Dejavu Kültürü

Yönetemediğinde, altından kalkamadığında iktidarın inadındaki ısrar ve bunun neticelerini “faiz sebep enflasyon sonuç” politikasında; adalet tarafında ise özellikle siyasi yargılamalar cenderesinin ülkeyi getirdiği çelişkilerde ve simgeleşmiş halini de KHK’lılar konusunda görmüştük. Bu defa direkt lideri/liderliği ilgilendiren, içinde tarihe tekerrür yaptırır şekilde hukukun da bypass edildiği, yani rakiplerinin siyasi üstünlüğünün ayan beyan kabul edildiği bir ikrarla yüz yüzeyiz.

erdogan imamoglu

Nasıl bir çaresizliktir ki, bağlandığınız TV kanallarındaki ve Meclis’teki yegâne savununuz “Recep Tayyip Erdoğan’ın yaşadıkları ile bu olay arasında hiçbir benzerlik yok; o şiir okudu, burada yargıçlara hakaret var” ve ikincisi de “Yargı bağımsızdır, yargı süreci devam ediyor” olsun. Meselenin hukuki olduğuna kendi yandaşlarını bile inandırmakta zorlanırken, “Ölüyü kim diriltti acaba?” şeklindeki kopkoyu siyasi soruya da cevap aramaya çalışmak kahredici olsa gerek!

 

‘3Y’ denen yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele için yola çıkmış ve toplumu siyaseten bu süreci doğru yönettiğine ikna edici bir rol oynamış bir siyasi çizginin bugün geldiği nokta, 3Y’nin sadece arzu edilip de yönetilememesi değil, bizatihi 3Y ile yaşamaya toplumun ikna edilmek zorunda kalmasının serencamıdır.

 

Nice ilkesel mücadelelerin, devrimci çabaların, ezber bozucu, toplumu dönüştürücü gayretlerin misyon edinildiği 20 yıllık bir sürecin ardından gelinen nokta bu: Çaresizliğe demir atmak! Korkuların esareti yüzünden hataları katmerlemek!

 

Altılı Masa’yı aylarca alaya alıp, ortak aday üzerinden tahfif edip, “7’nci ayak” retorikleriyle kriminalize etmeye çalışıp son kertede çaresizliği itiraf hükmünde bir sürprize imza atmak, iktidarın halet-i ruhiyesini açık biçimde ortaya koymakta.

 

Siyasi bir kredi hasıl olmaması için, “sanığın” mağdur olmadığını ispatlamak için de esas mağdurun Erdoğan olduğuna dair cinlikler ortaya atmak da çaresizlik itirafına mum dikmek değil de nedir? “Erdoğan’a kumpas var” ama Erdoğan’ı gördüğünde harekete geçmeyen, “gazeteci refleksiyle” bunu soruya dönüştüremeyen bir medya ağımız da baki. Erdoğan’ın konuya hiç değinmemesi ayrıca manidar. Oldukça emin olunan bu kumpasın ardında kimlerin olduğunu dört başı mamur şekilde irdeleyip toplumun önüne koymaktaki isteksizlik de şüphe uyandırmıyor değil hani!

 

Çaresizliğin Turnusolü:

 

“Hakaret var, yargı süreci devam ediyor ama Erdoğan’a kumpas da var”!

 

Böyle bir bulamaç hali. “Hiçbiri” seçeneğinin şansı yok, çünkü kâbus gibi çöküyor hatıralara. Toplumun zihnini karıştırıyor. Korkuları depreştiriyor. “Bu derece mi acziyet halindeyiz?” sorusunu sordurtuyor! Bunların tümünü aynı anda sorup depresyona girebilecek olanların önüne bir an evvel bahaneler koymak gerek! İktidar mahfillerindeki reflekslerin tercümesi bu: Çaresizlik öyle bir seviyeye vardı ki; esas zorluk, bu davanın hukuki olduğuna kendi yandaşlarını inandırabilmek!

 

İktidar cenahının artık komik olmaktan çıkar şekilde inatla tekrar ettiği bu “yargı bağımsızdır” iddiasının turnusolü nedir peki? Şudur: Sadece bu davada değil, başkaca davalarda da defaatle gördüğümüz husus hâkim ya da heyetin değiştirilmesi rutinidir. Ve bunun tekrarlandığı hiçbir iklimde yargının bağımsız olduğunu iddia edemezsiniz! Bu hadisenin tek bir defa yaşanabildiği bir beldede bile bunu söyleyemezsiniz! Herkesin bildiği sırrı utanç verici biçimde reddetmenin yegâne motivasyonu, konsolide edilen kitlelerin eline bir bahane verebilmektir. Bu çarpık, çürümüş, yozlaşmış resimden, gün geldiğinde beri olduğunu maskelemeye yarayan “Nereden bilebilirdik ki” savunusu koz olarak kenarda durmaktadır nasılsa. Oysa konu, herkesin bildiği sırrı, hukukun evrensel teorilerini tekrarlayarak maskeleyebileceğine olan sahte inançtır. Yani özcesi; halktaki karşılığının hiç tükenmemesi için çaba harcanan itikat bozukluğudur. Nasılsa, yargıyı bağımsızlıktan ari hale getirip ardından “bırakın da özgürce işini yapsın” diyebilmenin ahlaki ve hukuki karşılığının ivedilikle zuhur etmediği, siyasi bedelinin ise çabucak görülmesinin önüne engeller konmuş bir ülkede yaşamaktayız.    

 

Siyasi olduğunu düşünmeye meyyal olanlara da bahaneler hazır: “Zaten İstanbul iyi çalışmıyordu”; “Üzülmediler, sevindiler”! Aynı iktidar kafası, bu çıkışların yargının teslim alındığı, sistemin çürümeye itildiği vahamet tablosuyla ilgisinin kurulmasını zinhar arzu etmiyor. Zira bu çırpınışların, batmakta olan takayı denize kürek sokarak su üstünde tutmaya çalışmaktan farkı yok! Konsolide ettiğimizi düşündüklerimizin aklına da hakarettir ama siyasi kültürümüzde hâlâ iş gördüğü bilinmektedir.

 

İktidar, bu tercihiyle, özellikle son dönemlerde ekonomik alanda yaptığı ve halka nefes aldırdığını düşündüğü proje ataklarıyla toplumdan gelecek teveccühün yeterli olmayacağını da ikrar etmiş oluyor. Mefhumun muhalifinden rakiplerinin muhtemel ortak adaylarından ne derece çekindiğinin derecesini de orta yere seriyor. Uzun süre poker masasından kalkamayan birinin kayıplar ve yorgunluğun ardından elini belli etmeye iyiden iyiye başlaması gibi.

 

Yönetemediğinde, altından kalkamadığında inadındaki ısrar ve bunun neticelerini “faiz sebep enflasyon sonuç” politikasında; adalet tarafında ise özellikle siyasi yargılamalar cenderesinin ülkeyi getirdiği çelişkilerde ve simgeleşmiş halini de KHK’lılar konusunda görmüştük. Bu defa direkt lideri/liderliği ilgilendiren, içinde tarihe tekerrür yaptırır şekilde hukukun da bypass edildiği, yani rakiplerinin siyasi üstünlüğünün ayan beyan kabul edildiği bir ikrarla yüz yüzeyiz.

 

‘Altılı Masa’ya Altın Tepsi Yanında Yüklenen Sorumluluk

 

Bunun akislerinin daha ilk andan itibaren meyvelerini vereceğini düşünmemek olmazdı. “‘Altılı Masa’ öyle bir çıkış yapmalı ki, ülkeyi sarsmalı, büyük heyecan yaratmalı” beklentisinde olanların imdadına iktidar yetişmiş oldu. Altılı Masa, kendisinin üretip yola koyması beklenen ilk mitingini bu olay üzerine başlatmış oldu. Böylelikle Masa adına da çıta, onların da beklemediği bir faza çekilmiş oldu. Onlar da bundan sonraki içerik ve hızlarını buna göre ayarlamak durumunda kalacaklar. Bu çıtadan geriye düşmemeleri adına baskılanacaklar. Performans ölçümü bu milada göre yapılacak ve bu “fırsat”ın tepilmesinin bedelleri olacağı kendilerine sürekli hatırlatılacak.

 

Peki -hukuki süreç bir yana- buradan zaten yapılagelen İmamoğlu’nun adaylığı tartışması CHP içinde başka bir çıtaya evrilir mi? Hiç şüphesiz daha ilk günden seviyeyi buraya taşımak isteyenler oldu. Saraçhane’deki “Altılı Masa’nın en çalışkan neferi olacağım” sözlerini de, Kılıçdaroğlu’nun sürecin kontrolünü eline alma arzusuyla apar topar Almanya’dan dönüp, ayağının tozuyla İmamoğlu’na verdiği destek cümlelerinde Belediye Başkanlığına atıf yapıp, Saraçhane’deki konuşmasında “Hiçbir güç Ekrem İmamoğlu’nu İstanbul’a hizmet etmekten alıkoyamaz. Görevini şerefiyle yapacak” cümlelerini de bu tartışmadan bağımsız göremeyiz. Nitekim bu gelişmenin üzerine yapılacak anket çalışmaları da tartışmayı körükleyenlerin elini güçlendirecektir. Lakin aday kim olursa olsun, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’na reva görülen hukuksuzluğun, seçim sathı mailinde onunla birlikte Türkiye’yi dolaşacağı izahtan varestedir.

 

“Peki Erdoğan bu yanlıştan geri döner mi?” diye sorsak. Tamam, inat ve akıl tutulmaları baki, lakin başörtüsüne özgürlük garantisi meselesini bile “gollük pas” olarak gören bir zihniyetin bunca pragmatizminin ardından kime sorsak “Neden olmasın?” demeyecek midir? O zaman ne denecek peki? “Bağımsız hukuk mu kararını vermiş olacak” yoksa “Erdoğan kumpası mı bozmuş olacak?” Eğer bu, muhalefete sunulmuş astarı yüzünde pahalı bir koz olarak görülürse elbette yeni bir hamle daha gelecektir. Peki o muhtemel hamle, yaşananları ve hissettirdiklerini unutturur mu? İktidarın hanesine artı yazar mı? İktidara daha büyük bir eksi yazması muhtemel başka bir büyük hatayı tetiklemez mi? Öyle bir hamle yapıldı ki, her türlü geri dönüşün türlü maliyetler üreteceği “aşağı tükürsen sakal…” misali bir durum hasıl oldu.

 

Kürt Seçmenle Empati Türkiye Sathına Yayılıyor

 

Soruna başka bir tarafından baktığımızda, aslında tüm belediyelerine kayyım atanmış Kürt seçmenin her gün yaşadığı bir sorunun bu defa Batı’da ve Türkiye’nin kalbi olan bir şehirde gerçekleşme riski artık sorunu ülke sathına taşımış oluyor. Kürt seçmenin dimağında olan gelişmeler, yaşadığı hukuksuzluklar ve yarattığı travma Batılı seçmenin empatisini hızlandıracak şekilde önüne konmuş durumda. AK Parti’nin kendi seçilmiş belediye başkanlarını görevden alması, sadece AK Partili seçmenin içine sindirmesi gereken bir olgu iken; bu defa AK Partilileri de içerecek şekilde muhafazakâr seçmenin de içine sinmesi mümkün olmayan, siyasi perspektifini etkileyecek bir düzleme doğru ilerliyoruz. Üstelik, üç yıl önceki seçim sürecinde yapılan haksızlıklar henüz onlar tarafından da sindirilmemişken. Sonuçları ne olursa olsun, gerçekleşmeyip sırf riskin tehdidiyle bile muhatap olmak, seçmen açısından yeterince öğretici ve etkileyici.

 

Sarmaldan Çıkış için Siyasi Kültürü İnkılaba Uğratmak Şart

 

Dejavulerle sarmalanan siyasi kültürümüz açısından durum hiç iç açıcı değil. Yargının mağdur ettiği siyasetçi ya da siyasi çizgiyi sahiplenip ödüllendiren bir toplumsallığa sahibiz. Herhalde bu konuda dünyada da çok yalnız değiliz. Lakin acaba bu da sağlıklı bir duruma işaret ediyor mu?

 

Gün olur 411 el kaosa kalkar, gün olur “Muhtar bile olamaz”, gün olur eften püften sebeplerle partiler kapatılmaya kalkışılır ve gün gelir Demokles kılıcı el değiştirir. 

 

Yargı eliyle yaratılan, liderliğe dayalı siyasi kültürün -popülizmi de kolaylaştıran- bir sarmal ürettiği, toplum ve siyasetin evrensel normlarla buluşmasını engellediği -ve geciktirdiği- de bir vakıa.

 

Yargının mağdur ettiğine, “Hakkını almalısın, biz de arkandayız” demekten öte “Al beni sen yönet” kıvamında, her şeyi teslim etmeye meyyal bir sosyal psikolojinin içindeyiz uzunca bir dönemdir. Çünkü normal seyrinde akan bir sisteme idareci değil, duygu durumları tatmin edici kurtarıcılar seçiyoruz. Bazen sadece karşısında olduğumuz birilerini yenme potansiyeli taşıması bile yetiyor. Turnusol tam olarak belli değil. Ölçütler müphem, duygusal ve geleneksel. Kimi, hangi lider ya da hareketi hangi normlara göre değerlendiriyoruz açık değil.

 

Mesela yargı kararları söz konusu olduğunda tarafı olduğumuz kesimlere meyleder şekilde kararlar alınmasını arzulamak sadece siyasetin değil, toplumun da motivasyonu. Yani aslında daha önceden zihnimizde verdiğimiz hükme yargıçların da imza atmasını bekliyoruz. Gerçekte hukukla değil, ideolojik duygusallıkla düşünüp hareket ediyor ve kafamızı her seferinde “…ayarını bozduğun kantar gün gelir seni de tartar…” sözüne tosluyoruz. Maalesef bu sözün içerdiğinin tercümesi, sosyo-politik bağlamda “Güç elimize geçtiğinde aynı muameleyi göreceksiniz”de karşılığını bulmaktadır. “Adalet mülkün temelidir” dedikten sonra aklımıza ilk gelen cümlelerden birinin bu olması, manidar şekilde derdimizin adalet ve basiretten ziyade intikamcılık olduğu; o rövanşizmin ise sıra bize gelene kadar aynı kültürü devam ettirip kendi çocuklarımıza zararlar biriktirdiğimiz bir sarmal olduğunu itiraf etmek istemeyiz.

 

Doğrusu, kantarın bozulmasına göz yumduğumuzda, kendi yakın vadeli geleceğimize darbe vurmanın yanında, siyasi kültüre olan güvenimizin zedelenmesinin temelinde de bu gerçekliğimizin olduğunu ıskalarız.  

 

Aslında dejavulerin ardından sürekli bu gerçeklerle yüzleşmek zorunda oluşumuz, hem ilkesel hem de zamansal bağlamda aynı kayıpları yaşıyor oluşumuz, değişim-dönüşümlerin rotasını da etkiliyor.

 

Kutuplaşmadan şikâyet etse de kendi kısa vadeli arzularının da o kutuplaşma sayesinde gerçekleşeceğine inanan ve duygu tatmininin uzun vadeli rasyonel kazanımlara tercih edildiği bir sosyal psikolojiyle sarmalanmışlığımızla yüzleşmeye pek azımız isteklidir.

 

Mağdur hangi tarafta yer alıyorsa, o tarafa dönük bütün ideolojik kompartımanların ortalığa boca edildiği ve “birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz” zihniyetinin ayıplanıp, kriminalize edilip, hatta linçe maruz bırakılıp aklıselimin tard edildiği, kendimizi devlet (arzularımı güçle hayata geçirecek irade) yerine koymayı sevdiğimiz; adaleti, analizi, çözüm odaklı düşünmeyi toprağa gömdüğümüz ezberlere sarılmakta mahiriz.

 

Asıl tehlike de bu aslında. “İdeolojik ayrışma ve heybedeki turpların büyüklüğü farklı kesimleri (ya da durumu/olguyu) anlamaya engeller oluşturmakta” gibi bir cümle bile tahammülsüzlük ikliminin hedefi haline gelebiliyor. “İnsan bilmediğinin cahilidir” şeklindeki cümleyle “İnsan sabırsızdır/acelecidir” deyişlerini bir kenara yazalım. Aslında mesele tam da bu basitlikte. “Tanımlayamadığımız cisimler”in yok olması niyazında bulunanlarımız her kesimde mevcut ve asıl problemi de bu duygu durumunun sürekli tetikte olması oluşturmakta. “Birlikte” yaşıyoruz ama sadece tahammül ediyoruz! Tepemizde Demokles kılıcı gibi sallanan sadece yargı değil. Siyasetin bu kültürel seviyesi, onun ikinci bir emrine kadar topluma da bunları hissettirip yaşatıyor. Toplumun bu gerilimden çıkması o siyasetin de işine gelmiyor. Durumu sükunetle konuşma, aceleci olan toplum kesimlerini tatmin etmiyor. Cümlelerin uzaması sadece anlamayı zorlaştırmıyor, kayıp hissini de besliyor çünkü.

 

“Şu sanatçı/gazeteci bu muameleye maruz bırakıldıysa, bu camiaya neden şu reva görülmüyor?” eleştirisinin, çelişkiler yumağında ölçüyü hep kendimize yakın gördüğümüze yontmanın adalet duygusuyla uzak-yakın ilgisi yok. Nitekim tersi örnekler serdedildiğinde aynı umarsızlık bu defa bu tarafta peyda olmakta. O eleştiriler adalet arayışının değil, başka şeylerin hesaplaşması. Adil olmayan duygu durumlarının, ideolojik beklentilerin dışavurumu, o kadar. Peki ama zaten yaşaya yaşaya, tartışa tartışa gelişmeyecek mi bilinçlenme süreci? Öyle tabii ama soru “Niyet var mı?” olmalı ve bu noktaya odaklanmalıyız. Velev ki siyasette kazandırmıyor gibi görünse de.  

 

Yaşadığımız döngü, senelerce bitmek bilmeyen, uzadıkça uzayan Amerikan ya da Brezilya dizileri gibi. Her olayın merkezinde aynı motivasyon var. Mesela son trajik hadisede, “Bütün tarikat ve cemaatler kapatılsın” korosunun bize yaptırdığı dejavunün de bir farkı yok! Karşı taraf olarak gördüklerimizin hataları sayesinde kazandığını düşündüğümüz moral-ahlaki üstünlüğün bize her şeyi söyleyip savunabilmek hakkını verdiğini düşünürüz. Kategorik muhalifliğin törpülenmesinin, ülkedeki adalet duygusuyla yakın ilgisi olduğunu düşünmek istemeyiz. Bilendiğimiz öfkenin neticelerine odaklanırız. İcra eden iktidar bir yana, destek olduğunu düşündüğümüz kitleselliğe karşı genelleme yapma gücü ve hakkına sahip olduğumuzu farz ederiz. Tersinin zaten bilfiil aktif olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Deme ki hukuki normlar başta olmak üzere, evrensel değerlere vakıf olmakla onlara sadık olup bilfiil uygulamak arasında dağlar kadar fark var. Teorik doğruları her gün terennüm edip onları çiğnemeden gücü koruyamayacağına inanan muktedirler gibi.

 

İdeolojik beklentilerimizi, nadasa bıraktığımız öfkelerimizi harekete geçirecek birilerini seçmeyi, onlardan bizi bu şekilde tatmin etmelerini beklemenin adını siyaset koymuşuz uzun süredir. Tek Parti döneminden bu yana ortak aklın, birlikte yaşamın, çokkültürlülüğün değerinin trajik örneklerle unutturulduğu dönemleri siyasetin dönemsel/konjonktürel normali zannetmişiz. Bize yıllar ve nesiller kaybettirdiğini düşündüğümüz resmî ideolojiye kızarken onun gibi davranmaktan kendini alamamak gibi garabet bir halle çevriliyiz. O yüzden tanımayı, tanış olmayı, dinlemeyi, gözlemlemeyi, anlamaya çalışmayı, empatiyi, olguları anlayıp çözümleri birlikte düşünmek üzere derinleşmeyi nimet değil külfetten saydığımız bir kültürel atmosfere boğulduk. Siyaset toplumda bu vasatı yaratırken, toplumsal vasatın da siyasetin kumaşını belirlediği bir tavuk-yumurta hikâyesine mahkûm olduk on yıllardır.

 

Toplumu iyi anlamayı (ya da mahir siyasetçiyi), topluma daha önce ezberletilmiş olanlar üzerinde sörf yapabilme kabiliyetine sahip olmak olduğunu düşündük ezelden beri. 

 

İnsan Değil Sistem Seçmeliyiz

 

Evet bu günahların tümü sadece bugünkü iktidara ait değil; lakin son günahkâr üzerinden bu cendereden nasıl çıkacağımızı masaya yatıramazsak, yeni günahkârlar seçmekten kendimizi alamayacağız. Kime ve neye göre olduğunu bir kenara bırakalım ama “ahlaklı insan/lider” seçmeyi terk etmezsek dejavuler devam edecek. İnsan değil, sistemi dönüştürecek ve sistemi ahlaklı hale getirecek kadroları seçmek gerekiyor. Zihniyete odaklanmak gerekiyor. Mahalli örfleri devam ettirecek olana ya da kaleye bir süreliğine bayrak dikecek olanlara değil, elini taşın altına koyup sistemi köklü şekilde dönüştürecek olanlara yönelmek gerekiyor.  

 

Toplumu bu düşüncelere aşina hale getirmenin de tek reçetesi siyasetin önce bu dili ve zihniyeti kuşanması, eğitim sisteminin de bu gerçekler ışığında dönüştürülmesi.

 

Bu olmadığında, kimlikçi reflekslerle kötülüğün içeriden konuşulmasını engelleyenler de, karşıt kimlikçi motivasyonlarla “ne ıslahı, topunu yok et gitsin”cilerin de ayıplanması ve suçlanması mümkün olmayacak, vasatı ve aklıselimi savunanların boğulduğu iklim de bunlar tarafından sürekli zehirlenmeye devam edecektir.

 

Bir şeyi “ayıplama” ve “gayrı ahlaki” ilan etme ve bunun kültürleşmesi elbette zaman alacaktır. Ama kimin kime galebe çaldığına değil de bu ortak endişeye odaklanmak ancak farkındalık alanlarında elini taşın altına koyanlarla mümkün olacaktır. Elini taşın altına koyanların sadece akademide, entelektüel camialarda değil de siyasetin içinde yer alıp örneklik oluşturmaları, linç kültürünün üstüne gidip toplumun maslahatına olanı topluma göstermeye çalışıcı bir dil üretmelerinden başka çare yoktur.

 

Haksızlık etmeyelim; “Nasılsa kutuplaşmış bir iklim var, siyaset de bunun üzerine oturuyor, risk alsam anlaşılmaz ve kaybettirir” itikadını tersine çevirecek bir zemini üretmenin kaçınılmaz olduğunu kavramaya istekli olanlarımız artmakta. Bunun ilk adımı, olgulara uzak olanları olgulara yaklaştırmak, hatta mümkünse o olguları ayağına getirmekle mümkündür. Tabii, kutuplaşma konularında siyasi şahinlik görevi üstlenmiş siyaset ya da medya ağalarından değil, onların etkisi altında kalan toplum kesimlerinden bahsediyoruz.

 

Toplumsal düşünüş biçimlerinin, tabuların, ezberlerin dönüşümü elbette zor, hem de çok zordur. Ama siyasetin bu adımları attığı takdirde toplumda nasıl bir dönüşüme yol açabildiğini 2000’lerde gördük. Türkiye siyaseti ve toplumu tüm iç ve dış zorlamalara rağmen yaklaşık 14 yılını bu tecrübenin altında geçirdi. Siyaset ve toplum arasındaki güven ilişkisinin nelere kadir olabildiğini 90’larda asla konuşulamayan, konuşulduğunda yargının konusu olan konuların toplumun dimağında yarattığı olumlu etkilere şahit olduk. Sorun da zaten bugünkü iktidar yapısının, o günlerin taşıyıcısı kadrolardan oluşmaması, posa olarak geride kalanların da yaşadıkları dönüşümle alakalıdır. Yani siyasetin, toplumsal sinerjiyi arkasına alıp, ayıplandığını fark etmesi gereken ideolojik yüklerini rüzgâra bırakıp, evrensel normları küfeye atıp ilerlemesinin yaratacağı dönüşüme odaklanmak, “Böyle gelmiş böyle gider” diyen kadercilerin, kendini gerçekleştiren kehanetlerine çomak sokmak kaçınılmazdır. 

 

Umut etmekle başarmak için adım atmak arasındaki sıkı ilişkiyi 10-15 yıllık bir süreç yeter derecede öğretmiş iken, bugünkü sorunumuz maalesef araya 6-7 yıllık bir fetret döneminin girmiş olması. “Hele bir galebe çalalım da sonrasına bakarız”cıların, kutuplaşmacıların yüreğine su serpici, toplumun belli kesimlerinin kaybetmesinin kendi zaferlerini ima ettiğini entelektüel makyajlarla topluma zerk edenlerin ayıplanacağı günlere hazır olmak gerek oysa. “Kimin kazanıp kimin kaybettiğini belirleyen şey nedir ki?” sorusunun doğru cevabını bulmak için yol katedilmiyorsa, bunca gayret ne içindir ki? “İnşa etmemiz gereken ilkelerin, siyaset ve hukukun göz göre göre çiğnendiği ideolojik iklim yenisiyle yer değiştiriyorsa kazanan var mı ki?” sorgulamasını topluma yaptırabilmektir aslolan.

 

Ülkenin yapısal sorunlarının kolay aşılamayacağının bilincinde olmak kaydıyla, -iyi niyetli ve kapsamlı tartışmalarla- ihtiyaçlarımız düzleminde törpülenip ıslah edilebileceği konjonktürel süreçlerin işlemesi gerektiği de izahtan varestedir. Heyecan Yaratamamanın Kültürel Kodları başlıklı makalemizde, Altılı Masa’daki partilerin tabanlarında ortak bir sinerji ve motivasyon oluşturmanın zorluğunu da kapsar şekilde “Entelektüel ve sosyo-kültürel kodlarımız değişim/inkılaba inanıyor mu?” diye bir soru sorup cevabını aramaya gayret etmiştik. Altılı Masa’nın vizyonunun genişliği, misyonunun önemiyle toplumdaki karşılığı arasındaki korelatif ilişkinin niteliği ve çapı önemli. Gerek akademik ve entelektüel düzlemde gerekse toplum katmanlarında Türkiye gerçekliğini okuyanların zihin yapıları, itikatları, inançları, ideolojik konumlanmaları neyse, Masa’nın yaratacağı heyecan iklimine etki etme oranı da o. Yani “nasılsak öyle yönetiliyoruz” gerçekliği muhalefet safları için de aynıyla vaki. Değişime, sosyo-politik kültürümüzün dönüşümüne inanma, bu ihtiyacı kavramak ile bunu farklı toplum kesimleriyle birlikte gerçekleştirme ihtiyacını özümsemek ciddi bir yol katetmeyi gerektiriyor. Değişimimizin zorunluluğuna inanmak da, hangi norm ve değerlerin kurumsallaşması gerektiği bilincine ulaşmak da, bunları her zümrenin kendi içinde tartışabileceği iklimlerin oluşması da, şimdilik muhayyel gibi görünen geleceğin somut olarak yaşamlarımızda neşvünema bulması açısından oldukça önemli.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.