Deprem, Hakikat ve Yüzleşme

Seçim sürecinin, aday tartışmalarının gölgelememesi gereken ana gündem maddesi deprem olmalı. O mahşeri yaşayanlara ve kayıplarına ‘helallik’le geçiştirilmeyecek bir hakikat ve yüzleşme borcumuz var.

Kahramanmaraş merkezli depremin üzerinden bir ay geçti. Ateşin değdiği yerlerdeki acı halen taze… Uzağındaki manzara da ilk günkü gibi; parçalanmış hakikatler… İlk gün gelen ‘ulaşamadığımız yer yok’ tarafındaki manzara, asayişin berkemal olduğu çadır-konteyner kentler, başlayan konut projeleri… Ama aynı berkemalliğin her yerde olmadığı, acil ihtiyaçların bile karşılanamadığı durumlar olduğunu da görüyoruz. Ölenlerin, cenazesi bulunamayanların, yaralıların sayısı konusunda bile net bir bilgimiz yok. Pandemideki ölü sayılarını, depremin 17’nci günü açıklanan TÜİK istatistikleriyle iki yıl sonra öğrendik; şimdinin bilgisini tam olarak ne zaman öğreneceğimiz meçhul. Ancak herkes yıkılan bina sayılarından yola çıkarak resmi rakamların resmin tamamını olmadığını biliyor.

 

Büyük bir yıkımla yeniden deneyimledik; toplumsal yas da tıpkı bireysel yas hallerinde olduğu gibi farklı evre ve duygulara göre şekilleniyor. Kimi toplumlar felaketleri bir daha yaşanmamak üzere tüm sonuçlarıyla, sorumlularıyla değerlendirip, tekrarlanmaması için yapılması gerekenlere odaklanırken; kimileri de felaketin vahametini görmezden gelmek için elinden geleni yapar. Sistemi sorgulamak yerine bireysel sorumluluklara veya felaketle birlikte ortaya çıkan ‘iyi’ şeylere odaklanarak yıkımı hafifletmeye çalışır. Biz toplum olarak ‘kol kırılır yen içinde kalır’ sözünde veciz biçimde belirtildiği üzere; konuşmadan, görmeden yola devam etmeyi seçen bir yapıdayız. Çözüm sürecindeki deneyimimiz de böyleydi. Süreç öncesindekiler kadar bizzat süreçte yaşanan kayıplarda bile, ‘yaşanan yaşandı, önümüze bakalım’ diyenler çoğunluktaydı. Yaşananları konuşma çabası ise; ‘yaraları kaşımayalım’, ‘yaraya tuz basmayalım’ kavramsallaştırmalarıyla bertaraf ediliyordu. Şimdilerde ise daha pozitif bir kavram bulundu; “yarayı saralım”. Yaraları tabii ki saralım; lakin ya sarılamayan yaralar, ya saramayacağız yaralar… Resmin tamamını ‘sardığımız yaralar’ olarak göstererek sarılmayan binlerce yarayı kapatmış olmuyor muyuz? Siyasilerin, basının konuk olduğu çadırlar, konteynerler hangi hakikatleri örtüyor ya da?

 

Oysa yaraların tamamen sarılması için önce görülmesi lazım. Yarayı görmek, onu görünür kılmak kanatma-tuz basma çabası değildir. Nasıl ki bireysel iyileşmenin en kolay yolu; yaranın görülmesi, acının duyulmasıysa toplumsal travma için de aynı durum geçerli. Deprem bölgesine ilk günlerde gidenler, insanların konuşmak istediğini, acılarının, yaşadıklarının bilinmesini istediğini mutlaka görmüşlerdir. Son günlerde sosyal medyadaki tanıklıkların dile getirilişi de bu görülme çabasından başka bir şey değil. Ki zaten ‘unutmayın’ diye başlıyor bu seslenişler… Cenazesine halen kavuşamayanların, kayıplarını ancak daha yeni yeni yazabilenlerin olduğu bir ortamda ‘kalan sağlar bizimdir’ anlayışını diğer afetlerde, krizlerde yaptık, aynı şeyi bu kez kabullenemeyiz. Oluşturulan risk azaltma planlarına, yapılan tatbikatlara rağmen gerekli önlemlerin alınmayışının ve binlerce insanın mahşeri deneyimlediği ilk iki günde yaşanan zafiyetin sorumluluğu alınana kadar, yara tam anlamıyla sarılamaz. Aynı kader planı başka nesiller için de geçerli olur.

 

İlk İki Gün…

 

Depremin ikinci haftasının başında deprem bölgesinde yaptığımız görüşmelerde, zaman mefhumunu yitirdiğini söyleyenler çoğunluktaydı; “Hangi gündeyiz, aydayız unuttuk” diyorlardı. Ama o ilk iki günü saniye saniye hatırlıyorlardı. O anların, saatlerin, günlerin izleri çaresizlik ve acı olarak çökmüştü yüzlerine… Enkaz altındaki yakınlarının, tanıdıklarının, hemşehrilerinin çığlıklarını duyarak ama ellerinden bir şey gelmemenin kahrediciliğiyle geçirilen bu saatleri unutmaları mümkün değil. Çaresizliğin, güçsüzlüğün en derinini yaşamışlar. Hatay’da yağmur, Malatya ve Maraş’ta kar altındaki ilk saatlerde, enkazdan çıkabilenler hemen çevredeki yakınlarına koşmuşlar, elleriyle kaldırmaya çalışmışlar enkazı… Kimi bulduğu kazma kürekle… Çıkarabildiklerini hastaneye ulaştırdıklarında bir çaresizliği de orada yaşamışlar; boşaltılmış hastaneler, gelen yaralılara yetişememenin çaresizliğiyle kıvranan personel… “Sedye kavgaları yaptık, inanabiliyor musunuz” diyor gözleri dolarak Defne’de konuştuğumuz emekli öğretmen. Yaralıları bırakıp yenisini kurtarmak için enkaza koştuklarında, her geçen anda seslerin kesildiğini yine aynı şekilde gözleri dolarak anlatıyorlar… Enkazdan kurtarabildiklerini hastanede kaybedenler var. Yaşadıkları mahşer bununla da bitmemiş, ölülerini bulabilenler gömmek için savcı beklemiş; iki gün sonra yapabilen de var dört gün sonra da… Savcıyı beklemeden “Tutuklayacaklarsa tutuklasınlar” deyip inisiyatifle köyün ölülerini gömme kararı alan da var. Kayıplarını tek parça bulabilme ve cenaze namazıyla defnedebilmenin şükür sebebi olarak görüleceği tanıklıklar da eklendi. Bir ay oldu, bulanamayan cenazelerin sayısını bile bilmiyoruz yukarıda belirttiğim gibi. O nedenle seçim sürecinin, aday tartışmalarının gölgelememesi gereken ana gündem maddesi deprem olmalı. O mahşeri yaşayanlara ve kayıplarına ‘helallik’le geçiştirilmeyecek bir hakikat ve yüzleşme borcumuz var. 

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.