu görüyoruz. Kahraman, Mimar Sinan Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden mezun olduktan sonra, aynı üniversitede yüksek lisans ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde doktora yaptı. 2006-2010 yılları arasında TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’nde sekreter üye olarak yer aldı, 2010-2019 yılları arasında ise başkanlık yaptı. Ayrıca, 2009-2014 yılları arasında Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Koruma Bölge Kurulu’nda uzman olarak çalıştı. 2014 yılından itibaren Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde doktor öğretim üyesi olarak görev yapan Kahraman, 2019 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Daire Başkanı olarak atandı. Bu görevde, İstanbul’un deprem riskini azaltmak ve kentsel iyileştirme projelerine katkı sağlamak için çalıştı. Kuşkusuz halen katkı sunacağı çok alan var ancak Gezi Davası’yla hem kendisi hem de ailesi, küçük kızı Vera için zorlu bir süreç başladı.

 

Gazeteci-yazar Murat Sabuncu’nun yazısıyla öğrendik ki Tayfun Kahraman, maruz kaldığı hukuklu hukuksuzluğun yanı sıra bir yandan da merkezi sinir sistemini etkileyen MS hastalığıyla mücadele ediyormuş. Düzenli takip ve egzersiz gerektiren bu hastalıkla cezaevi koşullarında başa çıkmak tabii ki çok kolay değil. Kahraman, hastalığını değerlendirirken de hastalığından öte karşı karşıya kaldığı hukuksuzluğun görülmesinin elzemliğine işaret ediyor: “İlk günden beri ana mesele, dışarıya vermek istediğim mesaj aynı: Ben bir suç işlemedim, ben adil yargılanmadım, bana hukuki delili ve gerekçesi olan bir ceza verilmedi. Bugüne kadar kimse beni somut olarak bir fiilimden dolayı suçlamadı, kendimi savunmak için gösterdiğim deliller, dinlenilmesini istediğim tanıkların ifadeleri mahkeme dosyasına girmedi. Bu kadar bariz ve hukuksuz şekilde içeride tutuluyor olmam akıl dışı.” Bu akıl dışılık davanın diğer tutuklularına isnat edilen suçlama ve verilen cezalarda da var. Çiğdem Mater’in çekmediği bir film ile suçlanması, Mine Özerden’in hakkında hiçbir somut delil olmamasına rağmen gönüllü ve profesyonel çalışmalarının hükümeti yıkmak suçlaması için dayanak olarak gösterilmesi…

 

Bir yanda cinayetten gaspa adi suçluların ceza indirimleriyle, denetimli serbestliklerle topluma karışmasından imtina edilmediği; bir yanda ise siyasi suçlar ve düşünce suçlarıyla ilgili uzun yıllar süren tutukluluklar, inandırıcılığı olmayan delillerle oluşturulmuş davalar… Kısaca bu şekilde özetlenebilecek ve içinde yaşadığımız adalet krizinde Gezi Davası kritik bir yerde. O yüzden de normalleşme tartışmalarının odağında yer alıyor. Sık sık yargının bağımsızlığından dem vurulsa da yukarıda da bahsettiğim ‘kıymetlendirme’ süreci de dahil aslında keyfî hukukun tüm sürece işlediği bir durumla karşı karşıyayız. O yüzden de normal hukuk sürecine dönülmesi sadece tutuklular değil hepimiz için bir ihtiyaç. Tayfun Kahraman da buna işaret ediyor: “Adaletsizlik kişisel bir sorun ya da bir grubun meselesi değildir. Toplumu içinden çürüten bir hastalıktır. Yani ben Tayfun olduğum için burada değilim, adaletsizlik olduğu için buradayım. Bunu normalleştirmememiz gerekiyor. Bu sadece benim değil 86 milyonun meselesi. ‘Olur böyle şeyler’ dediğimiz zaman ‘Böyle şeyler olur’. Bugün Tayfun’un, yarın başka birisinin başına gelir. Bizim hep bir ağızdan ‘Olmaz böyle şey’ dememiz gerekiyor. Sadece benim için değil, bu talebi de genişleterek; herkes için adil yargılanma hakkı ve adalet talep etmemiz gerekiyor. 86 milyon insanımızın refahı ve özgürlüğü̈ için herkes için adalet talebimizi yılmadan dillendirmemiz gerekiyor.”

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.