Devlet, Kürt Korkusundan Kurtulmalı
Devleti yönetenler inkâr etse de Türkiye’de devletin iliklerine sinmiş bir Kürt korkusu var. Korktuğu için de hep geç kalıyor. Geç kaldığı için attığı adımlardan beklediği faydayı görmüyor ve sorunu çözemiyor. Bu korku ve geç kalma halinden devletin kendini kurtarması gerekiyor; Kürtlere güvenmediği müddetçe Türkiye’nin huzuru tesis etmesi güç.
Röportaj: Naman BAKAÇ
İlk bölümünü dün yayınladığımız röportajın ikinci bölümünde Vahap Coşkun, hem genel olarak çatışma çözümü süreçlerini hem de Türkiye tecrübesini değerlendirerek; neden başladı, neden bitti, yeni bir sürecin başlama imkan ve koşulları neler olabilir gibi sorulara ayrıntılı cevaplar veriyor.
Çatışma çözümü literatürü ile ilgilisiniz. Türkiye’deki sürecin yanısıra birçok başka tecrübeyi de çalıştınız. Sizce Türkiye’deki çözüm sürecinin sonlanmasında hangi faktörler etkili oldu. Bölgesel dinamikler mi, siyasi hesaplar mı, güven sorunu mu? Kim hangi saiklerle sürecin sonlanmasına neden oldu?
İç ve dış faktörlerin sürecin başlamasında da sona ermesinde de etkisi var. Doğrusu, içi ve dışı birbirinden mutlak ve kesin bir şekilde birbirinden ayırt etmek de mümkün değil. Kanımca süreci başlatan en önemli dinamik, Arap Baharı ve Suriye’deki iç savaştı. Irak’ta dengeler değişti, Suriye’de hareketlenme başladı. Ortadoğu giderek kaynayan bir kazana dönüşüyordu. Türkiye’de devlet, bu endişe verici değişim dalgasına karşı daha sağlam durmak için Kürt meselesini çözmenin bir mecburiyet olduğunu düşündü. Alt yapı hazırlandı ve Öcalan’ın mektubuyla da çözüm süreci ilan edildi.
Süreç iki temel üzerine oturtuldu: Biri, Kürt meselesinin Türkiye’nin birliği ve bütünlüğü içerisinde çözülmesiydi. Diğeri ise, çözüme dışarıdan kimseyi karıştırmamak, tabiri caizse “milli ve yerli” bir bakışla sürecin yürütülmesiydi. “Bu, bizim meselemiz; biz biliriz, biz birbirimizi anlarız ve ancak biz çözebiliriz” anlayışı hâkimdi. Bunda Oslo’daki kötü tecrübenin de izi vardı. Bilindiği üzere, devlet ve PKK 2009-2011 arasında, başka ülkelerin moderatörlüğünde Oslo’da masaya oturmuşlardı. Ancak bu süreç başarılı olmayınca bu kez, sadece devlet ile PKK’nin görüşeceği ve dışarıdan bir aktörün müdahale etmediği yeni bir süreç kurgulandı.
Ocak 2013’te başlayıp Haziran 2015’e kadar geçen sürede önemli gelişmeler oldu. Örneğin toplumun sürece olan desteği arttı, bir yasal çerçeve çıkartıldı, vs. Lakin hedefe varılmadı. Bunun için de iç ve dış nedenlere bakılabilir. Süreci başarısızlığa uğratan iç nedenleri birkaç başlık altında toplamak mümkün:
İlk olarak, sürecin tarafları arasında bir uçurum vardı ve taraflar sürecin sonunda ortaya çıkacak olan tablo hakkında bir mutabakata sahip değillerdi. Daha açık belirteyim: AK Parti ve devlet, bazı demokratik adımlarla PKK’nin silah bırakmasını ve Kürtlerin taleplerinin de bu ortamda buharlaşmasını bekliyordu. Oysa PKK, bölgesel otoritesini güçlendirecek bir yapının oluşmasını umuyordu. Aradaki makas çok açıktı, taraflar da bunun farkındaydılar ama zaman içinde çözüleceğini düşünerek davrandılar. Bir nevi “Kervan yolda düzülür” mantığı! Ama makas kapanmadı, bilakis açıldı. Tarafların barış ve çözüm perspektifleri, bunlara yükledikleri anlamlar birbirinden farklıydı. Ortak bir nokta üretilemeyince, süreç bir süre sonra taşınmaz oldu.
İki; zamanlama problemliydi. Bir taraftan, süreç, seçime endeksli olarak yürütülüyordu, aktörler her adımı seçimi düşünerek atıyorlardı. Sürecin gerekleri ile seçimin gerekleri çatıştığında, seçimde elde edecekleri azami faydayı gözeterek, sürecin aleyhine sonuç doğurabilecek kararlar alıyor ve eylemlerde bulunuyorlardı. Diğer taraftan ise, süreç içinde hangi tarafın hangi adımı ne zaman atacağı konusu da belirli değildi. Bir ihtimal, tarafların kendi aralarında yaptıkları bir program vardı. Ancak bunu yalnızca taraflar biliyordu, kamuoyu haberdar değildi. Şüphesiz, kamuoyunun her ayrıntıyı bilmesi gerekmez. Ama en azından ana hatlara dair bir bilgi sahibi olsaydı, ayak direten taraflar üzerinde bir demokratik baskı kurulabilirdi. Her bir tarafın kendi önceliklerini yansıtan takvimleri olunca, süreci beraber yürütmek mümkün olmaktan çıktı.
Üç; sürecin sağlam bir yapısı yoktu. Yasal alt yapı çok sonraları ve yetersiz bir şekilde oluşturuldu. Güvence mekanizmaları kurulmadı. Taraflar arasında bir kriz meydan geldiğinde -ki bütün çatışma çözümlerinde taraflar arasında kriz çıkar- bu krizleri çözecek ara mekanizmalar, ara güçler yoktu. Yetki ve sorumlulukların sınırı tam olarak çizilmemişti. Meclis, etkisiz kaldı. Farklı toplumsal kesimler gerektiği ölçüde sürece dâhil edilmedi. Süreç, bu eksikliklerin yarattığı açmazların etkisiyle çöktü.
Sizin de içinde yer aldığınız Akil İnsanlar Heyetini bu resimde nereye yerleştiriyorsunuz?
Toplumsal algıda Akil İnsanlar, taraflar arasında tansiyon yükseldiğinde ve bir sorun baş gösterdiğinde devreye girecek, tarafları daha temkinli davranmaya yöneltecek ve hatta onları ortak bir noktaya çekebilecek bir yapı olarak yer etmişti. Oysa Akil İnsanlar Heyetleri, bu tür yetkilerle donatılmamış, bu türden bir yapı olarak kurgulanmamıştı. Akil İnsanlar’dan beklenen, süreci toplumsallaştırmalarıydı. Heyetler, taraflar ve toplum arasında bir ara yüz işlevi görüyordu. Topluma gittiler, toplumun barışa ve çözüme dair endişelerini, kaygılarını, beklentilerini, umutlarını ve korkularını not edip taraflara ilettiler. Kürt meselesinin toplumda, tarihin hiçbir döneminde görülmediği kadar, tartışılmasını sağladılar. Özgün bir deneyimdi. Akil İnsanların, Türkiye tecrübesinin çatışma çözümüne bir katkısı olarak ileride/literatürde sözü edileceğine eminim.
Dış dinamiklere gelirsek…
Dış dinamiklerin başına Suriye’yi koymak lazım. PKK ile irtibatlı PYD’nin Suriye’de belirli bir alanda hâkim hale gelmesi Türkiye’yi tedirgin etti. PYD üzerinden PKK’nin hem bir bölgeyi fiilen yönetmeye başlaması hem de siyasi ve diplomatik bir aktör olması, Türkiye’nin tedirginliğini daha da artırdı. PKK ise, Suriye’de fiili olarak bir iktidar alanına sahip olmasına, Türkiye’deki çözüm sürecinden daha fazla değer biçti. Mevcut bir iktidarı korumak, muhayyel bir barış için çalışmaktan daha fazla önem kazandı. Suriye’deki gelişmelerin akabinde süreç, PKK için ikincil, hatta üçüncül bir mesele oldu.
Dış dinamiklerle bağlantılı olarak bir hususa daha dikkat çekilebilir. Genel olarak bir çözümün başarılı olması için üç unsurun –yani devletin, örgütün ve toplumun- bu çözümü istemesi gerektiği belirtilir. Türkiye’de devlet ve örgüt çözüm için çalışacaklarını ilan ettiler, toplum da buna razı oldu. Ancak, bu süreçlerde dış dinamiklerin yapıcı ve bozucu bir rol oynadıkları, oynayabildikleri de yabana atılmamalıdır. Türkiye bu manada şansızdı, çünkü çözüm sürecine ciddi bir dış destek söz konusu olmadı. Aksine dış dinamikler, yıkıcı etkide bulundu.
Bazı örnekler verilebilir. Örneğin, İrlanda’da süreçten sonuç alınmasında en mühim faktörlerden biri, ABD’nin süreci desteklemesiydi. Clinton’un İrlanda kökeni, ABD’deki güçlü İrlanda lobisinin desteği ve ABD’nin görüşmeler için özel temsilci ataması, sürecin başarılı olmasında hatırda tutulması gereken unsurlardır. Keza, AB’nin çözüm için İrlanda’ya mali destek sunması da bu kapsamda hatırlanmalıdır. Mandela’nın uluslararası toplumdaki imajının, AB ve ABD desteğinin Güney Afrika’da zoru başarmadaki pozitif etkisi unutulmamalıdır. Özcesi, dünya siyasetine tesir eden güçlerin yapıcı tutumu, sorunun çözülmesini mutlak manada garanti etmez, ama kolaylaştırır.
YENİ BİR SÜRECİ MÜMKÜN KILACAK UNSUR YİNE SURİYE’DEKİ GELİŞMELER OLACAK
Hazır çözüm sürecinin muhasebesini yapıyorken, gelecek projeksiyonları da yapalım istiyorum. Bugünkü atmosferde, yeni bir çözüm süreci ihtimali üzerine konuşmak bile zor aslında. Ancak muhtemelen bu atmosfer de ilelebet devam etmeyecek, bir gün yine “nerede kalmıştık?” diyerek çözüm formülleri üzerine konuşmaya başlayacağız. Yeni bir çözüm süreci olacaksa sizce bu iç dinamikler üzerinden mi, dış dinamikler üzerinden mi vuku bulur? Örneğin; bugün ABD Suriye’de PYD’ye alan açıyor ve Türkiye’nin hoşnutsuzluğunu dindirmek üzere PYD’yi SDG gibi formülasyonlara zorluyor. Yarın hem PYD’nin Suriye’deki varlığını tahkim etmek hem de Türkiye ile ilişkilerini düzeltmek üzere PKK’yi silah bırakmaya zorlayabilir mi? Bu olduğunda, PKK’nin tutumu ne olur, bu politikaya direnir mi?
Bir süreç tek bir faktörle ve tek bir aktörle açıklanamaz. Bununla birlikte ABD’nin PKK üzerindeki etkisinin her geçen gün daha arttığı da yadsınamaz. ABD’nin PKK’ye açık desteği PKK’ye birçok kazanım sağlıyor: Siyasal meşruiyet alanı açıyor. Askeri gücünü takviye ediyor. Müspet bir kamuoyu algısı yaratıyor. Bilhassa, Batı’nın düşman bellediği IŞİD’e karşı mücadeleden hareketle, PKK’nin etrafında bir sempati halesi örülüyor. PKK’nin kendisine bu kadar alan açan ABD’yi karşısına alması düşünülemez. Dolayısıyla ABD, PKK’ye “Türkiye’ye karşı silah kullanmayı bırak” şeklinde mutlak zorlayıcı bir tavır alırsa, PKK’nin buna direnmesi zor.
Beri yandan PKK’nin gözetmesi gereken birçok denge var. Suriye yönetimi sürekli temas halinde, ilişkileri ayakta tutmaya çalışıyor. Rusya’nın desteğinin kesilmesini istemiyor. İran’la ilişkisini diri tutmaya çabalıyor. Bu itibarla “salt ABD’nin talebi, belirleyici olur” demek de zor. Peki, bir Arapsaçına dönen bu trafikten bir süreç çıkar mı? Öteden beri, yeni bir süreci mümkün kılacak olanın, Suriye olduğunu düşünüyorum. Türkiye ve PKK, Suriye’de asgari bir müşterekte hemfikir olabilirlerse, bu içeride bir çözüm arayışına yol açabilir.
Türkiye içi dinamikler…
İç dinamikler bakımından iki konuyu vurgulayabilirim: İlk olarak, Kürt meselesinin silah ve çatışma ile çözülemeyeceğine dair Kürtlerde giderek güçlenen bir düşünce var. Eğer demokratik bir sürece niyet edilirse, Kürtlerin kahir ekseriyetinin buna destek vereceğini düşünüyorum. Diğeri ise, ittifaka dayalı yeni seçim sisteminin, Kürtlerin siyasetteki rolünü giderek daha kritik bir eşiğe taşımasıdır. Kürtlerin oyunu kimse göz ardı edecek bir lükse sahip değil. Artık Kürtlerin desteğini almadan seçim kazanmak zor. Kürtlerin ciddi bir barış talebinin olması, bu talebin siyasette karşılık bulmasını sağlayabilir. Yine de belirtmem gerekir ki, mevcut konjonktürde asıl belirleyici olan içerdeki taleplerden ziyade Suriye’deki durumdur. Suriye’de suları durultacak bir asgari müşterekte buluşmadan, içerde tekrardan bir sürecin başlaması çok zor gözüküyor.
ÇÖZÜM İÇİN SİHİRLİ REÇETE YOK
Çatışma çözümü literatüründe tarafların ve kamuoyunun psikolojisine de özel bir önem atfedilir. Öç alma duygusu, nefret histerileri, duygusal kopuş, mutlak zafer veya mutlak yenilgi duygusu/arzusu gibi birçok psikolojik bagajdan bahsedilebilir. İspanya, Moro, İrlanda ve Güney Afrika gibi tecrübeleri de göz önünde bulundurduğunuzda çatışma çözümü süreçlerinde psikolojik bagaj ve engellerin oynadığı rol ile ilgili ne söyleyebilirsiniz?
Çatışma çözümleri üzerine konuşurken, belki ilk söylenmesi gereken, her çatışmanın biricik olduğudur. Çatışmaları belirleyen kültür, siyaset anlayışı, gelenek, görenek, coğrafya vb. birçok unsur var. Bunlar toplumdan topluma farklılık gösterdiği için, çatışmalar da ve bunlar için öngörülen çözümler de birbirlerinden farklı olur. Bütün çatışmaları çözecek sihirli bir reçete yok. Bazı yerlerde işe yarayan mekanizmalar bir başka yerde çuvallayabilir. Misal affetmenin kültüre damga vurduğu bir coğrafyada ‘hakikat merkezleri’ çok parlak sonuçlar doğurabilir ama öç almanın baskın olduğu yerlerde ‘itiraflar’ yeni çatışmalara kapı aralayabilir. Bu nedenle her çatışmanın kendine özgü olduğu, dolayısıyla her çözümün de kendine özgü özellikler içereceği akıldan çıkarılmamalıdır. Eğer bir çözüm inşa edeceksek, bu bizim çözümümüz olacak.
Kuşkusuz bu, dünya tecrübelerini öğrenmemek, onlara gözünü kulağını kapatmak anlamına gelmez. Başka ülkelerin deneyimleri çok kıymetlidir; yol gösterir, dersler verir, hatada tekrara düşülmesini engeller. Her sürecin hata içermesi kaçınılmazdır, ama önemli olan daha önce yapılmış olan hataları yeniden yapmamaktır.
Bütün çatışma çözüm örnekleri psikolojinin değerini vurgular. İnsanları psikolojik olarak barışa hazırlamak için incelikli olarak yapılması gereken birçok iş var. Demin her yaraya uyan hazır bir merhemin olmadığını söyledim ama öğrendiklerimden bazı temel işleri başlıklar halinde sıralayabilirim:
Bir, güven artırıcı önlemlerle taraflarda güven duygusu güçlendirilmeli. İki, barışın bir tarafa kazandırdığı, bir tarafa kaybettirdiği hissiyatı önlenmeli, barıştan herkesin istifade edeceği görüşünün yerleşmesi sağlanmalı. Üç, dile ihtimam gösterilmeli; çözümü öne çıkaran, farklı toplumsal kesimlerin hassasiyetini dikkate alan bir barış dili kullanılmalı. Savaşçı bir dille barış oluşturulamaz.
Dört, eleştiriler ve saldırılar karşısında sağlam duran güçlü bir siyasi irade olmalı. Major’ın yarı yolda kalmasının, buna karşılık Blair’in menzile varmasının nedeni, Blair’in güçlü bir irade ile sürecin arkasında durmasıydı. De Klerk ve Mandela’nın tarihin gördüğü en berbat ırkçı, ayrımcı apartheid rejiminden bir çözüm çıkarmalarının altında, gerektiğinde her ikisinin de kendi mahallelerine kafa tutabilmeleri yatıyordu. Blair’in danışmanı Jonathan Powell kitabında anlatır. Barış görüşmeleri devam ederken Blair bir gün halkın arasına karışır. Bir kadın Blair’in yüzüne eldiven fırlatır ve “Eldiven takmalısınız Bay Blair, elleriniz kirli, çünkü katillerle el sıkışıyorsunuz” der. Blair, bu tepkilere rağmen süreci devam ettirir.
Beş, barış süreçleri sadece iki tarafa dayanarak yürütülmez, elden geldiğince çok sayıda aktörü sürecin içine katmak gerekir. Mesela Kuzey İrlanda’da tüm taraflar masaya davet edildi. Gelmeyenlerin yeri de bir gün gelip oturacaklar diye, sembolik olarak boş bırakıldı. Semboller, önemlidir. Kadınlar, gençler, işçiler, işverenler, vb. farklı toplumsal kesimler bir yolu bularak sürecin paydaşı kılınmalıdır. Sivil toplum burada hayati bir işlev üstlenebilir.
Ve son olarak, barışa ulaşmanın bütün sorunları çözmeyeceği bilinmeli. Ağır siyasal yükleri ve bütün toplumsal hedefleri barışın sırtına yüklemekten imtina edilmeli. Kapitalizme, sosyalizme ve diğer ideolojilere dair tasavvurları barış üzerinden gerçekleştirmeye yeltenmekten uzak durulmalı. Sihirli bir değnek değil barış; onun hakkında konuşurken ihtiyatı elden bırakmamak gerekir. Bana göre, bir çatışma çözümünün, bir barış projesinin iki temel amacı olmalı: Çatışmaları durdurmak ve çatışmayı yaratan nedenleri zaman içinde ortadan kaldırmaya çalışmak.
Barış olsa da fikir tartışmaları, ideolojik ayrışmalar, hayat tarzı farklılıkları sürecektir. Ancak, bu farklılıklar ve ayrışmalar arasındaki mücadele silahla değil, siyaset ve oy sandığı aracılığıyla yürütülecektir. Hasıl-ı kelam, “iyi toplum” hakkındaki bütün tahayyülleri bir çözüm sürecine yüklemek barışın kendisine ciddi bir haksızlık olur. Gerçekliği elden bırakmamak lazım.
DEVLET KÜRT KORKUSUNDAN KURTULMALI
Daha geriye götürülebilse de Kürt sorunu temelde Osmanlı’nın son döneminde başlayıp Cumhuriyetin kuruluşunda ete kemiğe bürünen ulus inşa siyasetinin doğurduğu bir sorun. Bu yönüyle de Türkiye’de Türkler ile Kürtler arasında bir sorun olmaktan öte devlet ile Kürtler arasındaki bir sorun. Ancak devletin Türkçü-milliyetçi politikalarının zamanla toplumsal bir dayanağa kavuşması ve özellikle PKK sonrasında çatışmaların ürettiği maliyet, sorunun devlet ve siyaset bağlamını aşarak toplumsallaşmasına da yol açtı. Bu durum, zaman zaman Türk-Kürt gerilimi olarak vuku buluyor. Siyasi iklime göre bu tansiyon bazen düşerken, bazen yükselebiliyor. Sizin projeksiyonunuzu almak istiyorum. Türkiye önümüzdeki dönemde, Kürt sorununun toplumsallaşmasına ve giderek Türkler ile Kürtler arasında gerilimlerin, güven bunalımının artmasına mı şahitlik edecek, yoksa bu sorunu çözerek ardımızda mı bırakacağız?
Umutlu olmamızı sağlayacak veriler var. Kürtler, 1950’lerden sonra Türkiye’nin dört bir yanına dağıldılar. Hemen her yerde Kürtler ve Türkler aynı mahallede, aynı sokaklarda birlikte yaşıyorlar. Kırk yıllık bir çatışma olmasına ve on binlerce insanın hayatını kaybetmesine rağmen, Türkler ve Kürtler arasında kitlesel bir çatışma meydana gelmedi. Aksine ilişki kurmaya devam ettiler, kimilerince çok magazinsel bir konu olarak görülse de birbirlerinden kız alıp kız verdiler, akraba oldular. Kuşkusuz bazı provokasyonlar oldu ama kitleler buna teveccüh etmediler. Türkler ve Kürtlerin demografik bütünleşmesi göz ardı edilemez. Ayrıca Kürtler bir azınlık hissi taşımıyorlar, aksine Türkiye’nin tamamında hak ve söz sahibi olduklarını düşünüyorlar.
Bu sosyolojik güvenin dışında siyasal güvenin inşası da bir sorun. Siyasal güveni inşa etmek nasıl olacak?
Türkiye’de devletin anlaması gereken bir gerçek var: Kürtler kendilerini güven altında hissetmedikleri müddetçe, Türkiye’de siyasi ve iktisadi istikrarı sağlamak ve sürdürmek mümkün olmayacaktır. Kürtlerin hem kimlik bilinçleri hem de Türkiye’nin tamamına dair iddiaları gelişiyor. Sorun, böyle bir gelişim seyri izleyen bir kimliği nasıl bir siyasal paydaş haline getireceğinizdir.
Dört temel sorun var burada: Bir, dil; anadil. İki, yönetim; yerel ve merkezi yönetim arasında güç paylaşımı. Üç, vatandaşlık; anayasal vatandaşlık. Ve dört, silahsızlandırma. Güven tesisi için, bu temel sorun alanlarında çözüme dönük bir siyasetin takip edilmesi gerekiyor. Bir Kürt vatandaş, dilinin ötekileştirilmediğini gördüğünde, kendini yönettiğini hissettiğinde, kendisine eşit bir vatandaş olarak muamele edildiğinde devlete güveni artar.
Devleti yönetenler inkâr etse de Türkiye’de devletin iliklerine sinmiş bir Kürt korkusu var. Korktuğu için de hep geç kalıyor. Geç kaldığı için attığı adımlardan beklediği faydayı görmüyor ve sorunu çözemiyor. Bu korku ve geç kalma halinden devletin kendini kurtarması gerekiyor; Kürtlere güvenmediği müddetçe Türkiye’nin huzuru tesis etmesi güç.
FUTBOL HAYATIMIZI GÜZELLEŞTİRİR
Hocam son olarak futbola ilginizi sormak istiyorum. Trabzonspor ve Real Madrid taraftarlığının yanısıra iyi bir futbol izleyicisisiniz. Bu kadar yoğun gündem içerisinde futbola nasıl bu kadar zaman ayırıyorsunuz? Bu futbol aşkınız ne zaman başladı? Sizin için ne anlam ifade ediyor futbol?
Bu oyunu çok seviyorum; futbol hayatın kendisi. Hayata dair ne varsa –sinir, heyecan, mutluluk, öfke, üzüntü, kızgınlık, vs.- hepsini bir doksan dakikanın içinde yaşayabilirsiniz. Sürekli bir gidip-gelme hali futbol, takımınız gol attığında dünyalar sizin oluyor, yediğinde dünyanız yıkılıyor. Bir gol kaçırdığında kahroluyor, top ağlarla buluştuğunda kendinizden geçiyorsunuz. Tarifi zor, inanılmaz derecede güzel bir oyun.
İkincisi, taraftarlık duygusunu seviyorum. Gerçek manada aşk, aslında taraftarlıktır. Çünkü taraftar, hiçbir karşılık beklemeden sevendir. Bir maçı kazandığınızda ekonomik-sosyal statünüz değişmez, başınız göğe ermez. Taraftarlıkta, aynen aşk gibi, vuslat da yoktur. Bir maçı kazanır, o anda sevinir, on dakika sonra gelecek maçı düşünmeye başlarsınız. Bir sezon şampiyon olur, bir-iki gün bunu tadını çıkarır, sonra gözünüzü gelecek sezona dikersiniz.
Üçüncüsü, futbolda hem şahsi hem de toplumsal çok hoş öyküler var. Arjantin’de elektriği olmayan ve suyu akmayan bir gecekonduda doğup tarihinin gelmiş geçmiş en büyük futbolcusu olan Maradona’nın, babasının bir göçmen işçi olarak çalıştığı stadyumda dünya kupasını kaldıran Zidane’nin, kas hastalığından mustarip olup büyüme sorunu yaşayan ama bunları aşıp bir de “uzaylı” mertebesine erişen Messi’nin hikâyeleri bize çok şey anlatır.
Futbol, topluma dair veriler sunar bize. Mesela, Almanya Milli Takımı’nın 2000’li yıllardan sonraki dönüşümünü, Almanya’da vatandaşlık algısının değişmesinden bağımsız düşünemezsiniz. Kendilerine iki yıl içinde hem dünya hem Avrupa şampiyonluğunu getiren milli takımlarına bazı Fransızların sırt çevirdiğine tanık olduğunuzda, Fransız sağının tasavvur ve duygu dünyasına daha yakından temas edersiniz. Üç-beş milyon göçmenin olduğu Almanya dünya piyasasına çok sayıda Türkiye kökenli futbolcu armağan ederken, seksen milyonluk Türkiye’nin bunu yapamadığını gördüğünüzde, ülkedeki futbol eğitimi hakkında sağlam bir kanaat edinirsiniz. Hülasa futbolu sevmek için çok neden var.
Futbol üzerine konuşmayı, yazmayı, düşünmeyi ve okumayı severim. Futbol oynamayı ki haftada bir halı sahada oynamaya çalışıyorum- ve futbolu seyretmeyi severim; yani futbol ile ilgili her türlü faaliyeti severim. Dolayısıyla “Bu kadar uğraş arasında futbola nasıl vakit ayırıyorsunuz?” sorusunu belki de “Futboldan bunlara nasıl vakit ayırıyorsunuz?” diye değiştirmek gerekir.
Eduardo Galeano’nun dediği gibi, “basit bir iyi futbol dilencisiyiz” biz. Her gün elimizi açar, Allah rızası için güzel bir maç dileniriz ve nerde bulursak oturur seyrederiz. Sokakta geçerken top koşturan çocuklara dönüp bakmamız, hareketlerine dikkat kesilmemiz ondandır. Hayatımızı güzelleştirir futbol, zenginleştirir, anlam katar.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.