Deprem, İktidar ve Ordu
İktidarın, içinden gelmediği için orduya ‘doğal’ bir yakınlık hissetmemesi; aksine, geçmişte yaşananlar, ordunun emniyet de dahil diğer birçok kurumdan çok farklı bir yapıda olması, nihayetinde bir NATO ordusu da olması, dolayısıyla iktidarın orduyu tam anlamıyla nüfuz sağlayabildiği, kendinden saydığı ve emin olabildiği bir kurum olarak görmemesi, depreme müdahale için TSK’yı kullanmakta gönülsüz kalmasına neden olmuş olabilir. Bu da bize iktidarın hedefindeki ordu tipinin ‘milletin ordusu’ olduğunu ancak bunu henüz becerebilmiş olmadıklarının farkında olduklarını gösteriyor.
İktidarın deprem felaketinin ilk saatlerinde daha hızlı müdahale için neden daha fazla Türk Silahlı Kuvvetler personelini kullanmadığı tartışılıyor. Gerçekten de iktidarın AFAD’ın arama kurtarma konusunda yetersiz kaldığı belli olduktan ve güvenlik ve düzenin sağlanması konusunda eksiklikler yaşandığı itirafından sonra bile TSK’yı kullanmak konusunda gösterdiği gönülsüzlük açıklamaya muhtaç. Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deprem bölgesinde yaptığı konuşmalara baktığımız zaman, en çok jandarmanın ve polisin rolüne atıfta bulunduğunu, TSK’ya atıfta bulunacağı zaman ‘diğer güvenlik birimleri’ ifadesini de ekleyerek bunu yaptığını, depreme müdahalede kullanılan gemi, uçak ve helikopter sayılarından bahsettiğini, mümkün olduğunca orduyu değil, gençleri, Kızılay’ı, STK’ları, gönüllüleri, yabancı arama-kurtarmayı ve iktidarının uzantısı olarak gördüğü kurumları öne çıkardığını görüyoruz.
İktidarın neden bu yönde bir tercih yaptığı konusunda farklı ve çelişkili iddialar ortaya sürüldü. İlk iddia, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın depremi takip eden ilk saatlerde ordunun depreme müdahale için kışlasından çıkarılmasını planladığı ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bunu engellediği yönündeydi. Aksine Cumhurbaşkanı’nın ordunun mobilizasyon, teknik beceri ve insan gücünden faydalanmayı istediği ancak Soylu’nun buna karşı çıktığı da iddia edildi. Bir diğer iddia da bölgede konuşlu 2. Ordu Komutanı’nın depreme müdahale etmek istediği ancak bekleme talimatı aldığı yönünde. Millî Savunma Bakanı Akar askerin deprem bölgesinde kullanılmadığı iddialarını ilerleyen günlerde yalanlarken, son yaptığı açıklamada ordunun yalnızca kısıtlı sayıdaki teknik kurtarma-arama birimlerinin depremde kullanıldığını söyledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, muhalefetin TSK’nın depreme müdahalede kullanılmadığı iddialarını şiddetle reddetmesine rağmen, konuya dair detaylı ve ikna edici bir açıklama yapmadı. Son olarak, gazeteci İsmail Saymaz, AFAD’ın ‘Türkiye Afet Müdahale Planı’ çerçevesinde TSK’dan depremden 36 saat sonra yardım istediği ancak TSK’nın bu çağrı karşısında depremin ancak üçüncü günü harekete geçebildiği iddiasında bulundu. İçişleri Bakanlığı ise, Saymaz’ın iddiasına cevaben, bir AFAD yetkilisinin depremin ilk saatlerinde TSK’daki bir albaydan depreme müdahale için hava aracı yardımı istediğine dair bir ses kaydını paylaştı.
Öncelikle, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın orduyu depreme müdahale için sevk etmek istediği ancak diğer bakanların bunu engellediği iddiasına inanmak zor. Öyle olsa bu kez Erdoğan’ın böylesine acil bir mevzuda hangi savlarla ikna edilebildiği ve nasıl olup da hemen ikna olduğu sorusu ortaya çıkar. Diğer yandan, TSK’nın böylesine büyük bir olağanüstü durum anında harekete geçirilmesine dair iletişimin ve kararın, merkezinde Cumhurbaşkanlığının olduğu, mikro-yönetime dayanan Türk tipi Cumhurbaşkanlığı sisteminde iki kurum (AFAD ve TSK) arasındaki olağan yazışmanın doğal akışına bırakılabilmiş olma ihtimali de inandırıcılıktan uzak. Hele ki bu sistemde Cumhurbaşkanı’nın Genelkurmay’ı es geçip doğrudan sahadaki komutanlara emir verme yetkisinin olduğunu hatırlarsak. TSK’nın Emasya Protokolü kaldırıldığı için depreme müdahale edemediğini iddia etmek de anlamsız, çünkü iktidarın orduyu acil müdahale için kullanmak istemesi halinde herhangi bir protokole ihtiyaç duymadan, valilere tanınan yetkilerle bile bunu yapması gayet kolaydı.
Daha inandırıcı olanı, iktidarın orduyu sevk etmeden depreme müdahale etmek istediği. Ancak AFAD, elindeki belediyeler, Kızılay vs. ile depreme müdahale etmekten gurur duyan iktidar, gerçekten olağanüstü bir hal olan böylesine bir felaket karşısında TSK’yı harekete geçirmekten neden gocunsun? İktidar, bunu depreme müdahaleden doğacak krediyi, daha doğrudan kendisiyle anıldığını düşündüğü kurumlar (TOKİ, AFAD gibi) veya araçlar (SİHA vb.) dışında kalan kişiler, kurumlar ve araçlarla paylaşmamak için yapmış olabileceği gibi, hâlâ tam olarak güvenmediği TSK’nın bu tür bir misyonla sokağa çıkmasını istemediği için de yapmış olabilir. Olası bu ikinci neden 15 Temmuz darbe girişimi sonrası TSK’yı şekillendirmekte hiçbir iktidara nasip olmayan imkânlara ve alana sahip olan bir iktidar için şaşırtıcı ve bu yönüyle analize değer.
Krizler ve Popülistler
Krizler, popülist hareketler/liderler için eşi bulunmaz fırsatlar. Popülist hareketler ve (varsa) liderleri büyük ulusal siyasi, ekonomik, kültürel başarısızlıkları tanımlayarak, basitleştirerek bunların kitleler tarafından bir ‘kriz’ olarak görülmesini sağlıyorlar. Finchelstein’in modern dönemin ilk popülist iktidarı diye nitelendirdiği Juan Peron’un yükselişini, parçası olduğu askeri yönetim (1943-) iktidarında Çalışma ve Sosyal Refah Bakanı’yken San Juan şehrini yıkan ve 10 bin kişinin ölümüne neden olan depremi eski rejimin çöküşü olarak ilan edebilmesine ve depreme etkin müdahalesine bağlayanlar var. Filipinler’de Rodrigo Duterte’nin 2013 yılında ülkede meydana gelen sel felaketi sonrası başka bir şehrin belediye başkanıyken felaket bölgesine yönelik düzenlediği yardım kampanyasının 2016 seçimlerini kazanmasını sağlayan faktörlerden biri olduğunu iddia edenler de var.¹ Son olarak, Hugo Chavez 1999 yılında göreve başladıktan kısa süre sonra ülkede meydana gelen ve resmi olmayan rakamlara göre 30 bin kişinin hayatını kaybettiği toprak kayması felaketinde (ve diğer felaketlerde) orduyu harekete geçirdi.
COVID-19 pandemisi dönemi de popülistlerin kriz yönetimi ve ordunun kullanımı açısından öğreticiydi; Filipinler’de Duterte, Macaristan’da Orban, Tunus’ta Kais Said, El Salvador’da Nayib Bukele pandemi krizinde orduyu yoğun şekilde kullandılar. Brezilya’da Bolsonaro virüse inanmadığı için orduyu mücadelede kullanmadı; yoksa orduyu kullanma konusunda genel olarak çok hevesliydi. Liderler bu örneklerde ordunun krizlerle mücadelede rol almalarının kendilerine de kredi kazandıracağını düşündüler. Pandemi döneminde Türkiye’de ordunun kullanımını gerektirecek bir durum ne mutlu ki ortaya çıkmadı. Sınırları ve sabrı zorlansa da sağlık sistemimiz personelin büyük fedakarlığı sayesinde yeterli geldi; tam kapanma tedbirlerinin uygulanması konusunda polisin varlığı yeterli oldu. Depremin yarattığı durum ise oldukça farklıydı. Felaketin yarattığı kriz karşısında ana yetkili AFAD’ın açık şekilde yetersiz kaldığı, polisin de tam anlamıyla düzen ve disiplini sağlayamadığı için yağmalamaların yaşandığı söylendiğinde, ordunun kullanımı neden tercih edilmedi?
15 Temmuz Sonrası Yapılanma
Halbuki iktidar, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra daha önce hiçbir seçilmiş sivil iktidarın eline geçmeyen yetkilerle orduyu şekillendirme fırsatını bulmuştu. Başarısız darbe girişimi sonrası iktidar bir yandan da orduyu disipline etti. İlk olarak, 15 Temmuz’dan bu yana 150’si general, 10.683’ü subay, 12.269’u astsubay, 1.244’ü uzman erbaş ve sözleşmeli er, 360’ı memur ve işçi olmak üzere 24.706 kişi ordudan ihraç edildi. Bu rakamın iki katından fazlası bu süreçte orduya dahil oldu. Ali Bayramoğlu’nun da bahsettiği gibi, bu alımların ne ölçüde liyakate dayalı olduğunu kesin olarak bilmek zor olsa da tahmin etmek zor değil.
Dünyada başka örneği olmayacak şekilde 6,5 yıldır devam eden yargılamalar ve FETÖ terör örgütü üyeliği gözaltıları da orduyu kontrol altında tutmanın aracı olarak kullanıldı. Üçüncüsü, iktidar sık sık iç ve dış muhalif unsurların darbe planladıklarına dair iddialarda bulunarak ordu ve muhalif kamuoyu üzerinde baskısını devam ettirdi. Bu disiplin unsurları dışında, yerli-milli savunma sanayii adımları ve başarılı yurt dışı askeri operasyonları orduya ekstra meşruiyet kazandırdı. Bu son süreçte her ne kadar TSK’nın CHP destekçileri nezdinde popülaritesi azalmış olsa da ordunun muhafazakâr toplumsal kesimler nezdinde hiç olmadığı kadar popüler hale geldiğini gözlemlemek mümkün. Bu da doğal; zira Venezuela’nın Chavez döneminde başını çektiği gibi, ordunun bürokratik tarafsızlığını yitirdiği ülkelerde iktidara oy vermeyen kesimler orduyu iktidarın bir uzantısı olarak görmeye başladıkları için orduya güvenlerinin azaldığını biliyoruz. Ordunun üzerinde parlamento denetimi bakımından da geçmişten bugüne değişen bir durum maalesef yok. TSK’ya dokunulmazlık zırhının bizzat iktidar tarafından sağlandığını, ordunun terörle mücadele faaliyetlerinin sorgulanamadığını, bu faaliyetlere yönelik iddiaların soruşturulamadığını görüyoruz.
Bu tür adımların yanı sıra bazı yapısal değişikliklere de gitti iktidar. Genelkurmay Başkanlığı MSB’ye bağlandı; Cumhurbaşkanı Erdoğan ordu komutanlarına doğrudan emir verme yetkisine kavuştu.17-25 Şubat 2013 sonrasında Polis Teşkilatı, Polis liseleri kapatılarak ihraçlar, yeniden alımlar ve yeniden eğitimle nasıl şekillendirildiyse, Türk Silahlı Kuvvetleri de askeri liseler kapatılarak ve Harp Okulları ve Askeri Enstitüler gibi ordunun eğitim kurumları yeni kurulan ‘Milli Savunma Üniversitesi’ altına toplanıp Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi kurularak benzer bir çalışma yürütüldü. Genelkurmay Başkanlığı Millî Savunma Bakanlığı’na bağlandı. MİT’e TSK içinde personele ilişkin istihbarat toplama yetkisi verildi. Yüksek Askeri Şura’nın yapısı sivil üye sayısını ezici hale getirecek şekilde değiştirildi. MSB’nin başına eski Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar atanarak orduyla ilişki tamamen kişisel ağ üzerinden sağlanmaya başlandı. Millî Savunma Bakanı Akar, ordu içerisinde isim yapan, çekim noktası oluşturabilecek komutanları tasfiye ederek, ilave atamalarda rol de oynayarak ordu üzerinde kontrol kurdu. Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu süreçte geçmişte hiç olmadığı kadar ‘Başkomutan’ unvanını öne çıkardı.
Ek olarak TSK son beş yıl içerisinde giderek siyasi tartışmalarda daha belirgin şekilde taraf olmaya itiliyor. Anıtkabir’de yapılan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katıldığı etkinliklerin mini mitinglere dönüştürülmesi ve buna iktidar kanadından tepki gelmemesinin de bu sonuca yol açtığı söylenebilir. Ordu komutanlarının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın muhalefete yönelik eleştirilerini alkışlama alışkanlığı edinmesi üzerine doğan tartışmada komutanları savunması da açıkça siyasi tartışmalarda orduyu pozisyon almaya itmenin diğer örnekleri. Son olarak, 2022 Yüksek Askeri Şura toplantısında Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler’in görev süresinin bir yıl uzatılması Türkiye’de alışık olmadığımız bir durumdu; Pakistan gibi ülkelerde hükümetlerin kendilerine daha yakın gördükleri genelkurmay başkanlarının görev sürelerini uzatmalarına çok alışkın olunsa da Türkiye’de böyle bir adımın atılmış olması, orduyla nasıl bir ilişki kurulmak istendiğini gösteriyor.
Nasıl Bir Ordu?
İktidarı yukarıdaki adımları atarken kendisini darbe-geçirmez kılmak istediğine dair bir yorum pekâlâ mümkün. İçişleri Bakanlığı’nın kontrolüne verilen Jandarma’nın ve polisin güçlendirilmesi de bu amaca yönelik görülebilir. Jandarma’nın böylesi bir sürece olumlu yanıt verdiğini görüyoruz. Diğer yandan iktidarın, bu düzenlemelerle özellikle yerlilik ve millilik söylemi ışığında nasıl bir ordu hedeflediği de tartışılabilir. Bu zaviyeden baktığımızda, dünyada silahlı kuvvetlerin ‘profesyonel’, ‘popüler pretoryan’, ‘predatör pretoryan’ ve ‘milletin ordusu’ olmak üzere dört türe ayrıldığını söyleyebiliriz.
Profesyonel ordularda ordunun, iç ve dış siyaseti belirleme yetkisi olarak siyasi rolü yokken, yetkinliğinin üst seviyede olması beklenir. Ordunun savunma ve güvenlik politikalarındaki rolü ister istemez siyasi olsa da, ordunun siyasallaşmaması esastır. Bununla birlikte, sivil siyaset ordunun içişleri olarak görülen alana müdahale etmez. Bu ordularla toplumları arasında doğal bir mesafe bulunur; profesyonel ordu toplumdaki siyasi akımlardan, huzursuzluklardan, siyasi tartışmalardan doğrudan etkilenmez, bunların tarafı olmaz. TSK’nın uzun yıllar boyunca bir örneği olduğu popüler pretoryan ordular ise siyasete müdahale eden ve halk nezdinde oldukça popüler ordulardır. Bu orduları Mısır veya geçmişte Pakistan örneklerinde olduğu gibi predatör kuzenlerinden ayıran özellik, popüler pretoryanların iktidarda temelli kalma hedeflerinin olmaması; yönetimi ele geçirdikten bir süre sonra iktidarı sivillere (muhakkak belli kırmızı çizgiler çizerek) devretmeleridir. ‘Milletin ordusu’ ise Sovyet Rusya ve Çin örneklerinde olduğu gibi, parti siyasetinin ordunun içine doğrudan girerek orduyu kontrol ettiği, ordu mensuplarının sivil pozisyonlarda (vali, büyükelçi, rektör vs.) görev aldığı ordulardır. Bu ordular toplumsal değerlerin/bölünmelerin orduya doğrudan ve bilinçli şekilde yansıtılmak istendiği, ordu mensuplarının belli kültürel/dini/siyasi değerleri taşımasının önemli görüldüğü ve bunların atamalarda/yükselme ve emekli edilme kararlarında rol oynadığı ordulardır.
‘Milletin Ordusu’’na Doğru?
Öncelikle, her ne kadar 15 Temmuz sonrası dönemde önce Suriye’ye yönelik kara harekâtları, ardından Doğu Akdeniz’de yaşanan gelişmeler bağlamında Ulusalcı ‘Mavi Vatan’ söylemi etrafında birçok general ve amiral televizyonlarda alışılmadık oranda boy gösterdiyse de, emekli generallerin bakan (MSB hariç), büyükelçi, vali vb. görevlere getirildiğini görmüyoruz. Diğer yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademileri ve Milli Savunma Üniversitesi mezuniyet törenlerinde geçtiğimiz yıllarda yaptığı konuşmaların bazılarına bakacak olursak, ‘milletin ordusu’ yaratma hedefini daha rahat görebiliriz. Cumhurbaşkanı Erdoğan 2017 yılı Milli Savunma Üniversitesi mezuniyet töreninde “Bu ordu, darbecilerin, cuntacıların, vesayetçilerin ordusu değildir. Bu ordu sadece ve sadece Türkiye’nin ordusudur, Türk milletinin ordusudur” demişti. Aynı yerde 2021 yılında yaptığı konuşmada da “Bu ordunun milletin ordusu olduğuna dair halen şüphesi olan varsa ona da yapacak bir şeyimiz bulunmuyor” dedi. 2022 yılında da “Türk Silahlı Kuvvetleri, gerçek anlamda milletin ordusu haline gelmiştir” dedi. Bu konuşmalarda ‘milletin ordusu’ kavramının kullanılması büyük ihtimalle tesadüf olsa da, iktidarın ‘milletin ordusu’nu kurma hedefi olduğunu ancak bu kontrolün tam anlamıyla kurulmadığını düşündüklerini söyleyebiliriz.
Cumhurbaşkanı, geçtiğimiz yıl 22 Ağustos’ta Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada, “Devleti korumanın yegâne yolu, bağrından çıktığınız milleti korumaktır” derken, “Burası bambaşka, bu fiziki mekâna sahip olan böyle bir akademi yok ve buradan da işte eserleri görüyorsunuz, bu şekilde dipdiri, imanıyla, itikadıyla bir nesil yetişecek, komutanlar ordusu yetişecek” diyordu. 31 Ağustos’ta Milli Savunma Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada ise, “Bizim devlet geleneğimizde ordu, milletin değerleriyle teçhiz edilmiş devletin temel taşı ve ülkenin bekasının teminatı olan bir kurumdur” diyerek milletin ordusuna dair en net tanımlamayı getirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre, “Osmanlı’nın kara sınıfını oluşturan Yeniçeriler, Bektaşi Ocağı’nda yetişiyor ve yoğruluyordu. Tarihte olduğu gibi bugün de karacılarımız her gazaya besmele, hamdele eşliğinde çıkmakta, Allah Allah nidalarıyla düşmanın üzerine yıldırım gibi inmektedir.” “Denizcilerimiz de, Akdeniz’i bir Türk gölü haline getiren namlı reislerimizin izinde gemilerimizdeki bayrağın üstünde yer alan Kur’an-ı Kerim’in gölgesinde her işlerine bismillah diyerek başlayan cengâverlerdir. Havacılarımız da, dünyayı kuşbakışı görmeye imkân veren, işleri sayesinde Rabbimizin verdiği nimetlere ve güzelliklere en çok hamd eden sınıf olsa gerektir.” Benzer nitelikteki konuşmaları Süleyman Soylu da daha önce mezun olacak Jandarma mensuplarına yapmıştı.
Kısacası, açıkça söylemese de, Urbinati’nin popülizm perspektifine uygun olarak lider = millet formülüne ek olarak millet = ordu formülü ile hareket eden iktidarın yine de a) Chavez, Bolsonaro ve Peron iktidarlarının aksine ordunun içinden gelmediği için orduya ‘doğal’ bir yakınlık hissetmemesi; b) aksine, geçmişte yaşananlar, ordunun emniyet de dahil diğer birçok kurumdan çok farklı bir yapıda olması, nihayetinde bir NATO ordusu da olması, dolayısıyla iktidarın orduyu tam anlamıyla nüfuz sağlayabildiği, kendinden saydığı ve emin olabildiği bir kurum olarak görmemesi, depreme müdahale için TSK’yı kullanmakta gönülsüz kalmasına neden olmuş olabilir. Bu da bize iktidarın hedefindeki ordu tipinin ‘milletin ordusu’ olduğunu ancak bunu henüz becerebilmiş olmadıklarının farkında olduklarını gösteriyor.
__
¹Peron’un yürüttüğü yardım kampanyasının detayları da Türkiye’de 6 Şubat depremlerine müdahale ile kıyaslandığında ilginç. “Peron hayır kurumlarını devre dışı bırakarak ve diğer yardım kampanyalarını yasa dışı ilan etmek suretiyle, tüm yardım kampanyasını STP [Çalışma ve Sosyal Refah Bakanlığı] aracılığıyla yürüttü. Yardım kampanyası, adeta [lideri Peron olan] Çalışma ve Sosyal Refah Bakanlığı’nın halka lansmanına dönüştü… Bakanlık San Juan’a [deprem bölgesi] giden her kutunun ve her tren vagonunun üzerine ismini yazdırdı…” Healey M. A. (2011). The ruins of the new argentina: Peronism and the remaking of san juan after the 1944 earthquake. Duke University Press.