Devlet Aklı
Devlet aklı denilen şey kamusal muhakemedir. Kamusal muhakeme de anayasa ve onun pratiğe aktarılmış biçimi olan anayasal kurumların usul ve esaslarıdır. Siyasal partiler buna, sivil toplum buna, basın hürriyeti buna; nihayet esasları anayasa ve yasalarca belirtilmiş temel hak ve özgürlüklerin tamamı buna bağlıdır.
Türkiye, bir süredir adına normalleşme denilen bir sürece girmiş bulunuyor. Süreç MHP lideri Devlet Bahçeli’nin TBMM Genel Kurulu çıkışında DEM Partili milletvekilleriyle tokalaşması sonrası başladı. Daha sonra bu soruyla ilgili bir soruyu Bahçeli, “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” sözleriyle değerlendirdi.
Demek ki ülke yeni bir sürece giriyor. Bu süreci dayatan gelişmeleri Suriye meselesinden bağımsız düşünmek mümkün değil. Anlaşılan bu gelişmeler sadece iç gelişmelerin sonucu değil. Suriye’nin kuzeyinde yaşanan gelişmeler, bölgede başat aktör olarak hükümetin işbirliği yaptığı Suriye’deki rejim muhalifi selefi grupları değil, başından beri ABD ve diğer Batılı güçlerle işbirliği halindeki PYD ve Kürt grupları öne çıkardı. Bu da bölgede Doğu Akdeniz’e kadar uzanan ciddi bir tehdit algısı oluşturdu.
Türkiye’nin böyle bir endişe duyması normal. Fakat devlet aklı denilen şey Suriye politikasını oluştururken bütün bunları düşünmeliydi. 1055’te Tuğrul Bey’in Bağdat’a girdiği günden bugüne kadar Türk devleti bölge meselelerinde hiçbir zaman taraf olmadı, hakem oldu. Bugünse her meselede taraf haline gelmiş bulunuyoruz. Birinde çözümün bir parçası olan Türk devleti, şimdi sorunun bir parçası haline gelmiş bulunuyor.
Enderûn Hademesi
Bütün bunlar yaşanırken, kritik her süreçte açıklamalarıyla dikkat çeken biri, bir başdanışman, gazetelerde çıkan haberlere göre “Yumuşama, normalleşme, tokalaşma hangi tutum ve dil referans verilirse verilsin Türkiye’de ne önceki uygulamaya benzer ne de yeni versiyonla bir çözüm süreci olmaz, olamaz” diyerek bütün siyasilere ayar verdi.
Türkiye, 1876’da I. Meşrutiyet, 1908’de II. Meşrutiyet ve nihayet Amasya, Erzurum ve Sivas Kongrelerini takiben 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılmasıyla birlikte yetkiyi kayıtsız şartsız olarak TBMM’ye devretmiş ve millî irade üzerindeki her türlü vesayeti sona erdirmiştir.
T.C. Anayasası’nın 4’üncü maddesi de bu yetkinin anayasal kurumlar aracılığıyla kullanacağını hükme bağlamış ve şöyle demiştir: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.”
Şu hâlde anayasal bir demokrasi olan Türkiye’de unvanı ve makamı ne olursa olsun hiçbir kişi, kurum, zümre veya sınıf kaynağı anayasa olmayan bir yetkiyi kullanamaz. Buna müdahale, millî iradeye müdahaledir. Buna müdahale anayasayı hiçe sayma, kendini millî irade ve Türk Milletinin üzerinde görmedir.
Pekâlâ, bu şahıs bu gücü kimden ve nereden almaktadır? Sıfatı, Cumhurbaşkanı başdanışmanı.
Bu durum bana yıllar önce kaleme alınan bir uyarıyı hatırlattı. Tarih 21 Mart 1918. Henüz TBMM yok. Cumhuriyet kurulmamış. Ama çağa damgasını vuran bir düşünür, Ziya Gökalp, daha o günlerde çok kritik bir mevzuya dikkatleri çekiyor.
“Salisen, millet meclisinin hukukunu hükümdar makamının kutsiyeti bahanesiyle saraya naklederek, eski zamanlarda olduğu gibi memleketin ‘Siyaset-i Âliyesini’ Enderûn hademesine tevdi etmek”
“Mesela, eyaletin devletlü vali paşası, bizim Tanzimat’tan evvelki valilere de benzememeli! Çünkü o vakitler bile, devletin muntazam kanunnameleri vardır ki onların haricine çıkılamazdı. ‘Kara tehlike’ daha ileriye giderek, bu düstur-ı mükerremlerin Sasaniler zamanındaki ‘Merzebanlar’, Keyaniler devrindeki ‘Satraplar’ gibi fevka’l-kanun (kanun üstü) olmasını da istiyor. Artık, kanun olmayacak, halk ve millet olmayacak, meşrutiyet ve hürriyet olmayacak, bir bendegan-zadegan (kullar-soylular) sınıfı memlekette keyfemayeşa (dilediği gibi) hükümran olacak! Böyle bir zamanda sadrazam yahut vali olmayı kim istemez! Fakat bugün millet meclisinin, matbuatın, halkın kontrolü altında bu vazifeleri kim kabul eder? Bir milleti, kolay idare edebilmek için, onu evvela derin bir Cehalet içine sokmalı! O zaman, bakınız idaresi ne kadar kolay olacaktır!” (Gökalp, 2022: 515).
Aradan 100 yılı aşan şu kadar yıl geçti. Bugün, Enderûn Hademesi bile olamayan biri, kanun, anayasa, millî irade, halkın denetimi, hür basın falan ne kadar demokratik kurum ve teamül varsa hepsini rafa kaldırarak kendini hepsinin yerine koyuyor ve âleme nizamat verebiliyor.
Enderûn’dan yetişenler bile keyfî biçimde değil, Turnacıbaşının belli kriterlere göre özenle seçtiği bir sınıftan oluşuyor ve kanuna göre davranıyordu. Bugün ortaya çıkan bu nevzuhur tip, adına “devlet, devlet aklı” dediği “mutlak” bir dille konuşabiliyor ve hiçbir kurum ve kişiye hesap verme endişesi taşımıyor.
Oysa aynı Gökalp (2022: 293) yıllar önce “ilim tenkide, siyaset murakabeye tabidir” demiş ve noktayı koymuştu. Evet, bütün demokrasilerde siyaset denetime tabidir. Aksi mutlakiyet veya totaliter rejimdir. Totaliter rejimler de mutlak gerçekliğin kendi iradesi olduğunu düşünür. O paranteze uyan görüşler iyi, uymayanlar kötüdür. Bunun kararını da kamuoyu değil, bizatihi hakikatin kendisi olan (!) totaliter rejim verir.
Devlet Aklı
Devlet aklı denilen şey kamusal muhakemedir. Kamusal muhakeme de anayasa ve onun pratiğe aktarılmış biçimi olan anayasal kurumların usul ve esaslarıdır. Siyasal partiler buna, sivil toplum buna, basın hürriyeti buna; nihayet esasları anayasa ve yasalarca belirtilmiş temel hak ve özgürlüklerin tamamı buna bağlıdır.
Anlık kararnameler, danışmanlar, komisyonlar vs. ile alınan keyfî kararlar devlet aklını değil, olsa olsa devlet aklını tahrip eden siyasi çıkarları temsil eder. Bu anlamda siyasi partilerin parti ve zümre menfaatlerini içeren bireysel eğilimleri, benlik ve çıkar eğilimlerini öne çıkaran biyolojik eğilimlere; ülke ve kamu çıkarını öne çıkaran kamusal eğilimler de hukukun kaynağı olan ahlaki ve hukuki eğilimleri temsil eden kültürel eğilimlere benzetilebilir.
Bunlardan birinde bireyin kendi çıkarı, egosu, iktidar tutkusu, sahip olma isteği, zevki ve bunun gibi toprak yanımızdan gelen biyolojik çıkar eğilimleri öne çıkarken; ikincisinde kamusal yarar, merhamet, hakkaniyet, sağduyu, adalet gibi kamusal ilke ve konvansiyonları ön plana koyan değerler öne çıkar. Devlet aklı belli bir usul dahilinde bu değerleri temsil eden kamusal akıl ve muhakeme biçimleridir. Bunlar da anayasa ve yasalarca tanımlanarak millet meclisi ve yüksek mahkemenin denetiminden geçmiş usul ve esaslardır.
Anayasa ve yasaların denetime açık kurallarının dikkate alınmadığı hiçbir durumda hiç kimsenin neyi nasıl yaptığından tam olarak emin olamayız. Ayrıca hiç kimse eyleminde, doğası gereği kendi çıkarlarını koruma eğiliminde olan benliğinin etkisi dışında olduğunu iddia edemez. Sıfatı ve unvanı, ahlaki güvenilirliği ne olursa olsun hiç kimse buna güç yetiremez. Hele bir de elinde iktidarın sonsuz gücünü bulunduran birinin bu gücü kaybetme endişesi olmadan sırf kamu yararına hareket ettiğini düşünmek asla mümkün değildir.
Montesquieu kuvvetler ayrılığı prensibini ortaya koyarken tam da bu varsayıma dayanmış ve meseleye köklü bir çözüm getirmişti. Böylece eskinin adil hükümdar, “Bilge Kral” söylemi yerini böylece kuvvetler ayrılığı ve “denetim-denge” denklemine terk etmişti.
Yeni hayat bu denkleme göre kurulmuştur. Dolayısıyla bizim bugün kimin adil veya bilge olduğunu bilmeye değil, neyi, nasıl yaptığını bilmeye ihtiyacımız bulunuyor. Bunun da yolu açık rejim ve açık toplumdur: Sarayların kapalı koridorları arkasında alınan kararlar değil, milletin önünde nasıl ve ne şekilde alındığı belli olan meşru kararlar.
Gökalp yıllar önce “Usûl mağrur değildir. Yükseklerde uçmaz. İlimlerin usûlleri var, programları yoktur” demişti. Biz de bugün, demokrasiler mağrur değildir, yükseklerden uçmaz. Onun aforizmaları değil, usulleri vardır diyoruz.
Demek ki devlet aklı, kimin hangi gerekçeyle aldığını bilmediğimiz gizemli kararlar değil, hepsi yargı denetimine açık “kamusal muhakeme” ve anayasal müzakere biçimleri ve süreçleridir. Burada önemli olan alınan kararın içeriği değil, alınma biçimi ve bunun kamuoyu ve yargı denetimine açık olmasıdır.
Nobel Ödülü alan Daron Acemoğlu ve arkadaşlarına bu ödülü kazandıran temel kriter, kamusal muhakemenin pratiğe aktarılma biçimi olan anayasal kurumlara yaptığı atıf ve bunun hem bireysel ve kamu refah artışına yaptığı doğrudan etki hem de ulusal güvenlikle temel hak ve özgürlüklere yaptığı etkiyi belirgin hale getirmesidir.
Devlet aklı budur. Doğru dürüst işleyen anayasal kurumlar ve hukuk devleti.