Demokrat İslamcı
İslamcılar/Müslümanlar için yol ayrımı kaçınılmaz bir durumdur: Ya kabileci asabiye ile gücünü koruma yönünde devam edecekler ve dini bu konuda araçsallaştıracaklar ya da 100 yıl önce bu topraklarda Cumhuriyet fikrini temsil etmeleri ve Cumhuriyet’in kurucu pozisyonuna sahip olmaları gibi, ahlaki, dini, meşru ve gerçekle barışık bir Demokrat İslamcılığı tercih edecekler.
Yüzyılı aşkın hikâyesinde, İslamcılık, bu topraklardaki en iddiasız, algısının en kötü seviyede olduğu ve geleceği en belirsiz dönemini yaşıyor. Bunun birçok sebebi var. Bu algının haklı olup olmadığı bir yana, “Türkiye’nin geleceğinde İslamcılık var olacak mı? Olursa nasıl bir iddiası ve işlevi olacak?” ve “Gelecekte yekpare bir İslamcılık mümkün olacak mı?” soruları, İslamcılık kelimesinin bile geniş bir kesim için bıkkınlık oluşturduğu bir uğrakta, kanaatimce, önemini koruyor.
İslamcılığın tanımını şimdilik paranteze alarak, yukarıdaki soruların önemini göstermesi açısından şu soruları sorabiliriz: Bu toprakların geleceğinde İslam’ın yeri ne olacaktır? Tarihi anlamı dışında, birey, toplum ve kamu düzeni açısından, İslam’ın önemi ve değeri hangi seviyede olacaktır?
Özel olarak yeni kuşaklar açısından, genel olarak ise tüm toplum açısından FETÖ ve 15 Temmuz gibi kriminal meseleler ve iktidarın oluşturmuş olduğu olumsuz gerçeklik durumu, İslam ile yaşanan olumsuzluklar arasında bir bağlantı kurulmasına sebebiyet veriyor. Ayrıca, dini cemaatler, STK’lar ve dini kimliği ile tebarüz etmiş kişiler tarafından dini bir anlam yüklenen iktidarda olma halini devam ettirebilmek için dini argümanlarla söylem üretiliyor. Bu durum, iktidarın ürettiği gerçeklikten rahatsız olan geniş kitleler için, olumsuzluğun müsebbibi olarak dini temsil ettiklerini düşündükleri bu geniş cemaat, STK ve kişiler üzerinden, doğrudan dine fatura edilen bir duruma sebep olmakta. İktidarın güç ve imkânları ile örtülen bu içten içe dönüşümün artık gizlenemez bir noktaya ulaştığını gözlemlemekteyiz.
Varoluş sebeplerini dini hizmet, savunma ya da dava olarak tanımlayan ve toplumsal görünürlük açısından dini temsil eden bu geniş kitlenin, iktidar ile geliştirdikleri ortaklık ve toplumsal gerçeklikte vaki olan yanlışları dini argümanlarla savunuyor olmaları, toplumsal olarak dini sorgulamanın, seyreltmenin ve dinden uzaklaşmanın bizzat sebebi olduğu bir tarihsel ironi oluşturmakta.
Amaç Ne?
Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset isimli risalesinde tanımladığı İslamcılık, esas olarak, devletin çöküşünü engelleyebilecek muhtemel siyaset tarzlarından birisiydi. Bu tanımın da işaret ettiği üzere İslamcılık, var olduğu günden bu yana, devlet ve iktidarla ayrıştırılamaz bir boyutu ve motivasyonu içerisinde taşıdı. Dinin toplumsal ve siyasal anlamının seyreltilmeye çalışıldığı ve sonuncusunu 28 Şubat’ta yaşadığımız politikalara karşı, dini ve toplumsal anlamını savunma amacı, devlet ve iktidar merkezli motivasyonunu hem korudu hem de merkezi pozisyonunu güçlendirdi.
Bu süreç tek yönlü olarak gelişmedi elbette. Bir yanda siyaset ve devlet önemini korurken, diğer yanda STK’lar oluşturarak, İslamcılığın cemaatleşmesi, müesseseleşmesi süreci de yaşandı. Tarihinin en başında devleti kurtarma amacını mündemiç olarak var olan ve sonraki kuşaklarca bu yönünü de kapsayan haliyle devralınan İslamcılık ile, müesseseleşen ve güç biriktiren yapıların kendilerini seçilmiş olarak görmeleri ve böylece kurtarıcı misyona sahip bir bilince evrilmeleri, İslamcılığın müesseseleştiği ve güç biriktirdiği bu süreç içerisinde gerçekleşti. Kriminal boyuta ulaştığı için FETÖ vakasında tüm toplumun açık ve seçik olarak müşahede ettiği üzere; söylemin (dini argüman ve motivasyonun) kutlu bir misyon için araçsallaştığı vasat, İslamcılığın kendisi açısından atlayamayacağı ve yüzleşmek zorunda olduğu bir gerçeğe işaret ediyor.
Dini hizmet, savunma, dava olarak duruma göre adlandırılabilecek motivasyon ile aidiyet hissedilen yapı arasında özdeşlik kurulduğu noktada, güçlenmek, gücünü korumak, güç biriktirmek aynı zamanda dinin güçlenmesi, gücünün korunması ve güç biriktirilmesi olarak anlam kazandı. Hakikate sahip olmak ve onu temsil etmeye yetkili olmak hissinin diğer modern ideolojilerde ortaya çıkardığı toplum adına iyiye karar verme hakkı ve bunun için güç kullanımının kutsal bir görev olduğu zehabı ile ortaya çıkan faşizm örnekleri, FETÖ vakasında aşikâr olsa da, bu durumun hakikate sahip olma ve onu temsil etme iddiası oranında İslamcılık/cemaatler/siyasiler için de geçerli olduğunu unutmamak gerekiyor.
“Kült Hareket” olarak tanımlayabileceğimiz lider merkezli, dışarıdan eleştiri ile yıkılamaz, sorgulamanın affedilemez bir ihanet olarak algılandığı kapalı bir dünyada, seçilmişlik psikolojisi ile yapılan işleri savunma refleksi kutsal bir görevdir. Asabiyenin toplumsallaştığı bu vasat, birlikte var olmak ve birlikte yok olmak düzlemini inşa edebildiği için, dışarısı ile gerçek bir etkileşimin mümkün olmadığı bir duruma sebep olmakta, dışsal şartların kişisel düzeyde katlanılamaz derece ağır olmasını bile birlikte yaşanılan kapalı dünyanın katılığı sebebiyle absorbe edebilmekte ve böylelikle kişinin anlamının grup içerisinde eridiği bir meta tarih üretmektedir. Bu noktadan itibaren, asabiyenin kendisi, varoluş amacının yerine geçmiş olduğundan, kişinin bireysel olarak amacı ya da ilkesi söz konusu olamaz. Topluluğa katılırken kişiyi ikna eden amaç ve değerler, bir noktadan sonra işlevsiz kalır.
Sabiteler
Modern ideolojiler ya da kült hareketler, kişiden bir yapının ya da cemaatin içerisinde benliğinin erimesini isterken, böyle bir durumun içinde bir insanın dinini/İslam’ı yaşaması mümkün müdür? “ Hanginizin daha güzel işler yapacağını görmek için hayatı ve ölümü yaratan O’dur” ayeti kerimesinde açıkça belirtildiği üzere; İslam, tek tek insanlara, akil ve baliğ oldukları anda yapılan bir tekliftir. “Nasıl bir hayat yaşamalı?” sorusuna örnekler getiren kıssaların bize öğrettiği şey, zamanın ve mekânın öneminin olmadığı onlarca örnekte, aslolanın kişinin bireysel olarak nasıl karar verdiği meselesi olduğudur. “Ben sizin en yüce rabbinizim” (haşa) diyen bir firavunun sarayında ya da köye gelen yabancıların sözlerinde, hep misal getirilen ve hayatımızı bu gözle değerlendirmemiz beklenen kıssalar, kişilerin iradelerinin hangi yönde gerçekleştiğini mesele eden örneklerdir. Bir toplulukta yüzlerce yıl amacına ulaşamamış ya da öldürülmüş, dışlanmış, çeşit çeşit sınamalara maruz kalmış peygamberlerin hikâyelerinin bize öğrettiği temel gerçek; başarı, güç ya da sayısal büyüklüklerin bir kıymetinin olmadığı, aksine kişinin gerçek/hakikat karşısında sahip olması gereken ve bahsedilen diğer şartları anlamsızlaştıran kişisel bilinç ve tutumdur.
Dolayısıyla; insanın iradesi ile ortaya koyduğu sözlü ya da fiili tüm işlerinin kıymeti, o işi yaparken kişisel amacının/niyetinin ne olduğu ile ilgilidir. Kişinin iradesinin, özgürce (akil ve baliğ olarak) ortaya çıkmasını engelleyen her toplumsal/kamusal durum, Allah’ın hayatı ve ölümü yaratmasının hikmetini iptal etmektir. Bir kere teklifi kabul etmiş ve Müslüman olmuş bir kişi için asıl tehlike buradan geriye dönmek değil, işlerini samimiyetle (özgür iradesi ile) gerçekleştirebileceği ortamın olmayışı sebebiyle, yaşamak istediği inancının iradeye dönüşemediği (münafıklık), bireye hayat alanı bırakmayan kamusal alanlardır.
İnsanın kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğuna dair anlama ve yorumlama çabası, Hak/ gerçek/hakikat ile kurabileceği ilişkinin dolaysız olabilmesine bağlıdır. Başarı, güç, sayısal büyüklükler veya kişisel ya da grupsal çıkarlar gibi dolaylı amaçlar, kişinin iyi ya da kötü tanımlamasına yön veriyorsa, gerçek ya da hakikat bu çıkarlara kurban ediliyor demektir. Bu sebeple bir Müslüman için en ideal kamusal düzen, kişisel kararlarının özgürce ve kınayıcı olmadan gerçekleşebildiği düzendir. Böylesi bir kamusal düzenin bugünkü anlamı/imkânı; bireyin kişisel alanını garanti altına alan, kamunun ve düzeninin kişilerle kaim olmayan bir tüzel kişilik olduğu, kişilerin özgürce ve rızaya dayalı olarak bu düzenin eşit yetki ve sorumluluğuna sahip olduğu hukuksal temelli bir var olma halidir: Gruplardan, ideolojilerden, tarihten ve coğrafyadan bağımsız olarak kişiye var olma hakkı tanıyan bir vasat.
İnsan aklının ve iradesinin girdisi olarak grup çıkarlarının, ideolojilerin, tarihin ya da coğrafyanın, insanın gerçekle ilişkisini sağlayan vicdanını paranteze alacak şekilde etkin olduğu hiç bir ortam, kişinin bireysel olarak bilme, anlama, yorumlama ve eylemesine müsaade etmez. Dinin kamusal amaçları olarak; kişinin canının, aklının, her türlü mülkiyetinin, dininin/yaşam tercihlerinin ve aile bütünlüğünün garantiye alınması, esas olarak, bireyi topluma/kamuya karşı koruma amacı taşır. Ahlaki ve dini olarak bir kişinin eylemlerinin iyi ya da kötü olarak değerlendirilebilmesi, kişinin o eylemine dair kendi bilme, anlama, yorumlama ve eyleme imkânına sahip olması ile mümkün olur. Ve kimin daha güzel işler yapacağını görmek isteyen de o işi yapanın ne amaçla/niyetle yaptığını bilen de hayatı ve ölümü yaratan yüce yaratıcıdır. Kişiler değil.
Korkular
İnsanın, kamu düzenini bozmadığı ölçüde mutlak özgürlüğe sahip olduğu ve düzenin/hukukun, kişinin tercihlerinde ve iradesinde hür olmasını korumak üzere kurulu olduğu bir ortamda dinin varlığı tehlikeye girer mi? Müslümanlar, tarihin akışını kontrol altına almakla yükümlü müdürler? Bu onların hakkı mıdır? İnsana böylesi bir güç bahşedilmiş midir?
Tüm bu soruların cevabı elbette hayırdır. Allah’a inanmanın yanında O’na güvenen bir mü’min için Allah kulunu yaratıp başıboş bırakmaz, onu terk etmez. Rahmeti her şeyi kuşatan yaratıcı, kuluna kendinden üflediği bir ruh ile ondan ümidini kesmez. Rabbi ile kulu arasına girme anlamını taşıyacak her iş, her amaç, Allah’ın insanı muhatap almasına, görmek için mühlet vermesine ve yaratma iradesinin hikmetine meydan okuma anlamını taşır.
Allah’ın insanı yaratıp ona kendini tanıtması, sayısı var olan tüm insanlara eşit olan ve kişi ile rabbi arasında gerçekleşen özel bir ilişkiye işaret eder. Allah’ı tanıtmak için gönderilmiş peygamberlerin babalarının, eşlerinin, çocuklarının, amcalarının, yani en yakınlarının bile bu peygamberlere inanmamış olması, kişi ile rabbi arasına başka insanların, hatta kişinin en sevdiklerinin bile giremeyeceğini göstermektedir. Doğumundan ölümüne kadar bir kişinin her anını önemseyen ve not eden bir yaratıcının, her bir bireyin hikâyesini vazgeçilemez, araçsallaştırılamaz, devredilemez bir değerde gördüğünü göstermektedir. Allah’ın görmek istediği, önemsediği, değer verip kaydettiği bir eyleme, o kişi yerine bir başkasının karar vermesi, karar vermek istemesi, dini bir motivasyonla kontrol etmek istemesi, Allah’ın değer verip yaratmasının ve muhatap almasının küçümsendiği, önemsizleştirildiği ve haşa hata ettiği ön kabulüne dayanmak durumundadır.
Her an yeni bir yaratma ile varlığın devamını sağlayan yüce yaratıcı önünde kişinin tarihi kontrol etme arzusu, hele hele bunu dini bir motivasyonla yapıyor olması, kişinin inandığı dini hiç anlamamış, inandığı rabbini hiç tanımamış olduğunu gösterir. “Hatırlat, sen yalnızca hatırlatıcısın, onları zorlayan bir zorba değilsin” hitabının, görevi dini anlatmak olan bir peygambere olduğunu akıldan çıkarmamak gerek.
Kişilerin Allah ile olan ilişkilerinin önemli ve değerli olduğunu göz önünde bulundurunca, insanın ve rabbiyle olan ilişkisinin merkezde olmadığı, biriktirilen dünyevi güçlerin dinin devamı için vazgeçilmez sayıldığı, kişiyle ve toplumla din adına, bu biriktirilmiş güç arkasından ilişki kurulduğu bir vasat, kişinin iradesini değil, onun iradesini iptal için onun adına karar verilmiş yapılara işaret etmektedir. Bunların kazanım olarak esas alınıp, kişinin Allah ile olan ilişkisinin ikincilleştiği bir dini yönelim, doğal olarak, kişilerle Allah’ın ilişkisini değil, kişilerle gücün ilişkisini tesis etmekte ve ikincilleşen/araçsallaşan ve sadece bir şekle/üniformaya (gücün tezahürü için) dönüşen kul ile rabbinin ilişkisi zayıflamaktadır. Kaybolmasından korkulup biriktirilen güçler kaybetmenin sebebi oluyorlar. Lider merkezli kült hareketleri ortaya çıkaran bu düzlemde, kişinin eklemlendiği yapıdan güç devşirmesi ve bu gücü kendini aşan bir görev için kutsallaştırması hikâyesini gözlemlemekteyiz. Yaratana güvenmek ve kendisi olarak var olabilmek yerine, korkuya dayalı bir hesap ve kabilesi ile birlikte var olabildiği kurgusal bir gerçeklik, dinin esası olan, kul ile rabbinin birlikte yolculuk yaptığı gerçek hikâyesini iptal etmektedir.
Sonuç
Dini düşünce, ilk gününden itibaren, fıkıh merkezli ya da en azından fıkhın ağırlık taşıdığı bir yapı olagelmiştir. Fıkıh, bireyin iyiyi ve kötüyü bilme, anlama, yorumlama ve eyleme çabasını esas alan merkezi ilgi alanı ile konusu gereği, gerçeklikle bağının kopmadığı ve var olan durumu asla reddetmediği bir sağduyu zeminini hem inşa etmiş hem de bu zeminde hareket etmiştir. Bu sebeple fıkıh ve fıkhın ağırlık taşıdığı İslami düşünce, yaşadığı çağla eşzamanlılık sorunu yaşayamayacağı gibi, var olan gerçekle uyuşmayan bir gerçeklik inşa edemez.
Fıkhın bu karakterini sağlıklı bir şekilde koruyabildiği dönemlerin belki de son örneklerinden olarak, modernliğin ne olduğu ve neyi merkeze aldığına dair okumasını yansıtan Mecelle denemesi zikredilebilir. Toplumun hukuksal temelli inşasını görmüş, kamunun kişi üzerinden inşası yerine tüzel kişiliğe dayalı olarak inşa edildiği yeni durumu anlamış ve kendince bu yeni durum/gerçek ile toplum arasında sağlıklı bir ilişki kurmaya çalışmıştır.
Bireyin şizofrenik bir bilince düşmemesi için, gerçeklik ile üretilen gerçekliğin, eşzamanlı ve ortak dili kullanabilmesi gerekmektedir. Dini savunma ve aktarma amaçlı olarak girişilen güç biriktirme çabalarının, bugün geldiğimiz noktada kabileci karakterinin ağır basması ise, ikinci bir gerçeklik alanını beslemesi sebebiyle İslamcıların ve dini düşünce ve söylemin şizofrenik bir durum taşımasına sebebiyet vermiştir. Gerçekle ilişkisi kesilmiş bir gerçekliğin, her şeyden önce, tüm insanlar için indirilmiş son dinin evrensellik iddiasından vazgeçmek anlamına geldiğini akılda tutmak gerekiyor. Dinin mesajının bir grup çıkarı ya da bir kabile kontrolü için kurgulandığı her gerçeklik durumu, dini amacından saptıracaktır.
Dünyanın binlerce yıllık saltanat tecrübesinden sonra ulaştığı hukuk temelli vatandaşlık ve rızaya dayalı olarak otorite kullanımının imkânını oluşturan kamunun tüzel kişilik olarak inşası, İslam’ın bireyi ve onun tercihini önemseyen ve merkeze alan düşünce yapısı ile çelişmemektedir. Aksine, insanlığın uygulayageldiği tek yönetim biçimi olan saltanatın ve onun dayandığı kişi/kan/kabile merkezli örfi hukukunun oluşturduğu gerçeğin üzerinde inşa edilmiş gerçekliğin referans alınması, fıkhın tarih boyu oluşmuş karakterine aykırıdır.
Çoğulcu, mutlak eşitlikçi, rızaya dayalı otorite oluşumu ve hukuka dayalı kamu tüzel kişiliği temelli özellikleri ile demokrasiyi savunmanın, İslamcılığın bu topraklardaki hikâyesini teyit etmek ve sürdürmek anlamını taşıdığını düşünmekteyim. Değerli hocam İsmail Kara’nın ifadesi ile; Osmanlı son döneminde, ülkemizde, Cumhuriyet fikrinin en önemli temsilcileri İslamcılardı. Hukukun ve siyasetin meşruiyet kaynağının din olduğu bir durumda, Cumhuriyet’in, İslam’ın meşveret ilkesine en uygun yönetim biçimi olduğunu iddia ediyorlardı. Cumhuriyet fikrinin meşruiyet kazanabilmesinin yegâne yolu da dini bir söylemdi zaten. Osmanlı’da iki defa Meclis denemesinin gerçekleşmiş olması, Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığında kürsünün arkasında yönetimin meşveret ile olmasını emreden ayeti kerimenin asılmış olması, Cumhuriyet fikrinin bağlamının dini bir zeminde inşa edildiğini göstermektedir.
Devletin İslam’a ve İslami değerlere karşıt olarak gerçekleştirdiği uygulamalar sebebiyle devletle arası açılan ileriki yılların İslamcılığı, özellikle 1960 sonrası tercüme hareketlerinin de etkisi ile Cumhuriyet’i/devleti kuran zihniyetin en önemli temsilcileri olmalarına rağmen, mazur görülebilecek ıztırari durumlar sebebiyle İslamcılar, kuruculuk pozisyonları yerine devlet ile karşıtlık ve kendini koruma pozisyonuna evrildiler. Bu pozisyonun gereği olarak, çevrede konumlanmaktan başka yolları kalmamıştı. Ancak özellikle 80 sonrası, başta ekonomik örgütler ve eğitim modelleri ile, merkezde olan her kurumun alternatifini inşa yoluna girdikleri anda, geçici olarak normal görülebilecek bir durumu kalıcı hale dönüştürdüklerinin farkına varamadılar. İktidara gelmeleri ile devraldıkları bu iki yönelimin gerilimini yaşayageldiler.
Demokrasinin ruhuyla çelişen ve hatta kavga eden yeni pozisyon ve söylemleri ile İslamcılığı da 100 yıl önceki pozisyonu reddeden bir noktaya çevirdiler. Bugün İslamcılık, iktidar eliyle, gerçekle barışık ve evrensel iddianın peşinde bir hareket ve söylem olmanın çok uzağında; kabileci reflekslerle, grubu kontrol etmeyi esas alan, söylemin nereye doğru gelişeceğine bu gücü ve grubu kontrol ve konsolide etme içgüdüsünün karar verdiği bir yapıya dönüştürülmüş durumdadır. Bu noktada, artık bu hareketten İslamcı olarak bahsetmek mümkün değil elbette. Ancak, ürettikleri pratikler ve söylemleri ile, dini temsil ettiği düşünülen geniş bir kitlenin iktidarın yanında duruyor olması, faturanın İslamcılığa/Müslümanlara/İslam’a kesilmesine sebebiyet vermekte.
Gelinen noktada, tarihin geçirmiş olduğu bunca değişimden sonra, kişi ile rabbinin yolculuğunu esas alan bir dini mesaja hayat verebilmek adına, İslamcılar/Müslümanlar için yol ayrımı kaçınılmaz bir durumdur: Ya bu kabileci asabiye ile gücünü koruma yönünde devam edecekler ve dini bu konuda araçsallaştıracaklar ya da 100 yıl önce bu topraklarda Cumhuriyet fikrini temsil etmeleri ve Cumhuriyet’in kurucu pozisyonuna sahip olmaları gibi, ahlaki, dini, meşru ve gerçekle barışık bir Demokrat İslamcılığı tercih edecekler.
Bir hareket olarak İslamcılar için iki yol da mümkün. İkisini de tercih edenler olacağı görülüyor. Bir söylem olarak İslamcılık için ise demokrasi dışında bir yol, bugünün dünyasında mümkün görünmüyor. Zira aksi bir yol kendini inkâr anlamına gelir ki o da İslamcılık olmaz.